SERVETLE SINANMA: KARUN KISSASI
SERVETLE SINANMA:
Kur’an’da Kârûn adıyla kıssası nakledilen bu kişi Tevrat’ta
Korah diye anılmakta ve çöl hayatında Mûsâ’nın otoritesine karşı başlatılan
isyan hadisesinde başrolü oynamaktadır. Tevrat’ta Hz. Ya‘kūb’un oğlu Levi’nin
oğlu Kohat’ın oğlu Yitshar’ın (İzhar) oğlu olarak gösterilen Korah (Karun)
(Çıkış, 6/16, 18, 21; Sayılar, 16/1), Mûsâ ve Hârûn’a karşı çıkarılan bir isyan
hareketiyle gündeme gelmektedir. Bu hareketle Kârûn, Hz. Mûsâ ve Hârûn’un dinî
otoritesini yıkmayı hedeflerken aynı harekete katılan Ruben kabilesinden Datan
ve Abiram da Mûsâ’nın siyasî liderliğine son vermeyi amaçlıyordu.[1]
Karun ismi Kur’an’da üç kere zikredilir. İki ayette Firavun
ve Haman’la birlikte anılırken (Mümin 23: 23–24; Ankebut 29: 39); Kasas 28:76–82.
ayetlerinde sadece kendisinden bahsedilmektedir. Özellikle Kasas Suresi,
Karun’u ve Karunî mantığı son derece ibretli bir şekilde açıklamaktadır. Yüce
Allah, Karun kıssasında bir mantalitenin şeklini ve akıbetini gözler önüne
sermekte ve mümin kulların servet karşısında nasıl bir tavır sergilemeleri
gerektiği hususunda tevhidî bir bakış ortaya koymaktadır. Karun’la özdeşleşen
Karunî mantık, müminler için tehlikeli bir durumdur. Hiçbirimiz kendisini bu
mantıktan bütünüyle temizlenmiş olarak göremeyiz. Çünkü “Kadınlara,
oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara,
hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara süslü ve çekici
kılındı. Bunlar dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah
katındadır.” (Al-i İmran 3:14) ayetinde buyrulduğu gibi dünya metaını
insana süslü gösterilmiştir. Süsü arzulayan insanın Karunî mantıktan emin
olması nasıl düşünülebilir? Yüce Rabbimiz başka bir ayette ise “…İnsan
gerçekten kendini beğenmiş bir şımarıktır.”(Hud 11:10) buyurmaktadır.
İnsan, eline dünya süsünden biraz geçti mi kendini beğenir ve şımarmaya başlar.
Kendisine nimetleri bahşedene sırtını vererek büsbütün ‘hak’tan uzaklaşır,
büyüklük taslar. Bu, insanın tabiatında var olan şerdir.
Kıssada
“kavim” kavramıyla ifade edilen ve genellikle “topluluk” manası verilen “halk”
dört grupta ele alınmaktadır. Ancak bunlar temel iki kategori olarak da ele
alınabilir. Şöyle ki:
1. Karun’u ve Karun gibi olmak isteyenleri uyaranlar.
2.Karun’un
yerinde olmak isteyenler ama daha sonra onun yerinde ve onun gibi olmadıklarına
sevinenler. Bu iki grup dört kategoride de değerlendirilebilir:
a-Karun’a
aldanmayanlar: Karun'un servetine aldanmayan Allaha inanmış ve
onun vereceği şeyleri tercih eden mümin kimselerdir. Bunlar Karun'un şımarıp
haksızlık ve bozgunculuk yapmasını eleştirmiş, malını Allah’ın emrettiği gibi
kullanmasını istemişlerdir.
b-Karun’a
aldanıp onun gibi olmak isteyenler: Karun'un servetine aldanan Karun gibi olmayı
arzulayan kimselerdir.
c-Karun’a
özenenleri ikaz edenler. Ayette “Kendilerine gerçeğin ilmi verilenler”
ifadesiyle tanımlanan bu kimseler, düşünceleri ve davranışları dengeli, halkın
içinden insanlar olarak toplumda sağduyuyu temsil eden, ilâhi mesajı ve
gayesini iyi bilen, sorumluluk sahibi dindar kimselerdir.
d-Karun’a
aldandıklarına pişman olanlar: Bu kimseler Karun’a aldanıp daha dün onun
yerinde olmayı arzulayan fakat daha sonra da Karun'un başına gelenleri görünce
gerçeği anlayan ve Allah’ın kendilerine lütufta bulunduğuna inanan kimselerdir.
