KUR’AN’DA ALLAH MERKEZLİ DİLİN ALLAH TASAVVURUNA YANSIMALARI
KUR’AN’DA ALLAH MERKEZLİ DİLİN ALLAH TASAVVURUNA YANSIMALARI
Kur’an’ı sadece dil
düzeyinde anlamaya çalışmak, onun anlatmak istediği esas maksadı gözden
kaçırmamıza sebep olabilir. Kur’an dil olarak nazil olduğu dönemin insanlarının
edebî zevklerine riayet edip muhataplarını etkilemek için her dilde var olan
söz sanatlarını, ifade tarzlarını içerisinde barındırmaktadır. Özellikle
Allah’ın sıfatları ile ilgili bilgilerin verildiği ayetlerdeki temsîlî anlatımı
göz ardı ederek, müşebbihe ve mücessime
gibi lafzı merkeze alıp Allah’a el, yüz, ruh, arş, kürsü isnat etmek gibi
insanı büyük sapmalara götürebilir. Oysa bir metnin ve sözün “ne dediği” kadar, “ne demek istediği”de
önemlidir.
Kur'an'ın kullandığı dil
nasıl bir dildir? Bu soru oldukça önemlidir, çünkü birçok dini anlayış
Kur'an'ın nasıl bir dil kullandığını tam olarak anlayamadığından ortaya
çıkmakta ve vahim yanlışlıklar yapmaktadırlar.
Kur'an'da sıklıkla "Kâfirlerin kalplerini
mühürleriz, kulaklarına, gözlerine ve kalplerine perde çekeriz",
"Hidayete erdiren de, delalete düşüren de biziz", "Dilediğimizin
rızkını daraltır dilediğimizi genişletiriz", "Rüzgarı estirir,
yağmuru yağdırırız", "Zulmedenleri sayha (zelzele, tufan vs.) ile
helak ederiz" türünden ifadelere rastlanır. Kur'an'ın genelinde Allah'a izafeten
"biz" (inna) siğasının kullanıldığı "Allah-merkezli" bir
dil kullanılmaktadır. Bütün oluş ve akış "biz" (inna) ifadesiyle
anlamlandırılmakta, Allah'ın dışındaki diğer tüm varlıklar ikincil duruma
indirgenmektedir.
Allah merkezli dil Kur’an’ın
özellikle Mekki ayetlerinde yoğun olarak gözlemlenen ve vahyin sonuna kadar
varlığını koruyan temel ifade özelliklerinden biridir. Bu ifade biçimini
doğuran etken, Mekke müşriklerinin dünya
görüşleridir. Mevcut Allah fikirlerinin ahlaki alanda hiçbir işlev görmediği için
Allah’ın tarihe bit tür müdahalesidir Allah merkezli dil.
Kur’an’ın anlatışında, bütün olayların gerisinde, mutlak irade ve güç sahibi
Allah vardır. Makro ve mikro boyutuyla, fizik âlemin bütün olaylarında yegâne
fail O’dur. Yıldızları sevk ve idare eden Allah olduğu gibi[1]
spermanın teşekkülünden, yumurta hücresiyle birleşip yeni bir yaratığa
dönüşmesine kadar geçen bütün safhalarda yine Allah vardır.[2]
Tarih alanında da toplumları varlık sahnesine çıkaran, hâlden hâle geçiren ve
nihayet yok eden O’dur.[3]
Hidayet-Dalalet
Kur’an’ın “Allah istediğini
hidayete, istediğini dalalete sürükler” veya “Allah bazı insanların kalplerini
hakikate karşı mühürlemiştir”[4]
gibi ifadeleri sık kullandığı bir gerçektir. Ama bundan çok fazla tekrarladığı
şudur: “Allah adaletsize doğru yolu göstermez”, “Allah haddi aşanları
hidayete erdirmez”, “Allah takva sahibi olanları, dinleyen ve ihlaslı olanları
doğru yola iletir”[5] ve
“onlar eğrilince Allah da onların
kalplerini eğriltti.”[6] Bütün
bu ayetlerden anlaşılıyor ki insan hidayeti ve dalâleti hak edecek bir şeyler
yapmaktadır.
