İNSAN-ÇEVRE İLİŞKİSİ
İNSAN-ÇEVRE İLİŞKİSİNİ BELİRLEYEN KUR’AN’İ İLKELER
İslam Dünya görüşünün temeli üç noktadan
oluşmaktadır. Birincisi, Allah veya Tevhit inancı; ikincisi, peygamberlik; üçüncüsü ise,
ahiret inancıdır. Müslüman bireyler çevreye bakış açılarını bu üç temel zemine
oturtmalıdırlar.
Tevhit inancına göre insan ile doğa ilişki
içerisindedir. İslami çevre anlayışının temeli, bütün mahlûkatın (canlı-cansız)
Allah tarafından yaratıldığı esasına dayanmaktadır. Bunu “Yerde yürüyen
hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar”
(Enam 6:38) ayeti dile getirir. İnsanla çevre arasındaki farklılık ise sadece
derece farklılığıdır. Bu farklılık insana tabiatı ve tabiattaki mahlûkatı
istediği gibi kullanmasını değil, aksine belirli bir sorumluluk ile
davranmasını gerektirir. Allah’ın Kur’an’da: “Biz her şeyi bir kader
(:ölçü) ile yarattık.” (Kamer 54:49) ayetinde bu ölçüye dikkat etme ve onu
bozmama görevinin insana düştüğünü belirtilmektedir. Kur’an doğru ilişkiler,
ölçülülük ve tam bütünleşme yoluyla tevhidi sağlamak, uyum ve adaleti
geliştirmek için vardır. İslam ekolojisi tevhide dayanmaktadır ve Allah
merkezlidir.
İnsanın tabiatı fethetme süreci sınırsız ve sorumsuz
bir şekilde tabiatı sömürmesine dönüşmüştür. Modern anlayışın en belirgin
özelliği tabiatın nesnelleştirilmesi ve her türlü değerden soyutlamasıdır.
Allah’ın bir mahlûku olan tabiat kâr amaçlı ve gelecek nesiller düşünülmeden,
sadece şu andaki insanların refahı için adeta talan edilmektedir. Çevre
sorunlarının ortaya çıkmasıyla insanlar bunu daha net görebilmişlerdir.
Kur’an’ın ekolojik denge için; “İnsanların elleriyle
işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesat çıkar. Allah’da belki dönerler
diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.” (Rum 30:41)
uyarısı dikkat çekicidir.
Evrenin İnsana Musahhar Kılınışı
Evren ve içindeki bilinen bilinmeyen her şey insan
için yaratılmıştır. Türkçemizde, “hizmetine verilmiş, kullanımına sunulmuş, emrine
amâde kılınmış” anlamlarına gelen “musahhar” kavramı,
Kur’an’da birçok ayette[1] geçmektedir. Ancak Kur’an bize
gösteriyor ki bu insanın hizmetine verme hiçbir zaman tahribe ve hiyanete
teslim etme anlamı taşımıyor. Çünkü dünyamız ne yaratılış ne ontolojik ne de
kullanım bakımından bize ait değildir.
Allah, Kur’an’da yeryüzünde halife kılınan insanı
muhatap almakta, ona mesaj göndererek kabiliyetini ortaya koymasını
istemektedir. Çünkü yerde ve göklerde ne varsa hepsi insan için var edilmiş,
onun hizmet ve tasarrufuna sunulmuştur. Mikro ve makro alemler baş döndüren
görünümleriyle, insanoğlunun maslahatlarına uygun olarak yaratılmışlardır. Bu
geniş alanlı ve olabildiğine kapsamlı musahhar kılınış, sonra halife
ünvanıyla donatılması Allah’ın lütfu ve ihsanıyla olmuştur. Allah’ın yeryüzüyle
uzak yakın irtibatı olan bütün varlıkları insanın hizmetine sunması ve
böylelikle onu kâinatın merkezine yerleştirmesi, çevre diye tanımladığımız
ekosistemin bütünüyle ahenkli bir şekilde ilişkilendirilmiştir.