Kur’an, Karun kıssasını iki sahneyle ele almaktadır.
İlk sahne Karun hakkında kısa bir bilgiyle başlamaktadır. Daha sonra
‘hazineler’ sahibi Karun’un zenginlik ve ihtişam karşısında nasıl da
şımardığını ve bozgunculuk yaptığını anlatmaktadır.
Birinci Sahne:
“Karun,
Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler
vermiştik ki, anahtarlarını güçlü bir topluluk zor taşıyordu. Kavmi ona demişti
ki "Şımarma, çünkü Allah, şımaranları sevmez. Allah'ın sana verdikleriyle
ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana iyilik ettiği
gibi, sen de iyilikte bulun ve yeryüzünde bozgunculuk peşinde koşma. Çünkü
Allah, bozgunculuk çıkaranları sevmez.” Karun "Bunlar, bende olan bir ilim
sayesinde bana verildi.” dedi. Allah’ın önceki nesiller içinden ondan daha kuvvetçe,
sayıca daha çok olanları bile helâk ettiğini bilmez mi? Mücrimlerden suçları
sorulmaz.” (Kasas 28: 76–78)
Bu ilk
sahnede Karun’un zenginlik karşısındaki tavrı ve mantığı açıklanmaktadır.
Karunî mantık, servet karşısında kişinin duruşunun bir ifadesidir. Bir yaşam
tarzıdır. Bir ahlâk yapısıdır. Bu zihniyet insanı, ‘kendi kendine yeterli
gören’, ‘mal ve mülkün gerçek sahibi gören’, ‘malik ve rezzak olan Allah’a
karşı nankörlük eden’ ve en önemlisi ‘insanı azgınlaştırıp ilahlaştıran’ bir
tağuti tasavvurun mantığıdır. Diğer ifadeyle küfür mantığıdır. Bu mantığa sahip
olan insanın Karun gibi zengin olmasına da gerek yoktur. Mal ve eşya ile
ilişkisinin Karun gibi olması yeterlidir.
Karun,
sahip olduğu serveti dolayısıyla şımarmıştır. Mal ve mülk hırsıyla dolup
taşmıştır. Dünyevi tutkuları ona bütün iyilikleri unutturmuştur. Malın ve
mülkün gerçek sahibini unutarak kendine ve zenginliğine tapar hale gelmiştir.
Karun, “Bu servet, ancak bende mevcut bir bilgi sayesinde verildi.”
derken Allah’ın kendisine bahşettiği ihsanı yok sayarak bunu kendi bilgi ve
becerisine dayandırıyor: “Ben kazandım, ben başardım, hepsi bana ait!” örneğine
her zaman her yerde rastlamak mümkün. Ne zaman ki böyle tiplerin eline Allah’ın
bahşetmesiyle bir zenginlik, bir imkân geçse Rabbini unutarak kendi gücüyle
bunlara ulaştığını düşünür ve hiç kimseye karşı bir sorumluluk hissetmez.
Çoğalan malı, artan gücüyle ilahlık taslamaya başlar. Servetinin hiç
bitmeyeceğini düşünür, insanlara tepeden bakar. Malıyla her şeyi yapabileceğini
düşünür. Düşkünlerin kendi malında hakkı olduğunu unutur. Bunlar, Kur’an’ın
tabiriyle “Ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir.”
Karunî
mantığın insanı, hesap insanıdır. Çıkarını her şeyin üstünde tutar. Asla
hayır-hasenatta bulunmaz. Kapitalist bir kafaya sahiptir. Dünya hayatının
süsüne kanıp sadece dış yönüyle ilgilenir. Kasas Suresi’nde yer alan Karun’a
yönelik uyarı/öğütlerle karşılaştığında aynen Karun gibi burun kıvırıp yan
çizer. Söylenenleri küçümser, alaya alır. Servetin kendisini ebedi kılacağını zanneder. Ölmeyi
asla düşünmez. Allah, Kur’an-ı Kerim’de bu tip(ler)i şöyle anlatmaktadır:
“Onlar,
ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık bunlardan azap hiç
hafifletilmez. Onlara yardım da edilmez.”(Bakara 2:8). “O, ‘Yığınla mal tüketip-yok
ettim.’ diyor.”(Beled 90: 6). “Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve
cimri tutumundan) çok katıdır.”(Adiyat 100: 8). “Ki o, mal yığıp biriktiren
saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını
sanıyor.”(Hümeze 104: 2-3)
Kavminden
aklı başında olan insanların Karun’a yaptıkları öğüdün sonundaki “Bozgunculuk
isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.” uyarısı çok anlamlıdır. Bilindiği
üzere Karun, kavmine ihanet ederek Firavun ve Haman’ın yanında yer almıştır.
