TARİH BİLİNCİ
TARİH
BİLİNCİ
“İnsanın Dört Zindanı" Ali Şeriati'nin ahlak üzerine yazdığı
oldukça etkileyici bir kitap. Şeriati kitabında insanın dört ayrı zindan
içerisinde hapis olduğunu ve bu zindanlar içinden hayatlarını devam ettirdiği
ve davranışlarda bulunduğunu belirtmektedir. Bu dört zindan: 1- doğa/tabiat, 2-
Tarih, 3- Toplum, 4- Benlik.
Bugün Müslümanların alt
kimlik olarak kendilerini tanımladıkları, Sünnilik, Şiilik, Selefilik vb. mezhebi
yapılar; insanın kendisi olmasını engelleyip tarihin bir nesnesi konumuna
düşürmektedir. Bütün bu mezhebi yapıların oluşmasına sebep olan gerçeklik ise
hükümranlık tutkusudur.
Toplumların kültür ve
ufkunun, karizmatik dini ya da politik liderlerin aklıyla sınırlı hale gelmesi
halinde; toplumlarda kültürel, entelektüel ve felsefi bir gelişme, üretkenlik
ve hareketlilik yaşanamaz.
Müslümanlar, kendilerinden
önce yaşayanların düşüncelerini ve yorumlarını mutlaklaştırdıkları için, bugüne
ilişkin sorumluluklarını yerine getirmek üzere düşünme ve içerik üretme
ihtiyacı duymuyorlar.
Tarih zindanının tutuklusu
olan Müslümanlar kişiliğini ve ne olacağını kendisi seçmemiştir. Tarih Müslümanların
dinini de seç(tir)miştir. Tarihin bulunduğu topluluk hangi dine mensupsa
Müslümanlar da bu dine (mezhebe) mensup olmak zorunda kalmıştır. Benim seçme
hakkım var mı diye düşünmemektedirler. Peki, insan bu tarih zindanından nasıl
kurtulabilir ve varlığını keşfedebilir? Eskiden durum böyle olamazken, çağdaş
insan bunu algılayabilir ve seçme hakkının olduğunu fark edebilir. Birçok kavim
görüyoruz ki göçebe boylar halinde iken bu süreçleri fark ederek seçim yapmış
ve burjuvazinin ötesinde bir aşamaya geçebilmiştir. Demek ki çağdaş insan bu
zindandan farkındalık ile kurtulmayı başarabilir ve başardığı zamanlar da
olmuştur.
Müslümanlar bugün inanç ve
bilinç olarak ise tarihin nesnesi durumundadır.
Güçlü medeniyet
mirasçılarının özellikleri incelendiği zaman, bu insanların sahip oldukları
niteliklerden birisinin sağlam bir şuur ve bilinç olduğu görülür. Bu güçlü
bilincin temelinde ise tarih bilinci yatmaktadır. Müslümanların akılcı
bir biçimde zaman, değişim, süreklilik, çatışma, kırılma, dün, bugün ve gelecek
ilişkisini görmeyi de gerekli kılan tarih bilincini kazanmaları gerekmektedir.
Tarihsel bakış açısı
tarihsel verilerden yola çıkarak insanların geçmişteki düşünme şekillerini ve
eylemlerinin nedenlerini anlama sürecidir. Bu çerçevede geçmişte insanların
nasıl düşündükleri ve bu düşünme süreçlerinin nelere yol açtığını
görülebilmelidir.
Doğru olmayan tarihsel
bakış açısından en çok din ve Müslümanlar bedel ödemiştir. Müslümanlar tarihten
dersler çıkaracakları yerde siyasal ayrışmalarda taraf olma yanlışına
düşmüşlerdir. Elbette taraflardan haklı olanlar vardır.
Tarihsel düşünme
becerileri içinde tarihin yapısını en iyi açıklayan kavramlar arasında değişim
ve süreklilik de yer almaktadır. Değişim ve süreklilik kavramları geçmişten
bugüne nelerin değiştiğini ve nelerin aynı kaldığını bize gösteren temel iki
kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer kendimiz kalarak değişimi
yönetmişsek tarihi iyi okumuşuz demektir.