Allah iradesini
kötüye kullanan ve iradesiyle küfrü, şirki, zulmü ve fıskı seçen insanları
hidayete erdirmiyor. İradesiyle imanı, İslam'ı, hakkı seçen insanları hidayete
erdiriyor. Yani onların kendi iradeleriyle seçtiği hidayet ve dalalet yolunda
gidecek güçlerini, kuvvetlerini yaratıyor. O halde hidayetin ve dalaletin
Allah'tan olması kulun iradesini dışlayan bir anlam ifade etmiyor.
Kur’an’da hateme,
tabea, leane kelimeleri aynı anlama gelmekte olup “mühürledi” anlamını ifade
etmektedir. Mühürleme kavramından Allah insanları saptırdığı zaman,
kendilerinin içinde bulundukları körlük durumunu, yani Allah’ın uyarılarını anlamaktan
aciz olma halini, yahut Allah’ın onları terk etmesini anlamak gerekir. Bu durum
bazen Allah’ın bu kişilerin kalplerine mühür vurması, yahut kilit vurması
ifadeleriyle veyahut da benzeri mecazi ifadelerle anlatılır. Bazen de bu
durum sadece ilahi kudretin bir icrası olarak dile getirilir, fakat başka
zamanlarda bu, insanın küfrünün bir neticesi olarak anlatılır. Bu konuyla ilgili ayetler siyak-sibak
ilkeleri ve Kur’an bütünlüğü göz önüne alınmadan tek başına okunduklarında insanı
yanlış anlamaya götürmektedir. Misal olarak bazı ayetlerde insanların
kalplerini bizzat Allah’ın mühürlediği,[7] Allah’ın
kalplerini katılaştırdığı,[8] Allah’ın
kalplerini çevirmesi,[9] kalplerini
perdelemesi, örtmesi,[10] Allah’ın
kulaklarına ağırlık koyduğu,[11] ifadeleri
geçmektedir. Bu ifadeleri Kur’an’ın bütünlüğü içinde anlamaz ve ayetleri dar
bir çerçevede, tek başına ve lafzi
olarak değerlendirmeye kalkarsak, yanlış sonuçlara varmamız kaçınılmaz
olacaktır. Meseleye dair ayetleri şu ayetlerle birlikte düşünmek ve
değerlendirmek zorundayız. Allah insanların kalplerini kendi davranışları
sonucunda mühürlemekte[12] ve
insanların davranışları neticesinde kalplerini katılaştırmaktadır.[13] Yani
bu insanların inkarları,[14] haddi
aşmaları,[15] önce
imanı seçip sonra küfre düşmeleri,[16] mütekebbir
ve gaddar olmaları,[17] hevalarını
ilah edinmeleri[18] ve
ona tabi olmaları,[19]
gibi nedenlerden dolayı Allah’ın onların kalplerini mühürlediği ve dolayısıyla
sapıklığa düştükleri ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Allah: “Biz insanları hangi
yöne isterse çeviririz.”[20] “Bir
millet kendisini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”[21] ve
“İlkin ona inanmadıklarından dolayı gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz.”[22] buyurarak
insanların kendi yollarını kendilerinin çizdiklerini belirtmektedir. İlgili
ayetler siyak-sibak çerçevesinde ve Kur’an bütünlüğünde ele alındığında durup
dururken Allah’ın insanların kalplerini mühürlenmesinin söz konusu olmadığı, eylemlerinin
sonucunda bunu hak ettikleri açıkça anlaşılmaktadır.