Dolayısıyla ekosistemde özne insandır. Çevreyi islah
eden, mamur bir hale getiren o olduğu gibi; çılgınca tüketim adına çeşitli
olumsuz tasarruflarıyla yapısını ifsat eden de odur. Yeryüzünde halife kılınan
insan, teolojik bakımdan başıboş yaratılmamıştır.[2] İnsana birtakım görev ve
sorumluluklar yüklenmiş ve bir imtihan için yaratılmıştır.[3] Doğadaki kaynakları israf etmenin
hiçbir haklı gerekçesi olamaz. İsraf, her türlü ölçüsüz tasarruf, yerinde kullanmama,
hesapsız davranma anlamına gelmektedir ki, Allah’ın evrene koyduğu sistem buna
izin vermez.
İslam düşüncesinde varlığın gerçek sahibi insan değil;
onun da yaratıcısı olan Yüce Allah’tır. Bu açıdan insan, yeryüzünde bir
emanetçidir. Dolayısıyla o, kanun, kural tanımaz keyfi bir tasarruf içerisinde
bulunamaz. Sadece kendisine bu emaneti tevdi eden Yüce Allah’ın koyduğu
kurallar çerçevesinde gezegenin nimet ve imkânlarından istifade eder. Modern
insanın tabiatta kendi başına buyruk sorumsuzca ve bencilce tasarrufları
dikkate alındığında, Kur’an’ın tanımladığı bu değerler sistemi ve sorumlu
varlık anlayışının ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılır.
Arz (:dünya, yeryüzü) kelimesi, Kur’an’da iki yüz’den
fazla yerde geçerken, bunlardan elli dört yerde arzın insan emrine verildiği ve
insanlar tarafından imar edileceği belirtilmektedir.[4] Yeryüzündeki canlı hayatının
devamı mevcut tabiî düzenin olduğu gibi işlemesine bağlıdır. Bu düzenin
bozulması, yeryüzündeki hayatın sona ermesi, kıyametin kopması anlamına
gelmektedir.
İnsanın yeryüzündeki serüveninde varlıklarla olan
ilişkisini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmesi ve mutlu, erdemli bir hayat
sürdürebilmesi için bazı “ilkeleri” dikkate alması gerekir.
Kur’an ışığında insan-çevre ilişkisini belirleyen
temel ilkeleri şöyle sıralayabiliriz.
1. Sorumluluk İlkesi: Kur’an’da
insanın başıboş bırakılmadığına dikkat çekilerek sorumlu bir varlık olduğu
hatırlatılmaktadır:
“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize
döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” (Mu’minun 23:115)
“İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyamet
75:36)
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri bir oyun ve
oyalanma konusu olsun diye yaratmadık. Onları yalnızca hak ile yarattık. Ancak
onların çoğu bilmez.” (Duhan 44:38-39)[5]
Kur’an’da insanın başıboş bırakılmadığına işaret
edilerek varoluş ve yaratılış amacına uygun şekilde davranması gereken,
sorumluluk sahibi bir varlık olduğu ona hatırlatılmaktadır. Sorumlu insan kendi
yaptıklarının da sonucuna katlanan onu dikkate alan insandır. Dolayısıyla insan
yapacağı şeylerin sonuçlarını dikkate alarak yapmalıdır. Bu yönüyle Kur’an’da
insanın sorumlu bir varlık olduğunu hatırlatan bir işaret de; herkesin
kazandığının kendisine ait olduğu ve her insanın kendisinden sorumlu olduğu,
başkasının günahını yüklenmesinin söz konusu olmadığıdır. Bu nedenle insanın
kendisine ve çevresine olan sorumlulukları da hatırlatılmıştır. Mesela; israf
etmeme[6] ölçülü olma, ne elindekileri
tutarak cimri, ne de elindekileri savururcasına aşırı cömert davranmama,[7] anne-babaya itaat[8] tabiatta insan için yaratılmış
olan bazı yiyecek ve içecek ve hayvanlara dikkat çekilerek onlar üzerinde
düşünülerek bu bilinç içinde davranma[9] insanın sorumlu bir varlık
olduğunu ona hatırlatan bazı örneklerdendir. Böylece Kur’an Allah-insan-tabiat
ilişkisi çerçevesinde insanın sorumlu bir varlık olduğunu hatırlatmakta ve
çevresiyle kuracağı ilişkide sağlıklı ilişkisi kurmasına yardımcı olacak bazı
görev ve sorumlulukları da ona yüklemektedir.