Sebep ve sonuç kavramları tarihin sağlıklı bir
biçimde öğrenilebilmesi için tarih bilincinin üzerine dayanması gereken iki
temel kavramdır. Tarih bilincinin geliştirilmesi sürecinde geçmişteki dönüm
noktalarında alınan kararların ne tür sonuçlar doğurduğu Müslümanların iyi
okumaları gerekir. Fakat hamaset sahabeleri, alimleri, ecdadı ve padişahları
eleştirmek bizim haddimize değildir, diyerek Müslümanları susturmaktadır.
Aldıkları kararların yanlış olduğunu
sonuçları alenen ortaya koyduğu halde “Büyükler bizim hikmetini bilemediğimiz
yönleri görmüştür.” veya “Büyüklerin işine akıl ermez.” klişesiyle
Müslümanların ağzı kapatılmaktadır.
İbn Haldun ( 1336-
1406), tarih yazıcılığını rivayete dayanan tahkiye etmekten çıkarıp izah etme,
açıklamaya dayanan bir 'bilim' haline getirmeyi denemiştir. O, tahkiye usulü
tarih yazıcılığını kendi eserinin girişinde şöyle eleştirmiştir:
Tarihçiler, müfessirler
ve hadisciler naklettikleri haber ve rivayetlerin doğru veya zayıf olduğunu
incelemeden yalnız nakil ve rivayete güvenerek aktardıkları; (rivayet ettikleri
hadislerin ilmi) kanun, usul vb. karşılaştırmadıkları, hikmet ve felsefe
bakımından incelemedikleri, kainat ve tabiat yasalarına göre
ölçmedikleri, naklettikleri haberler üzerinde dikkatle
düşünerek haber verilen hadise ve olayların vukuunun mümkün olup olmadığına
bakmaksızın naklettikleri için çok yanılmışlar, doğru yoldan saparak vehim ve
hata çöllerinde yollarını kaybetmişlerdir.[1]
Bilindiği gibi İbn
Haldun'un temel sorunu sadece bilimsel anlamda gerçekte tarihte 'ne oldu'ğu
değildir; onun 'ümran ilmi'nin asıl konusu olayların niçin öyle olduğudur.
Bugünkü deyimle, o tarih felsefesi ve sosyoloji yapmıştır. İbn Haldun, Cemil
Meriç'in deyimi ile "semasında tek yıldız olarak kalmış, ondan sonraki
tarih yazıcılığı da 'vakanüvisçiliğe' devam etmiştir. Sebeplilik düşüncesinin
zayıf oluşundan dolayı toplumsal tarih, olaylar tarihinin gölgesinde kaybolmuştur.
Geçmişte yaşanan olayların ayrıntıları ve bu olayların yaşanmasında aktif rol
alan kişilerin ideallerini/aidiyetlerini/eylemlerini ya da niyetlerini bilmek
ya da tahmin etmeye çalışmak, olup bitenleri daha doğru okuyabilmemize yarar.
Emevilerden Abbasilere,
Moğollardan Selçuklulara Osmanlıdan Cumhuriyet tarihine kadar bildiklerimiz
arasında acaba ne kadarı gerçeğe, ne kadarı ezbere dayanıyor?
Tarihe bakışımızda
ideolojilerimiz devreye giriyor. İdeoloji ve “tarih yorumu” birbirini sürekli
besleyen sarmaldır. İdeolojilerimiz, geçmişte gerçekleşmiş olayları kendi
penceresinden yorumlamaya başlıyor, farklı anlatımları görmezden gelerek es
geçiyor, takdir hakkının kullanıldığı yerlerde de tabii ki nalıncı
keseri muamelesi devreye giriyor.
İnsanın yüklendiği
emaneti anlamlı kılan, onu tarih karşısında sorumlu, olumlu ve olumsuz güçlerle[2] donatılmış olmasının
sonucudur. Fert veya toplumun ruhî durumu, ahlakiliği, hayata bakışı, insanlar
arasındaki ilişkilerin şekli, Allah ve varlık karşısında takındığı tavır ve
konumu bir medeniyetin veya toplumun tarihi seyrini etkileyen en önemli faktörlerdir.