Kur’an’da Allah’ın
saptırdığını,[23] insanların
birbirlerini dalâlete sürüklediğini[24] insanların
dalâlete düşmelerinin yine kendi hür iradelerine bağlı olduğunu,[25]
insanları
şeytanın,[26] putların[27] ve
cinlerin[28] saptırdığını
gösteren ayetler bulunduğu gibi insanların davranışları neticesinde dalalete
düştüklerini ortaya koyan ayetler de vardır.[29] Ayrıca
tebliğ ve imar göreviyle vazifelendirdiği Peygamberler gelmedikçe Allah’ın
insanları sorumlu tutmayacağı ile ilgili ayetler de mevcuttur.[30]
Kur'an Allah merkezli dille
kozmik oluş ve akıştaki "Allah" gerçeğini unutan veya inkâr edenlere
seslenmektedir. Nankör her insanın vicdanında "bilinç" uyandırmak
istemekte, uyanan bilincin de kalıcı olmasını murat etmektedir. Kur'an'ın
"biz" (inna) ifadesinde odaklanan "varlığın diliyle"
konuşan üslubunu anlamak, bizi lafzilik, şekilcilik ve yüzeysel okuyuşlardan
kurtaracak, Kur'an'ın deruni boyutuyla dinamik bir ilişki içine girmemizi
sağlayacaktır...
İlahi hitabın tabiatı,
unutkan ve nankör muhatabına Allah’ı hatırlatmak üzere inşa edilmiştir. O
bilmektedir ki insanların büyük çoğunluğu gaflet ve delalet içindedir. Bu nedenle
"Allah" kavramını her fırsatta hatırlatmaktadır. İnsanlarda
"Allah" şuuru uyandırma amacında olan Kur'an'ın dili
"Allah" kavramı etrafında örülmüştür. Nitekim Kur'an'da en çok geçen kelime
Allah (zamirler hariç 2697 defa) kelimesidir. Allah kavramı öne çıkarılarak
diğer varlıklar ikincil duruma indirgenmiştir. Bu, onların özerk benliklerini
ve bağımsız varlıklarını yok saymak anlamında değil, Mutlak Varlık'ın oluş
süreci içindeki "zorunlu" fonksiyonunu kavratmak içindir.
Yağmurun Yağdırılması
Görmedin mi: Allah bulutları azar azar sevk
eder; sonra onları birleştirir ve üst üste yığar. Derken, onun arasından
yağmurun çıktığını görürsün. Allah gökten öyle dağlar indirir ki, bazen onda
dolu da bulunur; onu Allah dilediği kimsenin başına indirir, dilediğinden de
uzak tutar. Onun şimşeğinin parıltısı ise gözü alacak gibidir (Nur 24/43).
Rüzgârı rahmetinin önünde müjdeci gönderen de
O’dur. Nihayet o rüzgâr ağır bulutları yüklendiğinde, Biz onu ölü beldelere
gönderir, sonra ondan suyu indirir, o suyla da yerden her türlü ürünü
çıkarırız. Ölüleri de kabirlerinden Biz böyle çıkaracağız. Umulur ki düşünür ve
ibret alırsınız (A’raf 7/52).
Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik, gökten bir
su indirip sizi suladık. O suyu hazinelerde saklayan siz değilsiniz (Hicr
15/22).[31]
Ayetlerde bulutların aşılayıcı rüzgârla
sürüklenerek dağlar gibi bir arya getirilmesi, onlardan yağmurun indirilmesi, o
yağmurla ölmüş toprağın diriltilmesi, topraktan bitkilerin bitirilmesi, bu
yağmurla bazılarının cezalandırılması, bazılarının ise uzak tutulması olayları
Allah’ın evrene koyduğu, meteoroloji kanunlarına göre gerçekleşmesi fiziksel
bir yasa olmasına rağmen Allah bunları hep kendisinin yaptığını anlatır.
Kâinattaki her varlığın yaratıcısı Allah’tır.
Kâinattaki bütün fiziksel, kimyasal ve biyolojik yasaları koyan da Allah’tır.
Yukardaki ve diğer ayetlerde geçen fiillerin faili olarak Allah’ın kendisini
zikretmesi, ayetlerde sayılan olaylar her ne kadar bu yasalara göre cereyan
etmekte ise de buradaki amaç bu yasaları koyan gücü nazara vermektir. Bu hadislerin
kendiliğinden olmadığını beyan etmektir. Böyle bir dilin kullanılmasından amaç,
Allah’ın her şeyin üstünde egemen olup yaratıcısının kendisi olduğunu ve herkese
her şeyi kendisinin verdiğini hatırlatarak insanların yalnızca O’na kulluk
etmelerini açıklamaktır.