Fakat kendi kavmine karşı herhangi bir saldırıda bulunmamıştır. En azından
Kur’an böyle bir saldırıdan bahsetmiyor. Öyleyse kavmi hangi nedenle Karun’a
‘Bozgunculuk çıkarma!’ diyor? Bunu anlayabilmek için ancak Kur’an’a başvurmamız
gerekmektedir.
Kur’an’da
15 ayette ‘bozgunculuk’ kavramı geçmektedir. İfsad/bozgunculuk kavramı daha çok
Rablerini unutarak azgınlaşan, ahiret-dünya dengesini yitiren, hak-hukuku
gözetmeyen, zulmeden, şımaran, insanların mallarını eksiltip haklarını yiyen,
fesat çıkaran, günahkâr ve inkârcı kişi ve toplumlar için kullanılmaktadır.
Karun da hazineler sahibi olmasına rağmen ahiret hayatını gözetmemekte, sahip
olduklarının Allah’tan gelen bir iyilik olduğunu kabullenmemektedir. İnsanlara
iyilikte bulunmayı reddederek büyüklenmekte ve nankörlük ederek bozgunculuk
çıkarmaktadır. Bu bağlamda ‘bozgunculuk’, Allah’ı hesaba katmayan bir hayat
tarzı, ahlâk anlayışı ve mantığın (Karunî mantık) ifadesidir. Karun’a yapılan
‘bozgunculuk çıkarma’ uyarısı bu bütün içinde değerlendirilmelidir.
Allah mallarımızı bizim için imtihan sebebi kılmıştır. Sahip
olduğumuz her şeyden hesaba çekileceğiz. Mümin kul için serveti cennetken;
kâfir kul için de azap ve ateştir. İnsan ‘doğru’ yaşadığı için servet sahibi
olmamaktadır. Öyle olsaydı bütün iyi insanların iyi durumda kötülerin de kötü
durumda olması gerekirdi. İnsan, sahip olduğu servetin, hakkında iyi mi, kötü
mü olduğunu bilemez. Çünkü bunun bilgisi Allah katındadır. Ancak insan servetle
ilişkisini Allah’ın belirttiği şekilde ayarlamak durumundadır.
Karun kıssanın ilk sahnesi, Allah’ın, servet ve cemaatleri
kendilerine yarar sağlamayan azgın, şımarık ve bozguncu kimseleri nasıl helak
ettiği ve bu hükmün bundan sonraki her Karun için geçerli olduğu hatırlatılarak
son buluyor.
İkinci Sahne:
“Karun süsü, debdebesi içinde kavminin karşısına çıktı.
Dünya hayatını isteyenler: ‘Keşke Karun’a verilenlerin bir benzeri de bize
verilse, doğrusu o büyük bir varlık sahibidir.’ demişlerdi. Kendilerine ilim
verilmiş olanlar ise: ‘Size yazıklar olsun, inanan ve yararlı iş yapanlar için
Allah’ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur.’ dediler.
Sonunda biz onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karşı ona yardım
edecek bir topluluğu olmadı. Kendi kendini kurtarabilecek kimselerden de
değildi. Dün onun yerinde olmayı isteyenler: ‘Demek Allah, kullarından
dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Allah bize lütfetmemiş
olsaydı, bizi de yerin dibine batırırdı. Demek ki kâfirler kurtulmazlar.’
demeye başladı.”(Kasas 28: 79–82)
Bu sahne, Karun’un ihtişamı, göz alıcı şöhret ve
debdebesiyle kavminin karşısına çıkmasıyla başlıyor. Gelişen olaylar,
insanların bu süs karşısındaki tutum ve yaklaşımlarıyla ilgilidir.
