DEVLETİN DİNİ ADALETTİR
DEVLETİN DİNİ
ADALET OLMALIDIR AMA NASIL?
Müslümanlar arasında
“hakimiyet”in kaynağı konusunda
tartışma olmaz. Bunu
kimse tartışmamaktadır.
Ancak tartışılan konu, bu hâkimiyetin yeryüzünde nasıl temsil edileceğidir.
Mustafa İSLAMOĞLU
Adaletin ikame edilmesi gereken en
şümullü alan, yönetimdir. İslâm nazarında yöneticilik, insana tevdi edilen
emanetlerden biri, hattâ en mühimidir. Hangi seviyede olursa olsun, avantaj
gibi görünen yöneticilik bu itibarla insanın omuzlarında ağır bir yüktür.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), devlet başkanından evdeki hizmetçiye kadar her
seviyedeki yöneticinin idare ettiklerinden mesul olduğunu bildirmiştir.
(Buharî, Cuma 11) Yönetimde adalet ise, mü'min idareci için en büyük vazifedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in, "Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar
arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hükmetmenizi emreder. Allah
bununla, size ne de güzel öğüt verir!" (Nisa, 58) âyeti, yönetimde
adaletin ikamesini emretmektedir. Emanetle adaleti bir arada zikreden bu âyetin
idareciler hakkında indiği rivayet edilir. (İbn Kesir) Buna göre yöneticilik
bir emanet olduğu gibi, yönetimde adaleti gerçekleştirmek de bir vazifedir.
Adalet kavramını tanımlama ve ya
algılama toplumdan topluma, ideolojiden ideolojiye değişkenlik arz
etmektedir. Mesela, burjuva bilim ve
düşünce adamlarının adalet yorumu ile İslam ulemasının adalet yorumu önemli
ölçüde farklılaşmaktadır. Burjuvalar "faydacılık" ilkesinden hareket
ederek her bireyin faydasını en yükseğe çıkarmasıyla tüm toplumun faydasının en
yüksek düzeye çıkmış olacağını savunurlar. Müslüman ilim ve düşünce adamları
zayıf ve güçsüzün, yıkıcı rekabet ve çatışma şartları altında ezileceği, dolayısıyla
belirlenen politikalarda bu kesime ayrı bir önemin verilmesi gerektiği tezini
savunurlar. Yani bir tür pozitif ayrımcılık. Batı zihniyeti adaleti eşitlik
olarak görürken, islam düşüncesi adaleti herkese hak ettiği şekilde muamelenin
adalet olduğunu söyler. Batı düşüncesinde genellikle belli bir kesimin
(burjuva) sözcülüğü yapılırken, islam düşüncesinde toplumun çoğunluğunun
menfaati göz önünde tutulur.
Kur’an’da tüm hatları belirlenmiş
bir ekonomik ve siyasal sistem şeması verilmemiştir. Zaten Kur’anî hikmete
uygun olan da budur. Çünkü Kur’an sadece bir çağı değil, kıyamete kadar uzanan
tüm çağları kucaklayan bir mesajdır ve ilkeler vaz’eder. Böyle olsaydı,
Kur’an’ın beşeri kitaplardan bir farkı kalmazdı. Bunun yerine Kur’an temel ve
evrensel ilkeler vaz’etmiş, her çağda insanlardan bu ilkeler çerçevesinde
yaşamalarını emretmiştir. Bu ilkeleri yorumlayarak üretme işini Allah insana
bırakmıştır. Bu iş içtihattır. Bunu yapacak da âlimlerdir. Her çağdaki
âlimlerin (sadece din alimi kastedilmiyor) Kur’anî ilkeleri yorumlarken, işte
murad-ı ilahi (Allah’ın arzusu) tam budur demesi asla mümkün değildir. İctihadın,
idrak, marifet ve ilmi boyutumuzun ulaşabildiği kadar tevhidî olmasına riayet
edilmelidir.
İslam inancına göre, insanlar arası
ilişkileri tanzim etmede en çok üzerinde durulan kavram, hiç şüphesiz
"adâlet" kavramıdır. Hakkı teslim etmek ve hakka hukuka riayet etmek
demek olan adâlet, insanların haklarına saygı göstermek, herkese layık olduğu
ve hak ettiğinin karşılığını vermek gibi erdemleri içeren ahlakî, hukukî,
felsefî, dinî ve aynı zamanda evrensel bir değerdir. Bu nedenle adâlet, İslam
medeniyetinde toplumsal hayatın esası ve mülkün/yönetim temeli sayılmıştır.