2. Yaratılışın Gayelilik İlkesi: Gaye
kelimesi Arapça’da, bir şeyin en uzak kısmı, en uç noktası, varıp dayanacağı
nihai sınır ve son manasına gelir.[10] Gâyelilik ise, kâinatın
varoluşunun ve içinde oluşan olayların sıradüzeni ve tabi oldukları yasaların
bir plan, bir program ve dolayısıyla bir gayeye göre var olmasıdır.[11]
Kadı Abdulcebbâr, ilahi fiillerin gayeden uzak
görülmesinin çok ciddi inanç sorunlarına neden olacağını belirtir. Ona göre,
Allah’ın yaratmasında bir gaye bulunmadığını söylemek, onu, ibadete layık bir
ilah olmaktan bile çıkarabilir. Çünkü Cebriyenin söylediği gibi‚ Allah
mahlûkatı herhangi bir manadan dolayı, bir gaye üzerine, fayda veya zarar
vermek için yaratmamıştır.‛ diye iddia etmek, Allah’ı ibadete layık bir ilâh
olarak tanımaya engeldir. Zira ibadet, huşunun zirvesi ve şükrün en son
noktasıdır. Şükür ise nimetlerin karşılığı olarak hak edilen bir değerdir. Yüce
Allah’ı nimet veren bir varlık olarak tanımayan bir topluluk, O’nun ilahlığını
ve ibadete layık oluşunu nasıl tanıyacaktır? (Kadı Abdulcebbâr,
Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, thk. Abdulkerim Osman, (Kahire: Mektebetu’l- Vehbe,
1988), s. 84)[12]
Kur’an’da yaratılışın bir gayeye dayandığı gerçeği
açık şekilde vurgulanır. “Yoksa sizi boş yere yarattığımızı ve bize
döndürülmeyeceğinizi mi sandınız” (Mü’minûn 23:115) ayeti insanın yaratılışının
bir gaye ve âkıbetle ilgili olduğu belirtilirken, “Göğü, yeri ve ikisi
arasındakileri boş yere yaratmadık; bu inkâr edenlerin zannıdır” (Sâd 38:27)
ayetinde gaye bu defa topyekün alemin yaratılışıyla irtibatlandırılmaktadır.
“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri oyuncular olarak -oyun ve eğlence
olsun diye- yaratmadık. Bunları sadece gerçekle yarattık; fakat onların çoğu
bilmiyorlar” (Duhân 44:38-39) ayetinde de yaratılış gerçek bir sebep ve hikmete
dayandırılmıştır.[13] Bu ayetlerde “abes, bâtıl, la‘b,
lehv” kelimeleri gayelilik kavramına zıt terimler olarak anılmaktadır. Bu
kelimeler, “hakiki bir gayeye, sebep ve hikmete dayanmayan, hiçbir
gerçek sonuca yol açmayacak olan anlamsız, saçma ve boş şey” anlamında
kullanılmaktadır. Kur’ân’ın bu ayetlerde vurguladığı diğer önemli bir husus da
yaratılışın anlamlı ve hakiki bir gayeye dayanmadığını ileri süren zihniyetin
inkârcı karakteridir. Buna karşılık Allah’a ve ahiret gününe inananlar
yaratılış üzerinde düşünerek, “Rabbimiz! Bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih
ederiz. Bizi cehennem azabından koru” (Âl-i İmrân 3:191) derler. Onların
zihniyet dünyasında gayelilik, âkıbet ve ibadet kavramları iç içedir.
Yerde ve gökte yaratılan, var olan her şey bir gaye
için yaratılmıştır. Her yaratılan bu yaratılışın gayesi içerisinde davranmak
durumundadır. Fatır suresi 35:38-39. ayetlerde bu husus şu şekilde ifade
edilmektedir. “Biz gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları oyun ve
eğlence olsun diye yaratmadık. Onları ancak ve ancak bir gayeyle yarattık.
