ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
VAHYİN KÜLTÜRE DÖNÜŞ(TÜRÜL)MESİ: ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
Müslüman olmak bir gruba dahil olmak değil,
bir duruşa sahip olmaktır. Mustafa İslamoğlu
Şu dinlerini parça parça edenler ve
kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir
ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta
olduklarını kendilerine haber verecektir. (Enam/159)
Allah'a yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine
çevirin, O'na karşı gelmekten sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden; dinlerini
darmadağınık edip grup grup olan kimselerden olmayın. (Ki onlardan) her bir
grup kendi katındaki (dinî anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir (Rum/31-32).
Allah uğrunda hakkıyla cihat edin. O, sizi seçti ve
dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim'in dinine uyun. Allah,
sizi hem daha önce, hem de bu Kur'an'da müslüman diye isimlendirdi ki,
Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de insanlara şahit (ve örnek)
olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın,
zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahip, ne
güzel yardımcıdır (Hacc/78)!
Şiilik ve Sünnilikte Kur’an’a uymayan pek çok inanç ve
pratik vardır. Sünnilikte; imanın şartlarına eklenen kader, kabir azabı,
şefaat, nesh, mucize, kıyamet alametleri, gayb haberleri, mehdi, Hz. İsa’nın
tekrar gelmesi bunlardan en başlıcalarıdır. Şia’da ise bunlara ilave olarak
imamet, gayb imam, tevella, teberra, ricat inançları vardır.
Ayrıntılı olarak ise; Kur’an’ın tek başına yetersiz
olduğu iddiası, hadislerin dinin kaynağı olması, mezhep alimlerinin
fetvalarıyla helal ve haram belirlenmesi, mezhep çıkarımlarına göre Kur’an’dan
ayet iptal etmek, mezhepleri dine eşitlemek, mezhep bağımlılığını farzlaştırmak.
Hz. Peygamber’in hadislerle Kur’an dışı hükümler/farzlar/haramlar oluşturduğu
iddiası, kâinatın Peygamberimiz sayesinde yaratılmış olması, Peygamberleri
yarıştırma, Peygamberimizi en üstün Peygamber ilan etmek, hadisleri Kur’an’a
eşdeğer kabul etmek. Maturudilik ve
Eşari’lik diye itikadi
mezheplerin görüşlerini inanç esasları diye dayatmak, Kur’an’ın yaratılmadığı
ezeli olduğu iddiası. Namaz kılmayanların öldürülmesi, recm gibi cezai müeyyideler.
İşte bütün bunlar her gelen neslin ekleye ekleye bu zamana
kadar getirilmiş insanların din diye inanıp bağrına bastıkları ve uğruna gözünü
kırpmadan birbirlerini tekfir edip öldürdükleri yutturulan dindir!
Çağımızı psiko-sosyal açıdan ifade eden tek kelime “buhran”dır.
Buhrandan Burhan (Kur’an) ile çıkılır. Burhan kelimesi Kur’an’da sekiz yerde
geçer. Yedi yerde “hak ile batılı birbirinden ayıran kesin delil” anlamına
gelir. Burhan bu anlamıyla Kur’an’ın
sıfatlarından olan Furkan ile aynı manadadır. Bundan dolayı Burhan’a Kur’an
diyebiliriz. Buhranın ahlak, siyaset, tarih, felsefe, ekonomi… bulaşmadığı alan
yok. Bu çağ egemenlerin buhrandan beslendiği çağdır. Buhran tufanından Kur’an
eczanesinden alınan ahlak, adalet ve akıl ile kurtulabiliriz.
İslam dünyası fakirleşiyor! Bilim insanları, yazarlar,
şairler, felsefeciler, mimarlar, siyasetçiler… toplum hayatını zenginleştirir.
Ümmet coğrafyasında uzun bir süredir, bu alanlarda insanlar yetişmiyor. Bunun
sebebi 13. yüzyıldan beri kurgulanan dogmatik İslam İlahiyatının zihinler
üzerinde kurduğu baskıdır. Bu baskı ilmi nakilcilik, felsefeyi dinsizlik,
bilimi yaratılışa müdahale olarak görmeyi sonuç verdi. Batı ise 17. yüzyılda
atı alıp Üsküdar’ı geçti. Bizler ise onların koşarken çıkardığı toz içinde
birbirimizle kör dövüşü yapıyoruz.
Genel anlamda insanlık, özelde de Müslümanlar ifrat ve
tefritten çektiği kadar başka bir şeyden çekmemiştir. İfrat ve tefrit
Müslümanlar arasında kapanmaz yaralar açmış, düşmanlarını cesaretlendirmiş,
fakirliğe sürüklemiş kısaca bütün kuvvetlerinin dağılmasına sebep olmuştur. Oysa Allah şöyle diyordu: “Allah'a ve
Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız,
gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir (8/46). Aşırı
akımlar, Müslümanları böldü. Düşmana karşı tek vücut olacakları yerde
yaptıklarının birbirlerini yok ettiğini göremediler. Birbirlerini müşrik, kafir
olmakla suçladılar.
