KUR’AN’IN ANLAŞILMASINDA TEMEL SORUNLAR (II)
KUR’AN’IN
ANLAŞILMASINDA TEMEL SORUNLAR (ıI)
Kur'an'da Çok
Anlamlı Ve Eş Anlamlı Kelİmeler[1]
Her dilde çok anlamlı ve eş anlamlı kelimeler vardır. Yani bazı kelimelerin birden fazla anlamı olduğu gibi, bazı kelimeler de birbirinin yerine kullanılabilir. Bu tür kelimelere / fiillere binlerce örnek verilebilir. Ama biz sadece birkaç örnekle yetineceğiz. Örneğin, Türkçedeki “açık” kelimesi çok anlamlı bir kelimedir. Nitekim Türkçe herhangi bir sözlüğe baktığınızda “açık” kelimesinin yirmi civarında anlamı olduğunu görürsünüz. Hele ki başka kelimelerle yan yana geldiğinde bu sayı ikiye katlar. Aynı durum “düşmek” yahut “çalmak” kelimeleri / fiilleri için de geçerlidir. Bu tür kelimeler yahut fiiller ya geçtikleri bağlam itibarıyla ya da yan yana geldikleri diğer kelimeler dolayısıyla farklı anlamlar kazanır.
Aynı şekilde bazı kelimeler ise eş anlamlıdır. Birbirinin yerine kullanılabilirler. Ancak eş anlamlı kelimelerin anlamlarında her zaman mutlak bir denklik olmayabilir. Her ne kadar bu tür kelimeler yer yer birbirinin yerine kullanılabiliyor olsa da, her durumda birbirinin yerine kullanılmaları söz konusu olmaz. Çünkü tek başlarına birbirleriyle anlam olarak örtüşüyor gibi olsalar da, diğer kelimelerle yan yana geldiklerinde ya tamamen farklı anlamlar kazanırlar, ya da küçük de olsa diğerinden farklı bir anlama işret ederler. Elbette bu tür kelimelere pek çok örnek verilebilir. Ancak bu bağlamda birkaç örnek vermek gerekirse; “ak” ve “beyaz”, “şüphe” ve “kuşku”, “siyaset” ve “politika”, “şehir” ve “kent”, “kadın”, “hanım”, “bayan”, “avrat” ve “karı” gibi kelimeler kabaca eş anlamlı kelimelere örnek teşkil edebilir. Bu tür kelimeler her ne kadar kabaca birbirinin yerine kullanılıyor olsalar da, kullanıldıkları bağlam yahut yan yana geldikleri diğer kelimeler veya içerisinde yer aldıkları cümle itibarıyla ya farklı anlamlar kazanırlar, ya da küçük de olsa diğerinden farklı bir anlama işaret ederler.
Kuşkusuz bu durum her dil gibi Arapça için de geçerlidir. Arapçada da birden fazla anlama gelen pek çok kelime olduğu gibi, aynı şekilde birbirinin yerine kullanılan da pek çok kelime vardır. Doğal olarak Kur’an da Arapça olarak indirilmiş bir kitap / hitap olduğu için aynı durum Kur’an için de söz konusudur. Hatta bazı kelimeler Arap dilindeki anlamlarının dışında Kur’an semantiği içerisinde yeni anlamlar kazanmışlardır. Kur’an ilimlerinde yahut Tefsir ilminde çok anlamlı ve eş anlamlı kelimelere “Vücuh” ve “Nezair” adı verilir. Diğer bir ifade ile söyleyecek olursak, birden çok anlamı olan kelimelere “Vücuh” denilir. Buna karşın birden fazla kelime tek bir şeyi ifade eden bir anlama sahipse buna “Nezair” adı verilir.
“Vücuh” ve “Nezair” konusu Kur’an ilimlerinin ve Tefsir ilminin en önemli konularından biridir. Çünkü Kur’an’ın anlaşılmasında Kur’an’da yer alan kelimelerinin anlamlarının doğru olarak bilinmesi büyük önem arz etmektedir. Bu ise ancak, kelimenin, geçtiği bağlam yahut içerisinde yahut içerisinde yer aldığı cümle içerisinde hangi anlama geldiğinin bilinmesiyle, ya da diğer kelimenin değil de o kelimenin kullanılmış olmasının ne tür bir inceliğe işaret ettiğinin bilinmesi ile mümkün olur.