Fakat insanların çoğu bunu bilmezler”. Bir başka ayette de Allah “Biz
gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ile ve belirli bir süre için
yarattık. İnkâr edenler ise, uyarıldıkları şeye sırt dönüyorlar.” (Ahkaf
46:3) buyurarak varlığın bir gaye için yaratıldığına dikkat çekmektedir.
Varlıkların yaratılış gayesi de Kur’an’da çok veciz
bir şekilde şu ayetle vurgulanmıştır. “Yedi gök, yeryüzü ve bunların
içindekiler O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.
Ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. O
Halîm (:müsamahalı) ve bağışlayıcı olandır.” ( İsra 17:44) Bu
ayette varlıkların yaratılış gayesinin Allah’ı tesbih (: yaratıldıkları amaca
uygun hareket) etmek, olduğunu görmekteyiz. Gerçekten çevre krizine, sebep olan
gerçek amil varlığı Allah’ın tabiat ayetleri olarak görmemenin sebep olduğu
söylenebilir. Çevre krizinin temel nedeni insanın yaratılış amacına
yabancılaşmasıdır.
Tabiat, insana her yönüyle Allah’ı hatırlatan kendisi
gibi Allah’ın bir mahluku olan israf edilmesi haram olan bir varlıklar
alemidir. Günümüz insanı acaba tabiatı bu şekilde mi görmektedir? Yoksa onu
mutlak sahibi olarak mı algılamaktadır? İnsan varlığın sahibi değil
emanetçisidir. Süper güçler doğayı hoyratça yok etmektedir. Sonra da evrende
yaşamın olacağı gezegenler aramaya soyunmaktadırlar.
Kur’an nazarında yer, gök boşuna değil; aksine bütün
kâinat bir amaçla yaratılmıştır. Evren ve hayatın temelinde bir amaçlılık
(teleoloji) söz konusu olduğundan her şey bir gayeye yöneliktir. Bu açıdan
varlık âleminde anlam ve değerden yoksun hiçbir şey mevcut değildir. İnsanda olduğu
gibi onun dışında bütün kâinatın da bir yaratılış gayesi ve hikmeti vardır. Her
ikisi de bu külli gayeyi yerine getirmek, belirli bir anlama hizmet etmek için
vardır. Evrenin var oluş gayesini insandan bağımsız düşünmemiz mümkün olmadığı
gibi, insanın yaratılış gayesini de ondan ayrı düşünemeyiz.
3. Bütünlük İlkesi: Varlıkların birbirinden
tamamen ayrı ve kopuk olmadığını anlamamızı sağlayan bu ilke, Kur’an’da çok
açık bir şekilde anlatılmaktadır. Yeryüzü ve gökyüzünden bahseden ayetlerde arz
ve semavat birlikte bir bütünlük prensibi içerisinde zikredilmektedir:
“O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten
su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır. Öyleyse bile
bile Allah'a denk tutmayın.” (Bakara 2:22)
“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün
art arda gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde yüzen gemilerde,
Allah'ın gökten indirdiği ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği
suda, her canlıyı yeryüzünde üretip yaymasında, rüzgârların estirilmesinde,
gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde aklını
kullanan bir topluluk için nice işaretler vardır.” (Bakara 2:164)
Aynı zamanda Allah’tan, insandan ve tabiattan
bahsedilirken bütünlük ilkesi çerçevesinde bu üç unsur göz önüne alınarak
atıflar yapılmaktadır. Mesela Bakara suresi 164. ayet bu bütünlük ilkesi içinde
vazedilen hususların birbiriyle bağlantı noktasını gösterme açısından önemli
ayetlerdendir. Bu ayette, gökyüzü ve yeryüzünün yaratılmasında gece ile
gündüzün peş peşe gelmesinde, denizdeki gemide, rüzgârda, gökten inen suda ve
gökyüzündeki bulutlarda düşünen bir millet için Allah’ın varlığı ve birliğine
dair pek çok delil olduğu ifade edilerek tabiattan bahsedilirken bu bahsin
insana yönelik olduğu ve Allah’ın varlığı ve birliğini kendisine bahşedilen
şeylerle kavraması gerektiğine dikkat çekilmekte ve Allah-insan-tabiat bir
bütünlük prensibi içerisinde ele alınmaktadır. Böylece varlık alemindeki
birimler arasında bir ilişkinin olduğu, birbirine bağlı bir düzenin bütünlük ilkesi
çerçevesinde yansıdığı ortaya konmaktadır. Eğer varlıklar arasında bir kopukluk
olduğu ve birbiriyle ilişkisi olmadığı varsayılırsa çevreye bakış açısı
değişecektir. Aynı zamanda her yapılan şey sadece yapanı veya yapılanı
ilgilendirir şeklinde bir anlayış hâkim olacaktır ki, bencilce bir düşünüşün
sonucu olan bu anlayış çevre sorunlarına yol açacaktır. Nitekim spreylerin,
fabrika bacalarının, araçlarda kullanılan fosil yakıtların ozon tabakası ile
ilişkisinin olup olmadığı dikkate alınmadığından ozon tabakasının delinmesinde
önemli bir rolünün olduğu çok sonraları anlaşılmıştır.