Hz. İbrahim’in Yedirilip İçirilmesi
İbrahim dedi ki: "Şimdi, neye tapmakta
olduğunuzu gördünüz mü? Hem siz, hem de eski atalarınız; alemlerin Rabbi
dışında, onlar gerçekten benim düşmanımdır. Ki beni yaratan ve bana hidayet
veren Odur. Beni yediren ve içiren
O’dur. Hastalandığım da bana şifa veren O’dur.
Beni öldürecek, sonra diriltecek olan O’dur. Din günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum
da O’dur. Rabbim, bana hüküm bağışla ve beni salih olanlara kat; sonra gelecekler arasında beni doğrulukla
anılanlardan kıl (Şuara 26/75-84).
“Beni yediren ve içiren O’dur.” Oysa Allah İbrahim’i (as) haşa bir annenin bebeğini yedirip içirdiği gibi yedirip içirmiyor. Kendi yeyip içmektedir. Fiili kendisine nispet etmemekle; nimetleri verenin Allah olduğuna vurgu yapılmaktadır. “Hastalandığım da bana şifa veren O’dur.” ile de şerri Allah’a izafe etmemektedir. Hz. İbrahim Allah’ın kendisini yedirdiğini, içirdiğini, hasta olduğunda iyileştirdiğini belirtir. Yiyeceği, içeceği, hastalığı ve şifayı yaratması inanç açısından doğru olmakla beraber bunlar Allah’ın koyduğu yasalara göre cereyan etmektedir. Kur’an Allah merkezli, bir dil kullanması yiyeceği, içeceği, şifayı verenin sebepler arkasında Allah olduğunu insana hatırlatarak ona edebi öğretmek amaçlıdır. Bu nedenle iyileştim, doydum, yağmur yağıyor ifadeleri yerine “Allah şifa verdi”, “Allah bugünde doyurdu”, “yağmur yağdırılıyor” ifadeleri edebe ve tevhide daha uygundur.
Hz. Peygambere Hitap
“Onları siz öldürmediniz, fakat onları
Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Bunu müminleri
kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için yaptı. Allah, Semî’dir, Alîm’dir
(Enfal 8/17)”. Ayette Allah öldürme ve atma fillerini kendine izafe etmiştir.
Oysa müşrikleri sahabeler öldürmüş, ok veya toprağı da Hz. Peygamber atmıştır.
Allah merkezli dil ile onlara zaferi bahşedenin kendisinin olduğunu vurgulamak
içindir. “Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne
gelirse o da nefsindendir. Biz seni insanlara bir resul olarak gönderdik; şahit
olarak Allah yeter. (Nisa 4/79)” ayeti
de iyiliğin Allah’tan geldiğini vurgulamaktadır. Kötülüğün ise insanın kendisinden,
yani eşyanın tabiatını bozmasından kaynaklandığı bildirilmektedir.
“Hastalandığım da bana şifa veren O (Şuara 26/80)”, ifadesinde de hastalanma
fiilinin insana izafe edilmesinin anlamı budur.
Atanın, öldürenin Allah olması, bu savaşta
meleklerin gönderilmesi, düşmanın kalbine korku salınması, tam zamanında
müslümanlara kolaylık, düşmana hareket zorluğu getiren yağmurun yağdırılması
gibi ilahi yardımları ifade etmektedir. Kulun irade ve gücünün bir şekilde
etkili olduğu fiillerin de yaratıcısı Allah'tır; ancak bunlar için "Allah
yaptı" denilmez de "Kul yaptı, verdi, öldürdü..." denir.
Kulların irade ve güçlerinin dahli bulunmayan veya ilâhî müdahalenin olağan
üstü olduğu durumlarda ise fiil doğrudan Allah'a izafe edilir; bu ifade biçimi
günlük dilde de yaygın olarak kullanılır.
“Hani Nebi, eşlerinden bazılarına gizli bir
söz söylemişti. Derken o (:eşlerinden biri), bunu (bir başkasına) haber verdi.