Kur'an, tarihin oluşum
seyrini sınıfsal, ekonomik veya ulus vb. temelli ele almaz. Kur’an’a göre
tarihin akış seyri akide temellidir.
Tevhit ve şirk ekseninde gerçekleşir.
Geniş anlamıyla tarih, Allah'ın iradesini hayatın bütün alanlarında
geçerli kılmaya çalışan topluluklarla, Allah’ın iradesini hayatın bütününde
veya bir kısmında gerçekleştirilmesini istemeyen toplumlar arasındaki mücadele
alanıdır. Kur'an'a göre insanların ya da toplumların ekonomik, ulusal ya da
sınıfsal duruşları onların bu iki eksenden (tevhit-şirk) birini tercih
etmeleriyle alakalıdır. Ya da onların Allah ile kendileri arasındaki ilişkileri
nasıl belirleyecekleri konusundaki kararlarıyla irtibatlıdır.
Kur'an'ın tarih
algısında "eleştirellik" önemli bir yer tutar. Kur’an, tarihi ya da
tarihin belli bir dönemini bütün olarak ne meşrulaştırır, ne de kutsar. Tarih
eleştirilmek ve geleceğe yönelik dersler çıkarmak için gözler önüne serilir. Bu
eleştirisini tevhit, hakikat ve ilke temelinde gerçekleştirir.
Kur'an'ın tarih fikri
donuk, olup-bitmiş ve tekrarlanması mümkün olmayan bir geçmiş algısı, tasavvuru
değildir. Aksine geleceğin kurulmasında bir zemin teşkil eden tarih ileriye
dönüktür ve ânı yaşayanlara dinamizm, hareket ve süreklilik kazandırma yanında
atılımcı ve devrimci bir ruh aşılar. Geçmiş, ânı yaşayanlara sunulur ve bununla
geleceğin nasıl kurgulanacağına ışık tutulur. Bu nedenle Kur'an'ın önemli bir
bölümünü oluşturan kıssalar, ibret alınmak ve geleceği bu tecrübe ve birikim
ile kuşatmak ve inşa etmek için anlatılır. Kur'an'ın geleceği oluşturmada
kalıcı etkilerinin olduğunu kabul ettiği bu tarih gerçeğe dayalı bir tarihtir.
Kur’an, sadece tarihi
bilgileri aktarmak ya da bu bilgileri yorumlamakla tarih ilmine katkıda
bulunmaz. Aynı zamanda, tarihin seyri içerisinde insanın yanı sıra, tarihin
şekillenişinde rol alan ilâhî müdahalenin gerçekliği, söz konusu müdahalenin
sebepleri, sonuçları, dereceleri, şekli ve zamanı konusunda verdiği bilgilerle
de tarihe önemli katkılar sunar. Kur’an, tarihin oluşumunda “insanı mutlak
özne” kabul eden pozitivist tarih anlayışının aksine, Allah’ın tarihi, insanla
birlikte ördüğüne vurgu yaparak, tarihin doğru imkân sunar.
Kur’an’ın tarih yasası,
tarihin seyrinde Allah’ı özne, toplumları ise nesne olarak görmez. Kur’an’da da
anlatıldığı gibi, toplumların varlıklarını sürdürmeleri ya da cezalandırılıp
yok olmaları, Allah’ın keyfiliğine göre değil de toplumların tercihlerinin
doğal bir sonucu olarak gerçekleşir. Dolayısıyla toplumların yaşam şekilleri ve
akıbetleri ezelde belirlenmemiştir. Bu bağlamda, toplumların yaşam kalitesini,
şeklini, gidişatını ve akıbetini belirleyen toplumun eylemleridir. Allah’ın
cezayı hak etmeyen bir toplumu cezalandırması veya ilahî yardıma layık olmayan
toplumlara yardım etmesi, O’nun adalet ilkesi ve tarih yasasıyla örtüşmez.
Yorumlar
Yorum Gönder