4. Denge İlkesi: Kâinatta bütüncül bir denge
mevcuttur. Ölçüsüz ve abes hiçbir şey yaratılmamıştır. Geniş feza boşluğunda
zerrelerden kürelere kadar yaratılan her şeyde, ince, dakik bir ölçü, birbirini
tamamlayan ahenk ve akıllara durgunluk verecek bir dengenin var olduğunu Kur’an
haber vermektedir.
Kur’an’da iç (enfüsî) ve dış (afakî) âlemin varlıkları
arasında müşahede edilen düzen, denge, uyum ve güzellik Yaratıcının varlığını
gösteren en önemli kanıtlardandır.[14] Kur’an’da nizam kelimesi
geçmez. Ancak vezin, hesâb, mîzân kader, takdir, ve islâh kavramları
etrafında oluşan semantik bir alan içinde ekolojik dengeye temas edilmektedir.
Meselâ Rahman 55:7-9. ayetlerindeki “vezin”
kelimesi birçok anlamı ifa etmesinin yanında “ekolojik dengeyi” de ifade
etmektedir. Dünyamızda ve onu kuşatan gökyüzünde ne varsa hepsi
belli bir düzen ve belli bir denge dahilinde yaratılmıştır. Bilgi ve program
dışı hiçbir şey yoktur. Mesela Mülk suresinin 3-4. ayetlerinde bir
dengesizlik olmadığı vurgulanmaktadır:
“Yedi göğü uyumlu halde yaratandır.
Rahmân’ın yaratmasında bir uygunsuzluk ve düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir
de bir bak çatlak görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; o göz
umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.” (Mülk 67:3-4)
Aynı şekilde Furkan 25:2. ayette,
Allah’ın her şeyi bir ölçüye göre düzenlediğinden bahsedilmektedir. Böylece
kâinatta bir denge gözetildiği ve bu dengeyi devam ettirecek şekilde
davranılması gerektiği anlaşılmaktadır.
Bu ilke, karşılıklı ilişkinin belli
bir ölçü, ahenk içinde ve mevcut yapıyı bozmayacak şekilde gerçekleşmesini
sağlayacak anlayışı ifade etmektedir. Bu yönüyle, denge ilkesi insanın
ilişkisinde belli ölçülere dikkat etmesi gerektiğini gösteren bir ilkedir.
Her şeyi yaratıp düzenine koyan,
takdir eden, yol gösteren Allah’dır.[15] Bu konuda söylenmedik hiçbir şey
de bırakılmamıştır (Rûm 30:16). Dolayısıyla bu gök, bu yer ve onların
arasındakiler bir “oyuncak” olarak yaratılmamıştır (21. Enbiya 21:16).
Kur’an’da mevcut dengenin sağlanması açısından dikkat
edilmesi gereken hususlar da zikredilmiştir. İsraftan kaçınma (A’raf 7:31),
emanete riayet etme ( Âl-i İmran 3:75-76, Ahzab 33:72-73, 82, Muminun 23:8,
Meâric 70:32), fesat ve bozgunculuk yapmamak, (Kasas 28:83, Ankebut 29:36),
davranışlarda aşırıya gitmeme (Bakara 2:190) vb. dengeyi sağlayacak olan
hususlar arasında yer alan örneklerdir.