Mezhepte ifratçı kesim, kendi mezheplerini doğru,
diğerlerini batıl bilirler. Hatta bunlardan, Hz. Peygambere mezhep isnat edenler
dahi vardır. Dört mezhebin dışına çıkmayı dinden çıkmakla özdeşleştirirler.
Es-Savi; “Kitap, sünnet ve sahabenin görüşlerine uygun düşse bile, dört mezhep
dışındakileri taklit etmek caiz olmaz. Dört mezhep dışına çıkan hem dalalete
düşmüş hem de başkalarını dalalete düşürmüştür. Kur’an ve sünnetin zahiriyle
amel etmek küfrün temellerindendir.”[1]
Hz. Peygamberin sağlığında herhangi bir mezhebin
varlığından söz edilemez. O zaman sadece Kur’an’ı esas alan Müslümanlar
vardı: Hz. Ebu Bekir Rasulullah (asm)'ın
teçhiziyle uğraşırken, Ensar, Benu Sâide sakifesinde toplanarak Hazrec'in reisi
olan Sa'd b Ubâde'yi Rasulullah'tan sonra halife tayini için bir araya
gelmişlerdir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Ebu Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup
hemen Benû Saîde'ye gittiler. Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında
çeşitli müzakereler yapıldıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ile Ebu
Ubeyde'nin ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine
bey'at edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Hz. Ebu
Bekir'in konuşmasından sonra Hz. Ömer atılarak hemen Ebû Bekir'e bey'at etti
ve; "Ey Ebu Bekir, Müslümanlara sen Rasulullah'ın emriyle namaz
kıldırdın. Sen onun halifesisin ve biz sana bey'at ediyoruz. Rasulullah'a
hepimizden daha sevgili olan sana bey'at ediyoruz." dedi. Hz. Ömer'in
bu ani davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebu Bekir'e bey'at ettiler.[2]
Buradan şu çıkarımlarda bulunabiliriz:
(1) Hz. Muhammed kendi yerine hiçbir kimseyi
bırakmamıştır. Aksi takdirde Medineli Müslümanların halife seçmek için
toplanmaları izah edilemez. (2) Kureyş kabilesinin toplumdaki yeri ortaya
çıkmıştır. Ümeyyeoğulları yeni Müslüman olduğu için isimleri hiç anılmamıştır.
Halife seçiminde kabileler arası bir dengenin gözetildiğini söyleyebiliriz. (3)
Hz. Ebu Bekir’in hilafete layık görülmesi uzlaştırıcı kişiliği ve liyakatıdır.
Hz. Peygamberin onun hilafetine işaret ettiği rivayeti ise üretilmiş bir
sözdür. (4) Bu tartışmalar sırasında Hz. Ali’nin halife olması gerektiği hiçbir
şekilde dile getirilmemiştir.[3]
Din ve mezhep
ayrılıklarının çatışmalara dönüştüğü ve bu yüzden milyonlarca insanın acı
çektiği günümüzde ilim adamlarına düşen görev yangına körükle gitmek değil
yangını söndürecek çalışmalar ortaya koymak olmalıdır. Bir buçuk milyar
Müslüman’ın yaşadığı ve tarih içinde birçok mezhebin ortaya çıktığı dünyamızda,
ilim adamları mezheplerin ortak noktalarını bularak ve bunları insanlara
ulaştırarak görevlerini yerine getirebilirler. Mezheplerin ortaya çıkış
sebeplerinin başında siyasi ayrılıklar gelir. Siyasi ayrılıkların ise kimseye
yarar getirmediği, asıl kârın birlik ve beraberlikte olduğu acı tecrübelerle
anlaşılmıştır. Kur’an-ı Kerim dışında her şeyin zanni, içtihada açık, özel ve
muhtemelen ihtilaflıdır. Kur’an dışında çoğu şeyin zamana göre düzenlenmiş içtihatlar
olduğu bilinmelidir.
Sünniler ve
Şiiler’in temel inançlar noktasında birleşen, tarih ve siyaset planında ayrılan
guruplardır. Mezhep krizlerini totaliter ve despotik rejimlerin ürünü olarak
ortaya çıkmıştır. Ümmeti fırkalara ayıran sebepler vardır. Bunlar: Tarihi
şartlar, fikri şartlar, siyasi şartlar. Bu şartlardan sonra kültür islamının
oluşum süreci başlamıştır.