Allah da nebiyi buna muttali kıldı, Nebi de bir kısmını açıklamış bir kısmını
söylemekten vazgeçmişti. Sonunda ona haberi verince eşi demişti ki: "Bunu
sana kim haber verdi?" O da: "Bana Alîm ve Habîr olan Allah haber
verdi." demişti. (Tahrim 66/3)”. Hz. Peygamberin söylediği gizli sözü
eşlerinden bir başkası ona haber vermiş olmasına rağmen; Hz. Peygambere:
"Bunu sana kim haber verdi?"
denilince O da: "Bana Alîm ve Habîr olan Allah haber verdi."
demiştir. Bütün fiillerin yaratıcısı Allah olmasından dolayı, "Bana Alîm
ve Habîr olan Allah haber verdi." demiştir. Ona bunu Cebrail’in haber
verdiğini düşünmek ise vahyi gayri metluv’u kabul etmek olur!
Karun’a Verilen Servet
Servetini şer yolunda kullanarak Hz. Musa ve
Hz. Harun’a Firavun kadar düşmanlık yapan, Allah yolundan alıkoyan Karun’a bu
serveti verdiğini şöyle anlatır:
“Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi,
ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki,
anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona
demişti ki: "Şımarma, çünkü Allah, şımaranları sevmez. Allah'ın sana
verdikleriyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi nasibini unutma. Allah'ın
sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde fesat peşinde koşma.
Çünkü Allah, fesatçıları sevmez.” Dedi ki: "Bunlar, bende olan bir ilim
dolayısıyla bana verilmiştir." Allah’ın kendisinden önceki nesillerden
kuvvetçe kendisinden daha güçlü ve servetçe daha çok olan kimseleri helak
ettiğini bilmez mi? Mücrimlerden günahları sorulmaz. Böylelikle görkemi içinde kavminin karşısına
çıkınca, dünya hayatını isteyenler: "Ah keşke, Karun'a verilenin bir
benzeri bizim de olsaydı. O, çok talihli biridir." dediler. Kendilerine
ilim verilenler ise: "Yazıklar olsun size, Allah'ın ödüllendirmesi, iman edip
salih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden
başkası kavuşturulmaz." dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine
geçirdik. Allah dışında ona yardım edecek bir topluluğu da yoktu. Ve o, kendi
kendine yardım edemedi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler: "Vay, demek
ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletir ve daraltırmış. Eğer
Allah, bize lütfetmeseydi, kesinlikle bizi de batırırdı. Demek kâfirler
kurtuluşa eremezmiş!" demeye başladılar (Kasas 28/76-82).”
Karun’un servetinin çokluğundan kinaye olarak
hazinelerinin anahtarlarını güçlü bir topluluğun taşımakta zorlandığı, serveti
Allah kendisinin ona verdiğini ve bununla ahiret yurdunu/Allah’ın rızasını
muhtaçlara harcayarak aramasını da emretmektedir. Ama o nankörlüğü seçince
servetiyle birlikte yerin dibine geçirilmiştir.
Allah’ın serveti Karun’a çok sevdiği için
verdiği, halkı onun sadakasına muhtaç ettiği, ona mal vererek tuzağa düşürüp
cehenneme göndermek istediğini söyleyemeyiz. Allah dünyadaki nimetleri
insanların istifadesine sunmuştur. İnsana düşen meşru yollarla kazanıp
muhtaçların hakkını unutmamakla sınamakta olduğunun bilincine varmaktır. Karun
gibileri de haksız kazançla insanları sömürüp fakirleştirmektedirler.
İnsanların haksız bir şekilde sahip oldukları servet ve iktidarlar yüzünden
adalet dengesi bozulmakta insanlar rızka muhtaç bırakılmaktadır.
Yunus 10/88. ayette de bu durum bir sual ile
dile getiriliyor: “Musa dedi ki: "Rabbimiz, Sen, Firavun'a ve önde gelen
çevresine dünya hayatında bir ihtişam ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin
yolundan saptırmaları için mi verdin? Rabbimiz, mallarını yerin dibine
geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı veren azabı
görecekleri zamana kadar iman etmesinler. (Yunus 10/88)" ayette Hz.
Musa’nın dediği “…Rabbimiz, Senin
yolundan saptırmaları için mi verdin?..” Allah’a bir itiraz değil “ senin
yolundan saptırmaları için vermedin” anlamında bir istifhamı inkari’dir. Yani
olayı kabullenmediğini bir soru ile dile getirmiştir.