Karun’a
özenenlere yapılan tavsiyeler
Karun’un
kendisini uyaranlara “Bu servet bana verilmişse, sahip olduğum bir bilgi
sebebiyle verilmiştir” şeklindeki tepkisi onun psikopatolojik zenginlik
algısını ortaya koymaktadır. Bununla beraber o, sadece sözle yetinmemiş, bir
gün halkının karşısına bütün şatafat ve debdebesiyle çıkmış ve dünya hayatına
imrenen bir kısım insanların “Keşke, bizim de Karun’a verilen servet gibi
servetimiz olsaydı! Adam ne kadar da talihliymiş!” demelerine sebep olmuştu.
Karun’a imrenenler ise kendilerine gerçeğin ilmi verilenler tarafından ikaz
edilip uyarılmışlardır. Bu ikazlar şunlardır: İman etmek ve yararlı iş
yapmak -Sabırlı olmak - Allah’ın mükâfatı. Bu konularda başarılı
olanlar Allah tarafından hazırlanan ve daha hayırlı olan mükâfata
kavuşturulacaklardır.
1-İman
etmek ve yararlı iş yapmak: Karun’un serveti karşısında komplekse düşmeden
en kapsamlı değer iman edip yararlı işler yapmayı tavsiye etmektir. İmanın gerektirdiği
davranışla uyumlu bir hayat insanları olgunlaştırır. Böyle kimseler yaptıkları
işleri Allah'ın rızasına ve indirdiği hükümlerine uygun olduğuna inanarak yapan
kimselerdir. Zaten her insan, inandığı değerlere göre yaşamak ister. Eğer bunu
başarırsa, hem bilişsel hem de duygusal dünyasıyla davranışları uyumlu bir
birey olur. Kendilerine ilim verilenler Karun’a imrenenleri uyarırlarken
karşılaştıkları olumsuzluklarla, mahrumiyetlerle, sıkıntı ve problemlerle hayal
dünyalarında yücelttikleri Karun’a imrenip, onunla özdeşleşerek değil de imanla
uyumlu davranış ortaya koyan kimseler olarak baş edebileceklerini
söylemişlerdir.
2-Sabırlı
olmak: Karun kıssası bağlamında paylaşılan son değer sabırdır.
Sabır, insanın arzu ve isteklerini kontrol altında tutabilmesi, alışageldiği
durumlara aykırı, dengesini sarsıcı, acı ve sıkıntı verici olaylar karşısında
direnç göstermesi ve katlanması demektir. Farklı bir yaklaşımla sabır, bireyin
yaşadığı olumsuzluklara ve uğradığı kayıp ve zararlara tahammül edebilmesi, az
olsa bile helâl yoldan kazandığına kanaat etmesi, bozgunculara gıpta etmemesi,
kıskançlık göstermemesi ve Allah'ın kendisine bahşettiği nimetlerin daha
hayırlı olduğunu düşünerek huzur bulmasıdır.[2] Böylesine
bir sabır bireylere karşılaşabilecekleri olumsuz her bir durumla edebilme gücü
kazandırır. Bu sebeple Karun’un serveti ve ihtişamı karşısında eziklik duyan,
komplekse düşüp onun yerinde olmayı hayırlı bir şey sanan halk, bilgili
kimseler tarafından imanın gerektirdiği tutum ve davranışlarda bulunmakla ve
sabır duygusuyla eğitilmişlerdir.
3-Allah’ın
mükâfatı: Allah'ın mükâfatı, insanın Allah'ın koyduğu sınırlar içinde
sarf edilmiş emek ve gayretin bir sonucu olarak kazanılan dünya ve ahiret
nimetleridir. İmanın gerektirdiği davranışlarda bulunanlar, yararlı iş yapanlar
ve sabırlı olanlar bu davranışlarının karşılığı olarak Allah tarafından hazırlanan
mükâfata kavuşacaklardır.
Müminler
tek kutuplu (sadece dünya) bir hayata
inanmazlar. Müminler dünya-ahiret kutuplu bir hayata inanırlar. Onun için bir
mümini sadece dünyanın vaat ettikleri tatmin etmez. Mümin kimse ahiret hayatı
için de mütevazı bir şekilde ümit ve beklentisini sürdürmektedir. Bilgili kimseler,
imanlarının gerektirdiği davranışlarda bulunanların ve sabırlı olanların bu
davranışlarına karşılık olarak Allah tarafından paha biçilmez bir mükâfatla verileceğini
bildirirler. Karun’un servet ve ihtişamını hayırlı sanıp aldanan kimseleri eğiterek
gerçekleri görmelerini sağlamışlardır.