Çevre sorunlarının ortaya çıkışında denge ilkesinin
yeterince gözetilmemesinin etkisi söz konusudur. Bu açıdan doğanın birbiriyle
ilişkiler içinde bir dengeler sistemine sahip olduğunu, Rachel Carson bazı
örneklerle ortaya koymakta ve bu hususa dikkat çekmektedir. O, kimyasal
ilaçların karmaşık biyolojik sistem hesaba alınmadan kullanıldığında faydadan
çok zararın meydana geldiğini, ekosistemin dengeler sistemi olduğunu, bu denge
içinde birinin bozulması halinde tüm sistemi etkileyen sonuçların elde
edileceğini belirtmektedir.[16] Arizonadaki Kaibab adı
verilen bir ceylan türünün başına gelenleri de bu dengenin bozulması açısından
önemli bir örnek olarak göstermektedir. “ Bir zamanlar Kaibab isimli ceylanlar
dengeli bir yaşam içinde iken, oradaki halk bu ceylanları koruyalım diyerek
çevredeki kurt ve sırtlanların tümünü öldürmüşler. Düşmanları ölen ceylanlar
büyük bir hızla çoğalmaya başlamışlar ve sayıları o kadar çok artmış ki gıda
ihtiyaçlarını gideremez durumuna düşmüşler ve bunun sonucu olarak toplu ölümler
baş göstermiştir. Tek tek kurt ve sırtlanların öldüreceklerinden çok daha
fazlası açlıktan sürüler halinde ölmüş, ayrıca o çevredeki bitki örtüsü aç
ceylanların her şeye saldırmasından büyük zarar görmüş.[17] Bu örnek bize,”insanların bizzat
kendi işledikleri yüzünden kara ve denizde fesat belirdi. Allah da belki
dönerler diye yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırır” (Rum 30:41), ile
“onlar yeryüzünü ıslah etmeyip bozgunculuk yaparlar” (Şuarâ 26:152) ayetlerini
tekrar düşünmemiz gereğini hatırlatmaktadır.
5. Karşılıklı İlişki İlkesi: Yeryüzü
ve gökyüzündeki her şeyin insanın hizmetine sunulması ayeti ile insanın tabiata
egemen olması, tabiatı hoyratça kullanması ve tabiattan ölçüsüz bir şekilde
istifade etmesi istenmemektedir. Aksi durumda fesadın ortaya çıkmasına neden
olacaktır ki, insanın kendi elleriyle yaptıklarından dolayı karada ve denizde
fesadın meydana geldiği belirtilmiştir.
Varlıklar arasında karşılıklı bir ilişkinin olduğu
Kur’an’da göklerde ve yerde olanların insanoğlunun hizmetine sunulması (Casiye
45:13) belirtilerek, diğer yandan da insanların kendi elleriyle yaptıkları
şeylerden dolayı karada ve denizde fesadın meydana geldiği ifade edilerek (Rum
30:41) tabiat-insan ve insan-tabiat ilişkisine dikkat çekilmektedir. İnsan,
düşünen bir varlık olarak tabiattaki varlık ve nesnelerle olan ilişkisini
dinamik bir şekilde sürdürmelidir. Onlardan yararlanır, yeni birtakım şeyler
üretir.
Bugün çevre sorunları içerisinde yer alan hava
kirliliği örneğinde, karşılıklı ilişki ilkesi açısından çok önemli ipuçlarına
ulaşmak mümkündür. İnsan tarafından atmosfere karıştırılan yabancı maddelerle
havanın bileşimi bozulmakta, yaşanan bu durum da hava kirliliğine yol
açmaktadır. Aynı zamanda insan bunun idrakinde olmayarak hatasını
sürdürmektedir. Bunun sonucunda kirlenen hava, bu kirliliği asit yağmurlarıyla
su ve toprağa aktarılarak yeryüzündeki canlıları etkilemektedir. Böylece sorun
sadece hava kirliliği olarak kalmayıp bu kirlilik su ve toprağa da geçmektedir.