İnsanlar Allah’ın herkesin faydalanması için
verdiği imkânlardan kazanıp ve onu Allah’ın istediği şekilde harcamakla
sorumludurlar. Allah bütün imkanları kendisi hazır ettiği/yarattığı için
kendisini bütün bu nimetleri veren fail olarak zikredip Kur’an’da Allah merkezli
bir dil kullanmaktadır:
“Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi
katından sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için
ayetler vardır (Casiye 45/13). İnsanlar ve canlılar yaratılmış tabiattan elde
ettikleri yiyecek-içecek ve imkânlarla yaşamaktadırlar. Bakara/60, Al-i
İmran/27, En’am/151, Yunus/31-32, Hud/6, Nahl/73, İsra/31, Rum/40, Neml/64,
Kasas/82, Ankebut/60, Sebe/24, Fatır/3 ve daha birçok ayetlerde Allah rızkı
kendisinin verdiğini söyler. Allah’ın
rızık vermesi mülteci kamplarındakilere sabah-akşam iki öğün önceden
belirlenmiş yiyecekleri ellerine tutuşturması demek değildir. Bütün canlıların
yaşaması için tabiatta bütün gerekli imkânları yaratıp yasaya bağlaması
canlıların da bu yasalara uyarak rızıklarını araması şeklindedir. Her şeyi
insanın hizmetine verdik ve rızıkları kendisinin verdiği Allah merkezli dille
anlatması bu anlama gelmektedir.
Özetle: Hemen hemen bütün
kutsal kitaplara ve dini metinlere özgü bir ifade tarzı olarak kabul edilen
Allah merkezli dil, Arapçaya ait bir özellik olmayıp, tamamen Kur’an’ın seçmiş
olduğu bir tarzdır. Kur’an’ın Allah merkezli dille hedeflediği,
muhatabının zihin dünyasında Yaratıcının sürekli ve her alanda aktif olduğu
gerçeğini yerleştirmektir. Bunu yaparken, baştan sona, mantıksal
argümanlarla yüklü ve ikna etmeye yönelik bilimsel bir dil kullanması
beklenemezdi. Çünkü muhatapların ekseriyetinin zihinleri basittir. Onun yerine
vicdanı harekete geçirip düşündüren “yağmuru indirdik, bitkileri bitirdik,
demiri indirdik” ifadelerini kullanmıştır.
Kur’an’da, insan bir iş yaptığı zaman
sorumluluktan kaçmaması gerekiyorsa insan merkezli bir dil kullanıyor. Bunun
aksine insan her şeyi kendisinin yaptığını iddia ederek külli iradeyi inkâr
edip, cüz’i iradeyi kutsuyorsa o zaman da Allah merkezli bir dil kullanılıyor. Kur’an’da
hakim olan temel ifade özelliklerini göz önünde bulundurmadan, Kur’an metnini
doğru anlama imkânından söz edilemez. Bu bağlamda, fiziksel olaylarla ilgili
ifadelerin nesnel alana aktırılarak algılanması konusunda gösterilen başarının,
tarih alanıyla ilgili ifadelerin aktarımında her zaman aynı derece de sergilenemediğini
görmekteyiz. Örneğin Kur’an’ın, yağmuru “Allah’ın rahmeti” olarak nitelemesi ve
yağmurun Allah tarafından indirildiğini söylemesi, -istisnaları olmakla
birlikte- yağmurun oluşumuyla ilgili Allah merkezli ve yağmur olayının fiziksel
oluşumunu dışlayan yaygın bir anlayışa yol açmamıştır. Ancak, ekonomik gücün
‘Allah’ın lütfu’ olarak nitelenmesi, ekonomik gücün elde edilmesinde insanın
rolünü âdeta sıfıra müncer kılan bakış açılarıyla yorumlanabilmiştir. Kur’an
her şeye bir ‘anlam dünyası’ yüklemektedir. Kainat Allah’ın eseridir. Allah’ın
yarattığı her şey ise anlamlı ve gayelidir. Örneğin, Kur’an, yağmuru ‘ Allah’ın
rahmeti’ olarak nitelemektedir. Kur’an hiçbir yerde yağmurun oluşumu ile ilgili
fiziksel gerçekliğe aykırı bir beyan içermez. Ancak yağmur aslâ buharlaşan
suyun soğuk hava tabakasına çarparak yeryüzüne geri dönmesinden ibaret kuru bir
fiziksel olay değildir. Kur’an açısından yağmur, yeryüzündeki canlıların ona
olan ihtiyaçları düşünüldüğünde, Allah’ın bütün yeryüzü halkına ihsanı ve
rahmetinin bir ürünüdür. Kur’an’ın -yağmurun fiziksel oluşumu konusunda bilgi
sahibi olsun, olmasın- yağmur olayına şahit olan muhataptan temel beklentisi,
varlığı anlamlandırarak okumasıdır. Yani yağmurdan Yaratan’a ulaşmaktır
(eserden Müessir’e).