Şia’nın Doğuşu
İslam Mezhepleri Tarihi'ndeki bütün mezhepler, Hz.
Peygamber'in vefatından sonra, sosyo-politik sebeplerle ortaya çıkmışlardır.
Bütün mezhepler, hak mezhep olduklarını gösterebilmek için, kendilerini Hz.
Peygamber'in yaşadığı zaman dilimi ile irtibatlandırma yoluna gitmişlerdir.
Mezheplerin temel ilkeleri ve inanç esasları, doğdukları
sosyo-politik ortama göre şekillenmiş; daha sonra bu görüşlerin dini temelleri
Kur’an ve hadislerden deliller getirilerek tespit edilmeye çalışılmıştır.
Böylece her mezhebe göre büyük ölçüde farklılık arzeden ve tarihi gerçeklerle
çoğu zaman bağdaşmayan rivayetler ortaya çıkmıştır. Bu farklı anlayış biçimini,
Şia'nın tarihe bakışında açıkça gözlemek mümkündür. Belki de bu sebepten,
Şia'nın doğuşu hakkında, pek çok, farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şia'nın
doğuşu hakkındaki Şii iddiaların, "fikir-hadise irtibatı" esas
alınarak tahlil edildiğinde, ne Hz. Peygamber'in yaşadığı zaman dilimindeki, ne
de Şii imamet nazariyesinin belkemiğini oluşturan Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve
Ali bin Hüseyin dönemindeki sosyal olaylarla irtibatlandırmak mümkündür.
İçtimai olaylar, Şii iddiaları doğrulamamaktadır. Çünkü Şia'nın varlığından söz
edebilmek için, Şia kavramının içeriğini oluşturan temel fikirlerin kitlelere
mal olduğunu tespit etmek gerekmektedir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla, ne Hz.
Ali'nin, ne oğulları Hasan ve Hüseyin'in, ne de Ali b. Hüseyin'in etrafında, Şiilerce
iddia edildiği şekilde bir Şii farklılaşma ortaya çıkmıştır. Hz. Ali'nin
sağlığında, onun etrafında yer alan insanların, onun nass ve tayinle imam
olduğuna inanarak onu halife kabul ettiklerini söyleyebilmek pek mümkün
değildir. Bunun en önemli delillerinden birisi, Hz. Ali'nin Hz. Osman'ın
ölümünden sonra meşru halife olarak Müslümanların birliğini sağlayamaması,
zaman zaman savaşa gönderecek asker bulmakta sıkıntı çekmesi ve Sıffin’den sonra,
daha sonra Haricileri oluşturan bir grubun onun saflarından ayrılmasıdır. Eğer
insanlar Hz. Ali'nin nass ve tayinle halife olduğuna inanmış olsalardı, İslam
Tarihindeki ilk fırkalaşma olayı olan Haricilikten ve Haricilerden söz etmek
pek mümkün olamazdı.[4]
Diğer taraftan, eğer Kur'an'da herhangi bir ayet,
bizzat Hz. Peygamber tarafından Ali'nin imameti ile irtibatlandırılmamıştır.
Eğer böyle olsaydı Hz. Peygamber'in naşı ortada dururken, Müslümanların istikbalini
düşünerek, halife seçmek için bir araya gelen insanların, önce Ensar'dan birini
seçmek istemeleri, daha sonra da Hz. Ebu Bekir üzerinde karar kılmalarının ve o
esnada herhangi bir ayeti delil olarak kullanmamalarını izah etmek pek mümkün
olmazdı. Hz. Peygamber' in uğrunda gözünü kırpmadan ölümün üzerine giden sahabenin
başka türlü davranabileceğini düşünmek pek mümkün değildir.
Şia’nın doğuşu ve temel düşünceleri ile ilgili
meseleleri dayandırdıkları hadisler (Gadiri hum, kırtas hadisi) ise tamamen
kurgulanmıştır. Hz. Ali’nin hilafetine yordukları ayetler (5/3,55, 67; 8/75;
24/55; 33/33) adı üzerinde bir yorumdur.
Sünniliğin Doğuşu
Ehl-i sünnet
eğilimini, tarihi süreçte geçirdiği değişim ve ulaştığı sonucuyla tamamen
anlayabilmek için kapsamlı bir araştırmaya ihtiyaç vardır. Ehl-i sünnet çok
farklı anlam ve boyutlara sahip bir eğilimdir. İlk zamanlar Ehl-i Sünnet ve’l
Eser, Ehl-i Sünnet ve’l İstikamet, Ehl-i Hadis gibi isimler alır.
Kaynaklarda, ilk defa 900’lü yıllarda kullanılmaya
başlanan[5]
“Ehli Sünnet ve’l Cemaat” kavramını ve temsil ettiği düşünce yapısını anlamak
için, ortaya çıkışını ve hazırlayıcı sebeplerini iyi tespit etmemiz gerekir.