Nitekim “Vücuh” ve “Nezair”in önemi ta baştan beri bilindiği için İslam’ın ilk asırlarından itibaren bu konuda müstakil kitaplar yazılmaya başlanmıştır. Kâtip Çelebi bu alanda ilk kitap telif edenlerin İkrime (Ö: h. 105 – m. 723) ve Ali b. Ebi Talha (Ö: h. 143 – m. 760) olduğunu söyler. Her ne kadar diğer kaynaklar bu bilgiyi doğrulamasalar da, bize kadar ulaşan Mukatil b. Süleyman’ın (Ö: h. 150 – m. 767) “el-Eşbah ve’Nezair” isimli kitabı bu konunun çok erken dönemlerde öneminin fark edildiğinin göstergesidir. Aynı şekilde daha sonraki asırlarda da bu alanda müstakil pek çok kitap telif edilmiş, bunların bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır.
“Vücuh” ve “Nezair” konusu sadece müstakil telif edilmiş eserlerde yer almaz. Bunların yanı sıra Tefsir Usulü ve Kur’an İlimleri ile ilgili kitaplarda da bu konuya ele alan bölümler yer almıştır. Bunun dışında Tefsir kitaplarında da “Vücuh” ve “Nezair”e materyal oluşturacak pek çok veriye rastlamak mümkündür.
Bu konu tefsir açısından önem arz ettiği kadar Kur’an çevirileri (meal) açısından da büyük önem arz etmektedir. Bu yüzden özellikle Kur’an mütercimlerinin çok büyük hassasiyet göstermeleri gerekmektedir. Zira bir kelimenin, geçtiği bağlam içerisinde kazandığı yeni anlamı göz ardı ederek o cümleyi / o ayeti anlamaya çalışırsak o cümleyi / o ayeti doğru anlamamız mümkün olmaz.
Bu bağlamda “Secde”, “Salat”, “Ruh”, “Din”, “ vb. kelimeler çok anlamlı kelimelere örnek olarak verilebilir. Örneğin “Secde” kelimesi, kullanıldığı yere göre “namazda yere kapanma (secde etme)”, “boyun eğme”, “emre amade olma”, “alçakgönüllülük”, “saygıyla selamlama”, “itaat” vb. anlamlara gelir. Yine aynı şekilde “Salat” kelimesi “namaz”( Bakara Suresi: 3, 83, 110; Nisa: 43, 77, 101, 102, 103, 142, Maide: 2, 12, 55 vs.), “dua” (İsra: 110, Tevbe: 99), “rahmet” (Bakara: 157), “din” (Hud: 87), “ibadet” (Enfal: 35), “destekleme” (Ahzab: 56), “teşvik” (Tevbe: 103) vb. anlamlarda kullanılmıştır. Benzer durumlar diğer çok anlamlı kelimeler için de söz konusudur.
Buna karşın Türkçeye kabaca “şüphe” veya “kuşku” olarak çevrilebilecek olan “Rayb”, “Şekk” ve “Şüphe” kelimeleri eş anlamlı kelimelere örnek olarak verilebilir. Bu kelimeler her tür belirsizlik, şüphe ve kuşkuyu ifade etmek için kullanılır. Ama aralarında bazı nüanslar vardır. Örneğin, “Rayb” kelimesi endişe, korku, tasa, ihtimal, şüphe, zan, kaygı, vesvese vs. gibi her tür belirsizliği ifade etmek için kullanılır. Bu açıdan “yakin” (kesin gerçek) kelimesinin tam zıddını ifade eder. “Şekk” kelimesi “Ş-K-K” kökünden gelir ve “iki şeyin birbirine yapışması, birbirinden ayırt edilememesi” anlamına gelir. Genellikle iki ihtimalden biri olduğu durumlar için “Şekk” kelimesi kullanılır. “Şübhe” kelimesi ise “Ş-B-H” (benzedi) kökünden gelir ve belirsizlik ihtimalinin ikiden fazla olduğu durumlarda kullanılır. Aynı şekilde benzer durumlar Kur’an’da geçen diğer eş anlamlı kelimeler için de geçerlidir.