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde mümin kulları
dünya hayatının süsüne karşı uyarmakta ve terbiye etmektedir:
“Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimi
faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin
nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.”(Taha 20: 131)
“Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua
edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini
onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş
ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.”(Kehf 18: 28)
“Şu halde sen bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından
başka bir iş istemeyen kimselere yüz verme.”(Necm 53: 29)
“Azana ve dünya hayatını ahirete tercih edene, şüphesiz
cehennem tek barınaktır.”(Nazi’at 79: 37-39)
“Fakat siz (ey insanlar) ahiret daha hayırlı ve daha devamlı
olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.”(A’la 87: 16-17)
Karun’un süsü karşısında kavminden olan insanların
yaklaşımları bize iki farklı tutumu ve insan grubunu göstermektedir: Birinci
grup dünya hayatını isteyenler. İkincisi ise ahiret hayatını isteyenler.
Birinci yaklaşımın sahipleri, dünya hayatını isteyenler; “Keşke
Karun’a verilenlerin bir benzeri de bize verilse, doğrusu o büyük bir varlık
sahibidir.” diyerek dünya süsünü arzulamışlardır. Şatafat ve şöhret
başlarını döndürmüştür. Bunlar dünya malının kendilerini sarhoş ettiği
kimselerdir.
İkinci yaklaşımın sahipleri ise kendilerine ilim verilmiş
gerçek mümin kullardır. Karun’un depdebesi karşısında arzuya kapılanlara; “Size
yazıklar olsun, inanan ve yararlı iş yapanlar için Allah’ın sevabı daha
hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur.” diyerek hak olanı ortaya
koymuşlardır. Bunlar, hayatın anlamına nüfuz etmiş; eşyayı, varlığı, dünyayı ve
ahireti gereği gibi algılayan hak ve batılı birbirinden ayırma basiretine sahip
hakiki müminlerdir.
Bugün kapitalist dünya görüşünün hâkim olduğu ve sistem
olarak hepimizi çepeçevre sardığı bir zamanda yaşıyoruz. Bu öyle bir sistem ki
insanı dahi metalaştırıyor, servet sahibi olmayana yaşama şansı tanımıyor.
Gelecek korkusuyla insanları göbekten kendisine bağlıyor. İnfak etmeyi zarar
olarak görüyor ve kulaklara şunları fısıldıyor: “Bak, bütün bu kazandıkların
senin. Neden başkalarına yardım elini uzatasın ki. Onlar da çalışsın. Onlar da
kazansın. Hem sen kazandığından verirsen yarın ne yapacaksın. Çocuklarını nasıl
büyüteceksin, nasıl okutacaksın. Onların geleceği ve yarınları senin elinde...
Hem fakir düşsen kim sana bakacak?”
İkinci sahnenin son perdesi ise Karun’un/Karunların
saltanatının yerin dibine geçmesini ve daha önce onların yerinde olmak isteyen
inanmış kulların pişmanlığını konu edinmektedir.
Allah; şımarmış, büyüklük taslamış, iyiliği unutmuş,
servetini kendinden menkul sanan Karun’u ve servetini yerin dibine
geçirmektedir. Ne malı ona fayda verdi ne de sahip olduğu adamları! Allah; bu
sonun, azgınlaşan her şımarık insanın akıbeti olduğunu takdir etmektedir. Daha
önce süsü dileyen, kalbi dünya malı için çırpınan inanmış kulların hali de pişmanlık
doludur. Karun gibi servete sahip olmadıkları için hamdediyorlar.