Ayrıca içindeki canlıların da olumsuz yönde etkilenmesine yol açmaktadır.[18] Hava kirliliğinin su ve
toprağı kirletmesine yol açması, aynı zamanda yeryüzü ve gökyüzü bütünlüğü
ilkesinin çok güzel örneklerinden birini oluşturmaktadır. İnsanın tabiatı Allah’ı
hesaba katmadan kendi amacı doğrultusunda algılaması bir çevre sorununu
oluşturmaktadır.
SONUÇ:
Çevreyi kirletip tahrip eden bazı maddi ve manevi
unsurlar vardır. Bunlar: Cehalet, düşmanlık, bencillik, israf ve ilgisizliktir.
Problemin çözümüyle ilgili çözüm çareleri şunlardır: Eğitim, temizlik,
ağaçlandırma, tahrip yapanlara yaptırım, düzenli şehirleşme ve alt yapı, iman
ve sevgi seferberliğidir.
Materyalist, faydacı ve indirgemeci dünya görüşünün
önce Batı insanında sonra da bütün dünyada hâkim olması, doğayı yağmalayan
kapitalizme dayalı hayat felsefesinin insanları etkisi altına alması doğanın
sınırsızca kullanılmasının ve problemlerin en önemli sebeplerindendir. Çağdaş
insan, bilimsel ve teknik açıdan gelişme ve dünyaya hâkim olma düşüncesiyle
tabiatı kirleten bir üretim sistemi, insanı sakat bırakan bir toplum türü
meydana getirmiştir. İnsanoğlu faaliyetlerinde sadece faydacılık anlayışı ile
hareket ederek doğada bir hakimiyet kurma çabası içine girmiş, bunun sonucunda
da ekolojik sistemi tahrip etmiştir. Bu sorunun çözümü yine insandır. İnsan
kendini tabiatın yıkıp yağmalayıcısı değil, tabiatı koruyup geliştirmekle
görevli bir emanetçi olarak kabul etmelidir.
İnsan, tahrip edilmiş bir tabiatta hayatını
sürdüremez. Doğanın insana değil, insanın doğaya ihtiyacı vardır.
[1] Bkz. Bakara 2:30; İbrahim 14:33;
Nahl 16:12; Hacc 22:36-37, 65; Lokman 31:20; Zuhruf 43:13
[2] Zariyât 51:56; Kıyâme 75:36; Beled
90:5-7
[3] Mülk 67:2
[4] Abdulbaki Muhammed Fuad,
el-Mu’cemu’l-Müfehres li-Elfâzı’l-Kur’anı’l-Kerim, s. 33-40
[5] Bakınız: Zariyat 51:56; Mülk 67:2;
Âl-i İmran 3:191
[6] İsraftan sakınmayı emreden
ayetler için bkz: Enam 6:141; A’raf 7:31
[7] İlgili ayet için Bkz: Enam 6:141;
A’raf 7:31, İsra 17:26-27,29,31; Muhammed 47:37-38; Haşr 59:9; Teğabün 64:16
[8] İlgili ayetler için bkz:Bakara
2:80; Nisa 4:36; Enam 6:151; İsra 17:23-24; Ankebut 29:8; Lokman 31:145; Ahkaf
46:15
[9] Tabiattaki varlıkları ve bazı
yiyeceklere dikkat çekilerek insanın düşünmesi istenen bazı ayetler arasında;
Nahl 16:5-9, 11; Nebe 78:14-16; Abese 80:25-32
[10] İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab
[11] Hüseyin Aydın, Yaratılış ve
Gâyelilik, s.129
[12] KELÂM ARAŞTIRMALARI DERGİSİ,
Cilt: 14, Sayı: 2, 2016, Sayfa: 343-360
[13] Benzer bir açıklama için bk. Enbiyâ
21/16-17
[14] Araf 7: 56; Ra’d 13: 8; Kamer
54:49; Rahman 55: 7-9
[15] Kaf 50:6; A’la 87:1-5
[16] Doğan Cüceloğlu, İçimizdeki
Biz, s. 53
[17] Doğan Cüceloğlu, İçimizdeki Biz,
s. 53
[18] İbrahim Özdemir, Çevre ve
Din, s. 34.
Yorumlar
Yorum Gönder