Netice itibarıyla, Kur’an’ın doğru anlaşılabilmesi, hatta inceliklerinin fark edilebilmesi için “Vücuh” ve “Nezair”in, yani çok anlamlı ve eş anlamlı kelimelerin bilinmesi gerekir. Çok anlamlı kelimeler kullanıldıkları bağlama yahut içerisinde yer aldıkları cümleye göre farklı anlamlar kazanabilir. Bir kelimenin birden çok anlamı var diye, o kelimenin her yerde birden çok anlama gelmesi söz konusu olmaz. Yine aynı şekilde, Kur’an’daki eş anlamlı kelimeler arasındaki nüansların fark edilmesi lazım. Yoksa Kur’an’ın farklı durumlarda – görünüşte bu kelimeler eş anlamlı gibi görünse de - farklı kelimeler kullanmasındaki inceliği anlayamayız.
YORUM
Kur’ân, mahiyeti açısından hem lafzıyla hem de manasıyla Allah
katındandır. Bu itibarla lafızları
özenle seçilmiş şümullü bir metindir. Her metin gibi, kutsal metinler de yoruma
ihtiyaç duyarlar. Metin, bir şey ifade etmesi için önce yorumlanması, yani
hayatla ilişkilendirilmesi gerekir. Tefsir literatüründe yorum, tefsir ve
te’vil kelimeleriyle ifade edilmektedir ve bunlar birbirlerinin tamamlayıcısıdır.
Tefsir; esbab-ı nüzul, mekki-medeni gibi nassı anlamaya götüren nakle dayanan dış
bağlamla ilgili bilgileri konu edinir. Dolayısıyla tefsir, te’vili hazırlayıcı
tüm bilgileri, ilimleri toplayan bir ilimdir. Tefsirde nakl ve rivayet
etkindir, oysaki te’vil istinbata (:çıkarıma) dayanır. Te’vil, tefsirin
hazırladığı ve sunduğu harici bilgiler ve ilimler vasıtasıyla akli tasarrufla
metinden bir netice elde etmektir. Böylece denilebilir ki tefsir te’vilden bir
cüzdür. Tefsire dayanmayan te’vil isabetli olmaz.
Genel olarak iki yorum şekli vardır. Birincisi, lafzî yorum,
ikincisi ise, metnin maksatlarını ortaya çıkarmaya çalışan, tarihsel, öznel,
vakıî, tecrübî yorum. Metnin kendisinden yola çıkarak metnin ihtiva ettiği
anlamları öne alan lafzî yorum ‘Metin ne demektedir?’ sorusuna cevap
aramaktadır. Metnin arkasındaki maksatları ortaya çıkarmaya çalışan tarihsel,
öznel, vakıî ve tecrübî yorum ise, ‘Metinle ne söylenmek istenmiştir?’ sorusunun
cevabını aramaktadır. Yani, metnin kendisine karışıp onunla bütünleşmek
durumunda olduğu dış realiteyi, beşerî vakıa ve oluş ufkunu gözeten, metnin
içinde oluştuğu tarihsel, kültürel, toplumsal bağları dikkate alan anlama ve
yorumlama biçimidir. Bu iki yorumlama şekli birbirinin tamamlayıcısıdır. Geleneksel
tefsirlerimiz, çoğunlukla, ‘Metin ne demektedir?’ sorusuna cevap aramakla
yetinmiştir diyebiliriz. Yorumlama, kesin sonuçları olan bir etkinlik değildir.
Bilakis özne ile nesne arasındaki ilişkinin bir hâsılasıdır. Bu ilişki de
çeşitli etkenlerden dolayı sorunsuz değildir. Yani sonsuz bir yorumlama yoktur.