Özetle: Karun kıssası servete özenti duyanları ve
servete teslim olmayanları gösteren bir film karesi gibidir. Karun sadece
tarihte yaşamış bir kişi değildir. Karun aynı zamanda bir karakter, bir
anlayışın temsilcisidir. Karun’un sahip olduğu anlayış, ister farkında olalım
ister olmayalım, hepimizi tehdit etmektedir. Bu, dünyayı ahirete öncelemeye,
dünyalıklarımıza tutsak olmaya yönelik bir tehdittir. Bu tehdidi aşmanın yolu
da Karun kıssasını yeniden düşünmek ve Kur’an’ın meseleye baktığı zaviyeden
bakabilme basiretini ve ferasetini gösterebilmektir. Hz. Süleyman ve Hz. Davut
varlıkla denendiler. Servetle ve saltanatla sınandılar ve kazandılar. Karun ise
kaybetti. Modern hayat her an bize yepyeni, terütaze Karunlar sunuyor. Bazen
Karun olmakla, bazense Karun’u seyredenler olmakla sınanıyoruz. İlgili ayette
Karun’u seyredenler arasında iki tip insanın varlığından bahsediliyor. Kıssa
bizlere Karun’a verilen dünyalıklara imrenip iç geçirenler ve servetin bir
imtihan olduğunu, gerçek nimetin ahiret yurdunda olduğunu, bütün Karunların
yerin dibine batırıldığını bilenleri çağlar öncesinden bir film şeridi gibi
önümüze seriyor. Kuran’ın üslubu bu; bazen geçmişten bir kıssa bazen de
gelecekten (cennet-cehennem) bir tasvirle yolumuzu aydınlatır. Karun’u tarihte
yaşamış azgın bir zengin olarak anlamak, onu hiç anlamamaktır! Başarısını
kendinden bilen, elde ettiklerini gözlerken bunun bir lütuf olduğunu unutan
herkes “Karunlaşma” tehlikesiyle baş başadır. Kur’an’ın her cümlesi, yaşamakta
olduğumuz hayata her an ışık tutar. Gaflet, Kur’an’ı bir “metin” gibi algılamak
olsa gerektir.
Karun’un serveti ondaki cimrilik ve şımarma
duygusunu körüklemiştir. O, sadece dünya hayatının süs ve şatafatı gibi geçici
şeylerle mutlu olacağına inanarak yanılmıştır.
Karun, servetinden büyüklenme duygusuna
kapılmış, küçük gördüğü halkına tepeden bakarak yabancılaşmıştır. Elindeki
servetin sırf kişisel bilgi ve çabasının ürünü olduğu düşüncesiyle egosu tavan
yapmıştır.
Karun içinde yaşatıp büyüttüğü bir düzine
olumsuz duygu ve düşüncelerin benliğini saran etkisiyle alkollü sürücünün
kontrolünü kaybetmesi gibi pozitif değer algısını yitirmiş, içinde bulunduğu bu
tutumun doğal sonucu olarak yaşadığı bir seri ihlallerle yolunu kaybetmiştir.
Öncelikle belirtilmelidir ki, Kur’an dünyayı
dışta görme ya da dünya nimetlerine karşı tavır alma şeklinde bir tutum söz
konusu olmadığı gibi, bu yönde bir tavır doğru da bulunmaz. Hıristiyan kültürü,
israiliyat, dünyayı ve malı yeren asılsız haberler ve bazı rivayetlerde dünya
ve nimetlerinin kötülenmesinin yanlış yorumlanmasının etkisiyle özellikle
yazılı ve sözlü tasavvuf kültüründe dünya nimetlerine karşı zaman zaman ifrata
varan bir telakki hakim ise de Kur’an genelinden anlaşılan, Müslüman-mal
ilişkisinde belirleyici olanın, malın/servetin Müslüman’ın hayatında yegane
belirleyici, yon verici konumda olup olmadığıdır. Yani sorun malda/dünya
nimetlerinde değil, Müslüman’ın malla olan ilgisindedir. Dolayısıyla dünya
malı, bir gurur, kibir ve tahakküm aracı olarak insanın iç dünyasına hükmetmeye
ve insanı kölesi haline getirmeye sebep olmamalıdır. Mala karşı olumsuz
yaklaşım sergilenen ayetlerde ise, malın varlığından dolayı değil, kibir ve gurur
metaı, güçsüzlere tahakküm aracı, çokluk yarışı olduğu için karşı çıkılmıştır. Binaenaleyh
bu tur olumsuzlukları barındırmayan bir dünya hayatı, hem dünyada hem de
ahirette mutluluk vesilesi olabilecek meşru bir nimet olacaktır.
Müslüman’ın “mutlaka mallarınızla ve
canlarınızla imtihan olunacaksınız”[3]
“Malı biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar var ya! Onlara acıklı bir azabı
müjdele!”[4],
şeklindeki ikazları hatırlayıp gereği ile amel etmesi gerekir.
Yorumlar
Yorum Gönder