Öncelikle Ehl-i Sünnet’in omurgasını oluşturan ‘Ehli Hadis’ ten söz etmeliyiz. Onlar,
Fetihler sonrası büyüyen İslam topraklarındaki siyasi çekişmeler, İslam’a yeni
giren toplumlar ve yeni sorunlar karşısında geleneğin muhafazasını savundular.
Geleneğin taşıyıcısı olarak da hadislerin rivayetine büyük önem verdiler. Hz.
Peygamber ve dört halife dönemlerinde yaz(dır)ılmayan[6] hadislerin yazılması ve okutulması ile
uğraştılar. İmam Malik (ö.795) ile başlayan bu ekol, öğrencisi İmam Şafi
(ö.820) ile en iddialı dönemine ulaştı. İmam Şafi’nin öğrencisi Ahmet b. Hanbel (ö.854 ) ile de
daha katı bir hale büründü. Bu üç alim
hadis ile meşgul olmanın yanı sıra fıkıh ile de uğraşarak kendilerine özgü
fıkhi usüller geliştirdiler. Bu usuller ve görüşler, takipçileri tarafından
daha sonraları fıkhi mezhep haline getirildi.
Kur’an, inen ilk vahiyden itibaren yazıldığı ve
kaydedildiği halde, iki-üç kişinin not aldığı iki-üç forma ve h. 124 yılında
ölen Zühri’nin derlediği yaklaşık 2000 ve 179 yılında ölen İmamı Malik’in
derlediği rivayetler ve fetvalardan oluşan Muvatta dışında, hadisler ancak
ortalama iki yüz yıl sonra derlenip kayda geçmiş ve kitaplaştırılmıştır. Rivayetlerin başka milletlerin İslam
havzasına katıldıktan, fitne, bölünme ve çatışmalarla ümmet kamplara ayrılıp at
izi it izine karıştıktan ve toplumdaki anlayış bulandıktan sonra derlenip
kitaplaştırıldığı açısından, İmamı Malik, İbni Şihab Zühri gibi birkaç kişi
dışında, rivayetleri derleyip kitaplaştıranların büyük çoğunluğunun, Acem/Arap
olmayan milletlerden kişiler veya onların kültür ortamında yetişenler olması,
yani İslam havzasına çok yoğun olarak başka milletlerin katıldığı ve
kültürlerin karıştığı geç bir dönemde çoğu Arap olmayan kişilerin bu işi yapmış
olması bu işin ne kadar geç dönemde olduğunu göstermiyor mu? Elbette İslam açısından kişinin Arap veya
Acem olması önemli değildir ancak bu işe ne kadar sonradan başlandığını ve
rivayetlerde sonradan İslam’a giren milletlerin dinsel, kültürel, etnik veya
mezhepsel, siyasal ve ideolojik anlayışlarının ne kadar büyük rol oynadığını
göstermesi bakımından bu durum önemlidir.[7]
Üçüncü yüzyılın ortalarında hadis, kesin bir biçim
almış, hemen hemen bütün muhtevasını ayrıntılarıyla ortaya koymuş ve tam bir
başarı elde etmiş bulunuyordu. Muhteva söz konusu olunca, hadis, hicri ilk iki
yüzyıl içerinde Müslümanların gelişme ve ihtilaf halindeki (siyasi olanları da
dahil olmak üzere) dini düşünce ve görüşlerini açık bir biçimde yansıtmaktadır.[8]
Enbiya Yıldırım, Sahih hadis bulunmayan konuların
toplandığı ana başlıkları şöyle sıralarken, bu konularda hiç sahih hadis yoktur
anlamında olmadığının da göz önünde bulundurulmasını ister.[9] Mesela, iman konusunda Cibril hadisi diye meşhur olan
iman-islam-ihsan ile ilgili sahih hadis vardır. Ama ekoller, tasavvuf ve tarih
veren rivayetler konusunda sahih hadis yoktur. Enbiya Yıldırım’ın verdiği liste
şöyledir: İman-amel, Kur’an, Hz. Peygamber(as), melekler, ezan,
abdest-teyemmüm-mesh, namaz, dua, mescit, hacc-umre, kurban,
zekat-öşür-harac-infak, oruç, yemin-vasiyet-miras, kısas-had, tasavvuf, ilim,
nikah-aile hayatı, kadınlar, köleler-cariyeler, giyim kuşam, iş hayatı,
sağlık-taharet, ırklar-lisanlar, isimler-şahıslar-nesepler-ekoller, şehirler,
yemek, sebzeler-tahıllar-bitkiler-yiyecekler, hayvanlar, oyun-eğlence, gayri ahlaki
durumlar, bazı günler, tarih veren rivayetler.[10] Görüldüğü üzere ümmetin kafasının her konuda karışık
olmamasının hiçbir sebebi yoktur. Çünkü her konuda uydurma hadisler mevcuttur.