[1] A’râf, 54; Nahl, 12
[2] Mü’minûn, 12-14
[3] En’âm, 6; A’râf, 137; Duhân, 28.
[4] Bakara 8, 142, 213,
272 ; İbrahim 4 ; Nahl 93 ; Nur 35 ; Kasas, 56 ; Rum, 29 ; Fatır, 8.
[5] Bakara, 26, 258, 264 ;
Ali İmran, 86 ; Maide, 16, 51, 67, 108 ; A’raf, 88, 144 ; Tevbe, 19, 21, 37,
80, 109 ; Yusuf, 52 ; Ra’d, 27 ; 16, Nahl, 37, 107 ; 35, Kasas, 50 ; Zumer, 3;
Mu’min, 28 ; Şura, 13; Ahkaf, 10 ; 61, Saf, 7.
[6] Saf, 5 ; Cuma, 5 ; Munafikun, 6.
[7] Bakara, 7 ; Câsiye, 23; Nahl, 108 ; En’am, 46.
[8] Maide, 13.
[9] En’am, 110 ; Tevbe, 117.
[10] Bakara, 88 ; En’am, 25 ; Kehf, 57 ; İsra, 46.
[11] En’am, 25 ; Kehf, 57.
[12] Nisa, 155 ; Tevbe, 93 ; Yunus, 74 ; Rum, 59 ; Gâfir,
35 ; Munafikun, 3.
[13] Bakara, 74 ; En’am, 43 ; Hac, 53 ; Zümer, 22.
[14] Nisa, 155 ; A’raf, 101 ; Nahl, 108.
[15] Yunus, 74.
[16] Muhammed, 16.
[17] Gafir, 35.
[18] Casiye, 23.
[19] Muhammed, 16.
[20] Nisa, 115; Enfal, 53; Ra’d, 11.
[21] Ra’d, 11.
[22] En’am, 110.
[23] A’raf 155, 186 ; Ra’d 27, 33 ; İbrahim, 4 ; Nahl, 37,
93; Fatır, 8 ; Müddessir, 31.
[24] En’am, 116, 119, 144 ; A’raf, 38 ; Taha, 79, 85 ;
Şuara 99 ; Ahzab, 67 ; Nuh, 24, 27; Mâide, 77.
[25] Ali İmran, 69 ; Bakara, 16, 175 ; Maide, 105, 140 ;
İbrahim, 4 ; Nebe’, 92.
[26] Nisa, 60, 119 ; Meryem, 83 ; 22, Hac, 44 ; Furkan, 29
; Neml, 24 ; Yasin 62.
[27] 14, İbrahim, 36 ; 25, Furkan, 17 ; 20, Taha 92, 93.
[28] Fussilet, 29.
[29] Nisa, 44, 136, 167 ; Mâide, 12 ; Ahzab, 36 ; Gafir,
34 ; Mumtehine, 1.
[30] Tevbe, 115 ; Nahl, 36 ; Taha, 123 ; Kasas, 50 ;
Zümer, 23 ; Fussilet, 17 ; İnsan, 3 ; Leyl, 12,13.
[31] Bakınız: 13/13, 18/45, 25/48, 27/63, 30/46, 35/49,
45/5 vb.
Yorumlar
Yorum Gönder