Kur'an ve hadislerde, Allah'ın adâletle hükmettiği, adâleti emrettiği ve
adâletle davranmak gerektiğine dair çok sayıda ilahî mesaj yer almaktadır:
"Şüphesiz Allah, adaleti,
iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve
azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor."
(Nahl, 16/90).
"Ey iman edenler! Allah için
hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir
topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah'a karşı
gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'a karşı gelmekten sakının." (Mâide,
5/8).
"Ona dedik ki: "Ey Dâvûd!
Gerçekten biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında adâletle hüküm
ver. Nefis arzusuna uyma, yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır."(Sâd,
38/26).
"Ey iman edenler! Kendiniz, ana
babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak
adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin
veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha
yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede
nefsinize uymayın." (Nisâ, 4/135).
"Allah size, emanetleri mutlaka
ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi
emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah
hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." (Nisâ, 4/58) Ayrıca bk. 42/15;
5/42 2/282; 6/115; 7/29, 159, 181; 42/15; 57/25; 60/8.
Hz. Peygamberin de (as) adalete dair hikmet dolu beyanları mevcuttur:
"Kadı zulmetmedikçe, Allah
Teala hazretleri onunla birliktedir (yardımcısıdır). Zulme yer verdiği zaman
onu terk eder, artık şeytan onunla beraber olur." (Tirmizi, Ahkam 4)
"Kıyamet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka eda edeceksiniz. Öyle ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa (niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından sorulacak." (Müslim, Birr 6; Tirmizi, Kıyamet 2)
İnsanlar kadar medeni olursa
olsun, her camiada düzeni bozucu, kanunlara karşı gelici unsurlar vardır.
Devlet teşkilatı bu gibilerin nizamı tekrar bozmaması için hukuki olmak
şartıyla bir takım müeyyideler koyar.
İslam dünyasını tarih boyunca
(Emevi, Abbasi, Osmanlı devletinde olduğu gibi) geri bırakan unsur, “adalet
merkezli siyaset” yerine “güvenlik
merkezli siyaset” i dayatarak tatbik etmek olmuştur. Bu zulüm demek oluyordu.
Geleneksel islamcı düşüncede itaat ahlakı “güvenlik” gerekçe gösterilerek
adalete öncelenmiştir. İki kelime islamın özeti: Tevhit ve adalet. Tevhit
insanın Allah’la olan ilişkisi. Adalet insanın mahlukatla olan ilişkisi. Buda;
insanın doğayla, insanın canlılarla ve insanın insanla olan ilişkisinden
ibarettir. İnsanın insanla olan ilişkisi siyasetin müdahil olduğu bir alandır.
Zamanla siyasal ve tarihsel
olgular yönetici erk tarafından “din” haline getirilmiştir. Bu hükmü doğrular bir
küçük mukaddime olmak üzere:
Hilafet ve saltanat Hz.
Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkmış bir olgulardır. “Hilafetin kureyşliliği”ni pekiştirmek için,
Kur’an’da yönetim ile ilgili boşluk var olduğu zannına kapılanlar, metinleşen
Kur’an’a eklemeler mümkün olmadığı için tedvin döneminde olmayan hadis
üzerinden bu kurgu devam ettirildi. Muhalefette kendini desteklemek için, “Ben
kimin mevlası isem, Ali de onun
mevlasıdır” , “Benden sonra benim vasim ve halifem sensin” “Musa için Harun
neyse, sende benim için öylesin” şeklinde hadisler üretildi. İktidarı gasp eden
Emeviler’in zulmünden sonra “Arabın aceme takva dışında bir üstünlüğü yoktur”,
“İlim Fars’tadır”, “İlim Süreyya yıldızında bile olsa, Fars’tan birileri ona
ulaşacaktır” hadisleri üretildi. Bütün
bu gayretlerin hedefi Peygamberin bıraktığı rehberliği (hilafeti) saltanata
çevirmekti. Nitekim de öyle oldu.
Adalet, adalet-i mahza(mutlak
adalet) ve adalet-i izafiye(göreceli adalet) olmak üzere ikiye ayrılır.