Ehl-i Hadis sağlıklı bir anlama ve yorumlama yöntemine
sahip olmadığı için, tasnifler, ilmî ve objektif olmaktan uzaktır. Buharî’nin
gerekse diğer hadisçilerin kullandıkları bab başlıkları bunu açıkça
göstermektedir. Câmi türü eserler, hem fakihlere hem kelamcılara, Sunen tarzı
eserler ağırlıklı olarak fakihlere, Ehl-i Hadis’in kaleme aldığı Kitabu’s-Sunne
ve Kitabu’t-Tevhîd adlı eserler ise daha çok kelamcılara birer reddiye
niteliğini taşımaktadır. Sunen tarzı kitaplardaki Kitabu’s-Sunne bölümleri,
başlıkları itibariyle Cehmiyye, Hariciyye ve Murcie mezheplerine cevap niteliği
taşımaktadır. Kitapların kronolojik sırası takip edildiğinde, yıllar
ilerledikçe yeni başlıkların da ortaya çıkmaya başladığı görülecektir. Buhari
ile kütübü sittenin altıncı kitabı kabul edilen İbni Mace’nin Sünen’i mukayese
edildiğinde bu kolayca tespit edilecektir.[11]
Ehli Hadis’in mensupları, Ehli Rey, Mu’tezile,
Hariciler ve Şia’ya şiddetle karşı oldular. Onları Sahabenin yolundan
ayrılmakla itham ettiler. Akıl yürütmenin ve eleştirinin yerine teslimiyeti ve
taklidi öne çıkararak, dini konular üzerinde konuşmamayı ve ibadete ağırlık
vermeyi savundular.
Ehli Hadis, Hz. Peygamber sonrası sahabenin birbirini
öldürdüğü ‘fitne dönemi olayları’ karşısında Ehl-i Sünnet’e de miras kalacak
bir suskunluk geliştirdi. Sahabenin dini anlamada ve yaşamada yanılmaz örnek
olduğunu savunmalarına rağmen birbirlerini öldürmelerini izah edemediler. Hz.
Ali’nin ve karşısındaki sahabe grubunun arasında tarafsız olduklarını ilan
ettiler. Bunu “sahabe fazileti” ile
açıkladılar.[12]
Sahabenin üstün olduğu, onları sorgulamanın saygısızlık olacağı, her birinin
doğruyu gösteren birer yıldız olduğu iddiası,
Ehl-i Hadis’in en hassas yanını oluşturdu.[13]
Oysa Kur’an sahabeleri eleştiriyordu.
Ehli Hadis’in
Emevi ve Abbasi iktidarları karşısındaki temel davranış biçimi; her
türlü siyasal tartışmadan uzak durmak, onların iktidarlarının meşruluğunu
sorgulamamak, Müslümanlara yaptıkları zulümlere karşı çıkmamak, hanedan’ın
İslam dışı davranışlarını eleştirmemek üzere şekillendi. Karşı duruşu tercih
eden Şia, Hariciler, Mu’tezile gibi gruplar, Ebu Hanife gibi ferdi şahsiyetler
karşı oldukları saltanat tarafından şiddetle cezalandırıldılar.
Abbasiler, kendilerine muhalif fırkaları sindirdikten
sonra ihtiyaç duydukları fikri desteği bulmak amacıyla Ehli hadis’le yakınlaşma
içine girdiler. 847 yılında Mütevekkil’in Ehli Hadis üzerindeki ‘mihne
baskısı’nı kaldırarak onların fikirlerini benimsemesi ile Abbasilerin resmi
mezhebi haline geldiler.[14]
İktidarın şemsiyesi altına giren Ehli Hadis,
Abbasilerin resmi fıkıhçıları olan Ehli Rey ile yakınlaşmak zorunda kaldı
diyebiliriz. Harici tekfircilik karşısında iman - amel ayrımını öne çıkaran
Mürcie ile de uzlaştılar. Bu tarihlerden itibaren Abbasi iktidarı, Ehl-i hadis,
Ehli Rey ve Mürcii unsurlardan oluşan koalisyon yeni bir isim kullanmaya
başladı; Ehli Sünnet ve’l Cemaat. Bu süreçten sonra Ehli Sünnet; belirli bir
mezhebi ifade etmekten ziyade, pek çok mezhep, görüş, zümre ve grubu çatısı
altında toplayan şemsiye bir kavram haline geldi. Karşısında ise “Bidat Ehli”
olarak isimlendirdikleri Şia ve Mu’tezile vardı. Şia, Abbasilere olan siyasal
muhalefeti yüzünden, Mu’tezile ise akılcı olmaları ve felsefeye olan ilgileri
nedeniyle gelenekçilerden veto yediler.