Yorumcu da bu sorunları aşmak için vardır. Yorumlama hareketinin gereği de
buradan çıkmaktadır.
Yorumun doğru mu yanlış mı olduğunun sağlamasının yapılmasını
Mustafa İSLAMOĞLU şu şekilde izah etmektedir:
Yorum akli bir mekanizmadır. Doğru, yanlış ya da aşırı
olabilir. Yorumlar hakkındaki kıymet hükümleri de bir yorumdur. Hatta yorum,
“Bu yorum doğrudur, bu yorum yanlıştır” demekten ibaret de değildir. “Yoruma
gerek yok” demek de bir yorumdur. Yine de yorumların sağlamasının yapılması
mümkündür. Bunun için şu unsurların yardımı şarttır:
1. Olay ufku: Nakledilen olayın olduğu zaman, mekân ve
kahramanlar. Nuh tufanının anlatıldığı ayetlerde olay ufku tufanın zamanıdır.
Kâinatın yaratılışından söz eden ayetlerde olay ufku evrenin ilk yaratılış
zamanıdır.
2. Dış bağlam: Nüzul ortamı ve nüzul sebepleri dış
bağlama dâhildir. Hayat ile ayet arasındaki ilişki, ya da olgu-nas ilişkisi bu
maddenin konusudur.
3. İç bağlam: Siyak ve sibak. Ayetin öncesi ve
sonrasıyla ilişkisi, ayetin Kur’an’daki benzer ayetlerle ilişkisi, ayetin tüm
Kur’an vahyi ile ilişkisi bu maddenin konusudur.
4. Dil: Ayeti oluşturan kelimelerin iştikak, lafız ve
anlam yapıları, o lafızların birbiriyle dilsel ilişkisi, ayeti oluşturan
cümlelerin nahiv ve belagat çatıları bu maddenin konusudur.
5. Rasûlî örneklik: Elçi’nin elçilik ettiği ayeti
anlama, yaşama ve anlatması, onun yorumudur. Bu yorum ayeti doğru anlamada
anahtar rolüne sahiptir.
Bir yorumun doğruluğu, bu beş unsura vurulmalıdır. Bu akleden
bir kalp, entelektüel bir gayret, sorumluluk ve samimiyet gerektiren tertil ve
tedebbür faaliyetidir. ‘Tertil’ ve ‘tedebbür’, Kur’an’ın kendisiyle ilgili
yorum faaliyetine verdiği isimlerdir. Kur’an’ı anlama ve yorumlama faaliyetinin
tarihsel süreçteki isimlendirilme serüveni de müstakil olarak ele alınması
gereken bir konudur.[2]
MAKSAT
Günümüzde İslâm’ın bilhassa siyasî, iktisâdi, içtimaî
sahalardaki hüküm ve kaidelerinin çağın ihtiyaçlarına ne oranda cevap
verebildiği üzerinde İslâm âlimlerinin yoğun gayretleri vardır. Bunun için de temel hareket noktalarını,
dinin en önemli kaynağı olan Kur’an’ın yorumu oluşturmaktadır. Bu nedenle
Kur’an’ın maksatlarını tespit konusu, İslâm’ın çağın ihtiyaçlarına cevap
vermedeki en önemli adımıdır. Dinin temel ilkeleri, insanların ihtiyaçlarını
karşılamaya ve onları her iki âlemde de mutlu etmeye yönelik prensipler ihtiva
etmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: “İnsanlara indirilen mesajları
açıklaman için, biz sana Kur'an'ı indirdik.” (Nahl, 16/44) İnsanların
ihtiyaçlarını karşılamak ve her iki dünyanın maslahatını elde etmek ise
Allah'ın vahy göndermedeki asıl maksadıdır. Dolayısıyla Kur’an ilim adamları
tarafından sürekli olarak yorumlanması, bu evrensel mesajın, asrın
ihtiyaçlarına ve gereksinimlerine çözüm üretme anlamına gelmektedir.
Vahyin inşa edici bir özne olmaktan çıkarılıp
‘kutsal nesne’ haline getirilmesi üç aşamada gerçekleşti. Birinci aşama:
Lafız, mana ve maksattan oluşan vahyin makro ayağı olan “maksat” ihmal
edilerek, vahiy lafız ve manaya indirgendi. Oysa lafız ve mananın hakemi maksat
idi. Hakem dışlanınca ilahi vahyin muradını anlamak güçleşti. Yalnız lafız ve
manaya dayanarak anlama çabaları bir takım anlama sorunlarına kapı açtı.
Maksadı göz ardı edilen vahyin, inşa edici bir özne olmaktan çıkarılması
doğaldı. Çünkü inşa edicilik doğrudan vahyin maksadıyla alakalıydı. İkinci
aşama: Lafız ve manaya indirgenen vahyi anlama işi, bu kez ikinci ayağından
da mahrum kalarak sadece lafza indirgendi. Bu, yukarıdaki şekilde başlayan
sürecin doğal sonucuydu. Bu sonuç ise, anlamın kendi kendini üretmesine engel
oldu. Vahyin muhatapları vahiyle diyalog kurmak, onu diyalojik bir tasavvurla
“okumak” yerine “hatmetmeye” başladılar. Aslında bu, anlamın yokluğundan doğan
açığı, lafzı abartarak kapatmak demekti. Üçüncü aşama: Vahiy sadece
lafza indirgenince, Kur’an’da sadece “mushaf”a indirgendi. O artık inşa eden
bir özne değildi. Çünkü o muhataplarını değil, muhatapları onu
‘yüceltiyorlardı’. Oysa ki vahiy kendiliğinden yüceydi ve onun insan tarafından
yüceltilmeye değil, anlaşılmaya ve yaşanmaya ihtiyacı vardı. Vahyi
nesneleştiren muhataplar, onu nesneleştirmenin bedelini “yücelterek” ödeme
çabası içine girdiler. Bu adeta vahye verilmiş bir “sus payı”na dönüştü. O
muhataplarının hayatından bir şeyleri imha edip yeni bir şeyler inşa etmeyecek,
muhatapları da vahyi ne kadar becerebilirlerse o kadar yükseğe kaldıracaklardı.[3]
Kur'an'ı “beyan” etmek onun maksadını ortaya koymaktır.
İçtihat usulleri ise insanı maksada götüren kılavuzlardır. Kur’an’ı anlamak,
aynı zamanda ne demek istediğini de anlamak demektir. Çünkü ne dediğini
anlamak, ne demek istediğini kavramadıkça eksik bir anlama olur. Tefsir
Usulü’nde mevcut bütün bölümler, Kur’an’ın ne dediğini ve ne demek istediğini
anlamaya yönelik disiplinlerdir. Ancak ağırlıklı olarak usul konularının,
Kur’an’ın ne demek istediğinden çok, ne dediğini anlamaya yönelik çalışmalar
olduğunu söylemek mümkündür. Her ne kadar bazı tefsirlerde ayetin ne dediği
belirtildikten sonra, ne demek istediğine de yer verilmiş olsa da bu husus
genellikle fazla işlenmemiş ve tarih ile bağlantı kurulamamıştır.