İkinci asırda hadisçilerle Mutezile arasında ortaya
çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı,
hadisçilerin, Hz. Peygamber’in sünnetine dayalı amel ve itikadı, kelamcıların
aklî muhakemelerinden ve onun tahripkar tesirlerinden korumak amacıyla yoğun
bir tedvin ve tasnif faaliyetine girmelerine vesile olmuştur. Bu suretle
meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek Mutezile’nin ve
gerekse diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir araya
getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve
sıhhatiyle ün salan Sahîhu’l-Buhârî’deki imân, tevhîd, kader, kitap ve sünnete
sarılma, haber-i âhad gibi bölümler ve bu bölümler içerisinde yer alan
hadisler, kitabın, kesinlikle İslâm dinini Mutezile ve benzeri mezheplerin
tasallutlarından korumak maksadıyla hazırlandığını isbat eder. Buna benzer
bölümleri Müslim’in Sahih’inde de görmek mümkündür.[15]
Buhârî aynı şekilde fıkhî konularda Ehl-i Re’y’e
karşı Ehl-i Hadîs’in görüşlerini destekler mahiyetteki sahih hadisleri rivayet
etmekte ve bunlara dayanarak bab başlıklarında onların görüşlerine karşı
çıkmaktadır.[16]
900’lü yıllarda Eşari (ö.942 ) Irak’ta, Maturidi
(ö.944) Maveraünnehir’de, Tahavi (ö.933) Sünniliğin kelami alt yapısını
oluşturdular. Abbasi Halifesi ve bölge
sultanlarının desteği ile Ehl-i Sünnetin yaygınlaşmasını sağladılar.[17] 1020 yılında Abbasi Halifesi el-Kadir
billah’ın emri ile Resmi bir Ehl-i Sünnet itikadı hazırlanarak[18]
hazır bulunan ulemaya imza ettirildi ve halka ilan edildi. Bu itikadnameye
muhalefet edenlerin fasık ve kafir oldukları bildirildi. Bundan sonra başta
Gazneli Mahmut olmak üzere yerel yöneticiler bu tavrı benimsediler. Ehli Sünnet
dışı tüm fırkalar (özellikle Mutezile ve Şia) takibe alındı. Bunlardan,
hapsedilenler, öldürülenler oldu. Değişik yerlerden toplanan Mutezile
mensuplarını hapsetmek için Azdar bölgesinde bir hapishane yapıldı. Gazneli
Mahmud’un emriyle, Mutezile’ye ait kitaplarla beraber felsefe ve astronomi
kitapları da yakılırken, Mutezile mensupları Horasan’a sürüldü. Rey
kütüphanesinde yakılan kitapların, sadece fihristinin 10 bin cildi bulduğu da
rivayet edilmektedir.[19]
Kelam,
Sünniliğin gelişmesinde ve onun müesses bir mezhep halini almasında merkezi bir
rol oynamıştır.[20] 1100’lerde ise Gazzali (ö.1111) Ehl-i Sünnet ile
Tasavvufu uzlaştırdı. Bu bir bakıma Ehl-i Sünnet uleması nezdinde tasavvufun
meşrulaştırılması anlamına geliyordu. Bu tarihten sonra tarikatler özellikle
Selçuklu sınırları içinde daha aktif hale geldiler.[21]
Tasavvuf, her ne kadar erken dönemlerde bazı öncüleri
olsa da belirli bir disiplin olarak H. 2. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Zamanla
felsefe, Hint mistisizmi, Şamanizm, Hristiyanlık, Fars (:İran) kültürü, Afrika
fetişleri[22]
Zün Nun Mısrı aracılığıyla geçen Mısır dinindeki sihir, büyü, harf ve sayıların
anlamları ve Yahudilerden geçen batını yorumlardan etkilenerek kendi başına bir
inanç ve yaşantı sistemi (:din) olmuştur. İbn Arabi’nin (1165-1240) Endülüs’te
başlayıp buranın hıristiyanlığından ve felsefesinden bir şeyler alan, sonra
sırasıyla Kuzey Afrika kavimlerinin paganik özelliklerinden, Mısır’ın eklektik
düşünce ve inancından, Anadolu ve İran şamanizmi, zerdüşlüğü ve maniheizminden,
Suriye’nin İsmaililiğinden çok şeyleri alıp oluşturduğu tasavvuf düşüncesi onun
yeni bir inanç (:din)oluşturmasının göstergesidir.
Müslümanların tarihi içinde oluşan bütün mezhepler,
içinde bulundukları siyasal ortamda oluşan sorunlar karşısındaki farklı
duruşları neticesinde şekillendiler. Diğer tüm siyasi, itikadi mezhep ve fikri
akımlardan sonra ortaya çıkan Ehli Sünnet, daha çok mozaik bir yapı oluşturdu.