SEMBOLİK DİL
Sembol (İng. symbol; Fr. symbole; Al. symbol): “Bir düşünce,
fikir ya da nesnenin yerini tutan, bir kavramı veya bir düşünceyi belirten
gözle görülür ve anlamı bilinir işaret demektir. Bir anlam, nitelik, soyutlama
ya da nesneyi göstermek, ifade etmek için kullanılan sözcük, işaret ya da mimik
olarak sembol, kendisine ortak bir sözleşme, anlaşma, uzlaşma ya da gelenek
aracılığıyla belli bir anlam aktarılan uzlaşımsal işareti, belirli bir nesne,
süreç veya işlemi ima etmeye yarayan şeyi tanımlar.”[4]
“Sembol terimi,
taşıyan anlamına gelen Yunanca’daki sumbolon ve Latince’deki symbolusdan
gelmektedir.”[5]
Buna göre, sembol bir habercidir, bilincin iki düzeyi arasında, profan ve
kutsal arasında bir aracı unsurdur, aracı bir göreve sahiptir, o bir köprüdür,
ayrılmış unsurları bir araya toplamaktadır, o göğü ve toprağı, ruhu ve maddeyi
birbirine bağlamaktadır, o gizli bir anlamı ortaya çıkaran bir tasvirdir.[6]
Kur’an’ı tek bir dil düzeyinde anlamaya çalışmak, onun
anlatmak istediği esas maksadı anlamamızı bazen engelleyebilir. Örneğin
Kur’an’ın sadece lafzını merkeze alarak okumaya tabi tutmak ve mantûkî
anlamıyla sınırlandırmak, Kur’an’da
bulunan diğer ifade şekillerinin anlatmak istediği şeyi anlamamızı engelleyici
bir unsur olarak karşımıza çıkabilir. Oysa Kur’an dili, nâzil olduğu dönemin
insanlarının edebî zevk ve anlayışlarına uygun olarak, muhataplarını etkilemek,
düşünceyi normal dilden daha canlı bir biçimde ifade etmek ve fikri daha
duyarlı bir hale getirmek için, her dilde var olan söz sanatlarını, ifade
tarzlarını içerisinde barındırmaktadır.
Özellikle Allah’ın sıfatları ile ilgili bilgilerin verildiği ayetlerdeki temsîlî anlatımı göz ardı ederek, tıpkı müşebbihe ve mücessimenin
yaptığı gibi, Allah’ın sıfatlarını yaratılmışların sıfatlarına benzetecek
şekilde, lafzı merkeze alıp zâhirî
okumaya tabi tutmak, bu ayetlerin ihtiva ettiği anlamı ve vermek istediği
mesajı hiç anlamamaya veya yanlış anlamaya ya da en azından anlamını daraltmaya
sebep olabilmektedir. Oysa bir metnin ve sözün zâhirî anlamda “ne dediği”
kadar, hatta bazen ondan daha da önemlisi, onun “ne söylemek istediği”dir. Zira
bir sözü söylemenin temel gerekçesi, onun söylenme amacı ve maksadını
oluşturmaktadır.
Enbiya/82: Şeytanlardan onun için dalgıçlık yapan ve daha başka işler
içinde çalışanları emrine vermiştik. Bütün bunları kontrolüne veren bizdik.
(İhsan ELİAÇIK)
İhsan ELİAÇIK ayetin dipnotunda şunları söylemektedir:
Filistin’in başkenti Kudüs’te MÖ. 970-930 arası yaklaşık kırk yıl bölgenin en
kudretli imparatorluğunu kuran Hz. Süleyman’ın devleti, dönemin süper gücü
haline gelmişti. Bugünkü tüm Ortadoğu’ya hakim olmuş ve rakiplerini dize
getirerek emri altına almıştı. Rüzgârların, insanların, cinlerin, şeytanların
Süleyman’ın emrine verilmesi Sami muhayyilesine hitap eden bir üslup olup
döneminde rakipsiz bir bölgesel güç haline geldiği anlatılmak isteniyor. “Esip
giden rüzgârlar” ile yelkenli gemi filoları, “dalgıçlar” ile denizci Fenike
askerlerinin emrine girmesi, “şeytanlar” ile cin ve büyünün anavatanı Babil’in
onun emrine girmesi ve civardaki kabile ve toplulukları kendine bağlaması ile
devletinin her yana yayılması anlatılmak isteniyor olmalıdır (Allahu a’lem).[7]
İhsan ELİAÇIK’ın dipnota yazdığı Kur’an’da var olan
sembolizmi açıklamak için çok güzel ifadeler ancak meali bunu yansıtmıyor.
Mustafa ÖZTÜRK’ün meali daha açık, anlaşılır ve güzel.