Üzerinde uzlaşılan bir Ehl-i Sünnet tanımı yapılamadı. Hatta yapı içerisinde
farklı olan diğerlerini Ehli Sünnet dışı
sayan bir çok alim çıktı. Örneğin Eşari; Ebu Hanife ve ashabını Ehl-i
Sünnet’ten saymamaktadır.[23]
Sünniliğin temelini
oluşturan hadis külliyatı gerçekte, İslamlaşan halkların kendi oluşturdukları
sentez bilgilerdir. Sünnilik inanışında hadis öğretileri din (haram) koyar ve
Kur’an hükümlerini geçersiz yapabilir (nesh). Bu anlayış ise Hz. Peygamberi
Allah’a ortak koşmaktır. Zira din koymak sadece Allah’a mahsustur. Hz.
Peygamber haram (din) koyucu değildir. Tahrim/6. ayeti bize bunu söylüyor: “Ey
Peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek, Allah'ın sana helal kıldıklarını
niçin haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” Kur’an
musiki tarzlarda sadece feyz ve sevap alınması için okunan kutsal kitap
anlayışına sokulmuş ve Allah’ın insanlara hitabı ortadan kaldırılmıştır. Başka
deyişle Kur’an terk edilmiş (25/30) ve Hz. Peygamber adına rivayetler
kullanılarak eski inançlar İslamlaştırılmıştır.
Sünnî düşünce geleneği boyunca adları sembolleşmiş üç
düşünür Şafiî, Eşarî ve Gazalî'dir. Şafiî, fıkıh ve şeriat; Eşarî, itikat/kelam;
Gazalî ise felsefe ve tasavvuf alanlarında etkili olmuşlardır. Bunlar arasında
Şafiî'nin rolü daha büyük olmuştur. Çünkü o, kurucu bir işlev görmüş ve
Eşarîliği temele yerleştirmiştir. Gazalî'nin etkisi bu paradigmayı birbirinden
farklı alanlara uyarlamak ve onu yaygınlaştırmak olmuştur. İslam geleneği
içinde bu kampanyanın etkileri oldukça derinlere nüfuz etmiştir. Sonuçta Eşarî
teolojisi, Müslümanlar arasında dinlerinin entelektüel bir ifadesi olarak genel
kabul görmüştür. Bu yüzden, Müslüman geleneksel anlayışının içyapısını ve güç
kaynağını anlamak için Eşarî ekolüne bakmak zorunludur.[24]
Kur’an Bizi Vahdete
Çağırıyor
Toptan Allah’ın
ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki
nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını
uzaklaştırıp ısındırdı ve siz onun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız.
Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki,
hidayete erersiniz diye, Allah ayetlerini işte böyle açıklar. (Al-i İmran/103).
Kendilerine açık deliller getirdikten sonra ayrılığa düşüp ihtilaf edenler gibi
olmayın. İşte onlar (evet) onlar için büyük bir azap vardır. (Al-i İmran/105). Muhakkak
müminler kardeştirler…” (Hucurat/10). “… Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa
düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah’a ve elçiye
götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa/ 59). Ey
insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız
için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız,
(Allah’ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korkanınızdır. (Hucurat/13). “…
İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde
yardımlaşmayın.” (Maide/2).
İslam dünyası Kur’an
etrafında bir araya gelebilirse dünyadaki zulmü ortadan kaldırabilir. İçeriğini
tamamıyla Kur’an’ın belirlediği tevhidi bir istikamet için bir araya gelinirse
dünya yaşanılabilen bir dünya haline gelecektir.
Tarih boyunca Kur’an’ın
rehberliğinden uzaklaşan Müslümanlar aralarındaki tefrikaların rahmet olduğuna
inan(dırıl)mış bu fırkalaşmanın hayır olduğunu ileri sürmüşlerdir. Müslümanlar
modern düşüncenin etkisiyle demokrasiye ait olan çok çeşitlilik, çok seslilik,
çoğulculuk gibi söylemleri “ihtilafta rahmet var” vurgusuyla besleyerek
içselleştirmiş, düşüncelerindeki farklılıkları zenginlik olarak görür
olmuşlardır. Oysa birbirini yok sayan yok etmeye çalışan bir farklılık
(ihtilaf) zenginlik sayılamazdı.