“Biz kimi şeytanları da (boyunduruk altına alınan asi/yabancı
kavimlere mensup insanları) Süleyman’ın emrine verdik. Onlar Süleyman için
dalgıçlık yapar, (denizden inci-mercan çıkarırlardı). Yine onlar (inşaatçılık,
heykeltıraşlık, bakırcılık gibi) başka işler de yaparlardı. Biz onları gözetim
ve denetim altında tutardık.”
Ayetin dipnotunda şunları söylemektedir: Gerek bu ayetteki şeyâtîn
(şeytanlar) kelimesi gerek 34/Sebe 12. Ayette cin
(cinler) kelimesi bildik anlamda şeytan cin anlamına gelmez. Aksi halde, şeytanın insanları yoldan çıkarmakla ilgili
ahdini unutup Hz. Süleyman’nın emrinde çalışmaya, dalgıçlık, inşaatçılık,
heykeltıraşlık gibi masumane işler yapmaya başladığını kabul etmek gerekecektir.
Oysa “şeytan” ve “şeyâtîn” kelimeleri bir çok ayette insanlar için
kullanılmıştır. Buna göre ayette sözü edilen şeytanlardan/cinlerden maksat,
Mevlana Muhammed Ali’nin de belirttiği gibi, Hz. Süleyman’ın hükmüne boyun
eğdirip hizmetinde çalıştırdığı yabancı ve asi kavimlere mensup insanlardır
(Bkz. Muhammed Ali, The Holy Qur’an, s. 659,, 849). Eski Ahid’in II:
Tarihler kitabındaki bazı pasajlar da bu yorumu teyit etmektedir. (Bkz. II.
2/2-18).[8]
Kur’an’da, hadislerde ve tarih kitaplarında şeytan(alar)ı
önceden insanların gördüğüne dair bir bilgi yoktur. Hz. Süleyman’ın şeytanlara
ve cinlere söz konusu işleri yaptırırken –inşaat, dalgıçlık ve bakırcılık- eğer
onlar görünmüyorlarsa “Bunlar kendi kendine nasıl oluyor?” diye hiç sormamışlar
mı? Bu soruyu sorduklarına dair bir bilgi de kaynaklarda yok. Şeytanlar ve
cinler eğer önceden insanlara görünüyorsa şimdi niçin görünmüyorlar?
Mustafa İSLAMOĞLU’da ayetin çevirisini şu şeklide yapmıştır:
“Yine dik başlı birileri, hem onun için dalgıçlık yapıyorlar, hem de bunun
dışında başka hizmetler görüyorlardı. Aslında onlara mukayyet olanda Biziz.”
Ayetin dipnotunda şunları söylemektedir: Şeyatin, “baş
eğmedi, serkeşlik etti, azdı” anlamına gelen şatana kökünden
türetilmiştir (Krş: 81:25, not 21). Bunlar, Süleyman zamanında yaşamış
başıbozuk ve hiçbir kural tanımayan vahşi kabileler veya onun devleti
sihirbazlıkla yönettiği zehabına kapılan nankör Yahudiler (Bkz: 2:102)
olabileceği gibi, insanoğluna baş eğmeyen tabii güçler de olabilir.[9]
[1]
Bu başlık tamamen Mustafa YILDIZ’dan alınmıştır.
[2]
Mustafa İSLAMOĞLU, Kur’an’ı Anlama Yöntemi (Tefsir Usulü), s. 283-284
[3]
Mustafa İSLAMOĞLU, Kur’an Yazıları, 29-30
[4]
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 2000, s. 840
[5]
Schwarz, Fernand, Kadim Bilgeliğin Yeniden Keşfi, Çev.: Aslan, Ayşe Meral,
İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s. 282; Tokat, Latif, Dinde Sembolizm, Ankara
Okulu Yayınları, Ankara 2004, s. 9
[6]
Schwarz, a.g.e., s. 283
[7]
İhsan ELİAÇIK, Nüzul Sırasına Göre Yaşayan Kur’an Türkçe Meal/Tefsir, 446-447
[8]
Mustafa ÖZTÜRK, Kuran-ı Kerim Meali Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri, s. 452
[9]
Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, s. 632
Yorumlar
Yorum Gönder