İslam dünyası siyasal
birliği sağlayabilirse, inançta da birliği sağlamaya adım atmış olacaktır. Mezhep,
tarikat ve cemaatin beşeri-siyasi oluşumlar olduğunu anladığımız gün, Müslümanları
tekfir etmenin çok büyük bir vebal olduğunu da anlarız. Mezhep, tarikat, cemaat
İslam dünyasının bir gerçeğidir; ancak Müslüman olmak için bunlara bağlı olmak
diye bir zorunluluk yoktur. Müslümanlık en üst bir kimlik olarak geliştiği
zaman, farklılıklar zenginlik olarak anlaşılabilir. İslam, hiçbir mezhebin,
tarikatın, cemaatin tekelinde değildir. Kur'an, Kur'an'ın dışındaki hiçbir
bilgiye, kendisiyle eşit muamele yapılmasına izin vermez. İslam/Kur’an Şiilik
ve Sünnilik arasında buharlaş(tırıl)mıştır.
Bugün Müslümanları
ifade edecek tek kelime “kuşatılmışlık”tır. Bundan daha acı olanın ise
kuşatılmışlığımızı kabul etmememiz olmasıdır. Bunu kabullenmemenin tek sebebi
vardır. Müslümanın birey olarak kendini
dini, milli otorilere (!) bağımlı olma zorunluluğu duymasıdır. Bu Müslümanın
kendine gönüllü yular takmasıdır. Bu da doğal olarak, eleştirmeme, kutsama,
hata yapmaz görme, o her şeyi bilir, biz ondan iyi mi bileceğiz vb. kabulleri
peşinden getiriyor. Büyük bir tutuculukla korumaya çalıştığımız eskiye dair
kültürel konservelerin son kullanma tarihi geçmiştir. Bunların, bırak dünyayı,
Müslümanları bile dönüştüremeyeceği ortadadır. Eskinin her şeyi kötü olmadığı
gibi, yeninin de her şeyi iyi değildir. Bugün insanlığın Kur’an’a/İslam’a
ihtiyacı var, Kur’an’ında/Müslümanlığın da doğru temsil edilmeye ihtiyacı var.
[1]
Savi, Haşiyetu’s-Savi Ale’l-Celaleyn, 3/10
[2]
Taberî, Tarih, III, 207
[3]
Hasan Onat, İslama Giriş- Evrensel Mesajlar (Diyanet İşleri Başkanlığı), s.
257-258
[4] Hasan Onat,
Şiiliğin Doğuşu Meselesi (Birinci Hicri Asır) isimli makalesi, s.112-133
(Ankara İlahiyat Dergisi)
[5]
Muammer
Esen, Ehli Sünnet: Kavramın Oluşum ve Gelişim
Süreci, s.79
[6]
Hz. Ebubekir Peygamberimizin
vefatından sonra halkı toplamış ve onlara şöyle demiştir: “Sizler Allah’ın
elçisinden farklı hadisler naklediyorsunuz. Bu durumda sizden sonrakiler daha
büyük anlaşmazlıklara düşecektir. Allah’ın elçisinden hiçbir hadis nakletmeyin.
Sizden hadis nakletmenizi isteyenlere deyiniz ki: İşte Allah’ın Kitabı aramızda,
onun helalini helal kılın, haramını haram görün.” (Zehebi, Tezkiratul Huffaz 1/3)
Hz. Ömer diğer
şehirlerdeki sahabilere de mektuplar yazarak ellerinde yazılı bulunan hadis
mecmualarını yok etmelerini istedi.
(İbni Abdil Berr, Camiul Beyanil İlm ve Fazluhu 1/64-65)
[7]
İbrahim Sarmış, Hadisler Kur’an’la Eşdeğer midir, 325-326
[8]
Fazlurrahman, İslam, 88
[9]
Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri, 170
[10]
Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri, 170-253
[11]
Mehmet GÖRMEZ, Metodoloji Sorunu, 76
[12] Buhari, c.2, s.3
[13]
Mehmet Evkuran, Sünni
Paradigmayı Anlamak, s.82
[14]
Mesudi, Murucuz- Zeheb
c.4, s.76-86
[15]
Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, 230
[16] Mehmet Bilen, Buharî’nn Fakihliği
Meselesi, DÜİF der. VI/2, s. 36-37.
[17]Muammer Esen, Ehli Sünnet Kavramın Oluşum ve Gelişim Süreci,
s.85; Taftazani, Şerhu Akaidi Nesefi, s. 16
[18] Bu akaid metni için bkz. Muhit Mert, Kelam Tarihinin
Problemleri, s.102
[19]
İbnul Cevzi, el- Muntazam c.4
s.303
[20]
Watt İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, 3.317
[21]
Fazlurrahman, İslam, 176
[22]
İlkel toplumlarda tapınılan ya da uğur getirdiğine, kişiyi koruduğuna inanılan
nesne.
[23]
Eşari, Makalatü’l İslamiyyin
s.138
[24] Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı
Anlamak,
s.95
Yorumlar
Yorum Gönder