Adalet-i mahza, kişi hakkının tüm yönleriyle garanti altına alınmasıdır.
Basitliği, önemsizliği, ihmal
edilebilirliğine bakılmaksızın hakkın hak olarak dikkate alınması ve mutlaka
yerine getirilmesidir. Kamu hakkı, toplum hakkı, ulus hakkı, insanlık hakkı da
olsa, bu haklar kişi hakkını ortadan kaldırıyorsa, kişi hakkına öncelik
verilmelidir. Yani toplum için ferdin hakkı feda edilmez. "Hiçbir kimse başkasının günahını
yüklenmez" (En’am/164) âyeti toplumun günahından bireyin sorumlu
tutulamayacağını bildirir. Toplumun çoğunluğu tarafından suistimal edilen bir
hususta birey bu haktan mahrum edilemez. Edene ceza verilir. Yangın çıkarabilir diye kibritlerin
hepsini imha etmek, cezayı umumileştirmek ve bireyin hakkını gasp etmektir.
Günümüzde eskiye taş çıkartacak
zulüm ve haksızlıklar işlenmekte, bu zulümler de "kamu yararı" adı
altında yapılmaktadır. Toplumun selameti için fertler feda edilmekte. Vatanın
selameti için bireylerin hukuku nazara alınmamakta. Devletin siyasetinin
selameti için zulümlere göz yumulmakta. Bir tek cani yüzünden bir köy yakılarak
bin mazlumun hakkı gözetilmemekte. Bir
cani için bir gemiyi batırırlar, doksan dokuz masumun hakkını gözetmezler..
Kur’an, “Eğer bir kimse bir insanı öldürürse bütün
insanlığı öldürmüş gibidir ve bir kimse bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı
kurtarmış gibi olur.” (Maide, 32) ayetiyle haksız yere bir insanın
öldürülmesini tüm insanları öldürmeye eş tutar.
Adaleti izafiye (göreceli/kayırmacı
adalet) ise devlet için bireyin feda edilmesidir. Osmanlıdaki kardeş katli
gibi.
Allah, size emanet edilen (şey)leri ehil
olanlara tevdî etmenizi ve her ne zaman
insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder.
Allah’ın size yapılmasını tavsiye ettiği (şey), mutlaka en güzel (şey)dir:
Allah, kesinlikle her şeyi işitendir, her şeyi görendir (Nisa, 58) ayeti
hükümde adaleti emreder.
Ve rüşd yaşına erişmeden önce yetimin mal
varlığına onun iyiliği için olmadıkça dokunmayın". (Bütün alış
verişlerinizde) ölçü ve tartıya tam olarak, adaletle uyun; (Biz) hiçbir insana
taşıyabileceğinden daha fazla yük yüklemeyiz; ve bir görüş belirttiğinizde, yakın akrabanıza (karşı) olsa da, adil
olun. Allaha karşı taahhütlerinize (daima) riayet edin: bunu Allah size
emretti ki ders alabilesiniz /En’am, 152) ayeti kayırmamayı emreder.
İslami hareketlerin devlet
talep ve hedeflerinin olmaması veya islami hareketlerin devlet taleplerinin
olmadığını söylemek, dinin de devlet talebinin olmadığı anlamına gelmez. Dinin
devlet talebi vardır. Fakat o talep amaç değil araçtır. Araçlar amaç haline
geldiğinde, amaçlarda araç haline getirilir. Bu süreçte din istismar edilir. Fıtratın
kanunlarına riayet etmeyenler, amaç görülen devleti teşekkül ettirmek için
“dinde zorlama” ya başvururlar. O zaman insanlar içselleştirmedikleri
ibadetleri ritüel olarak yerine getirir, inanmadıkları ilke ve esaslara da
inanıyor gibi görünürler. Bu ise nebevi tebliğe aykırı bir harekettir. Dinin
devlet talebi, toplum talebinden sonra gelir. Dinin öngördüğü bir toplum, doğal
olarak referans aldığı değere göre devlet aygıtını teşekkül ettirecektir.
Devlet bir araçtır, amaç
değil. 1990 ların başına kadar islam aleminde islami hareketler devlet olmayı
araç haline getirmişlerdir. Bu sadece yüksek sesle dillendirilen bir söylemdi.
Bu amacın gerçekleşmesi için - istisnalar hariç - kimse altyapı çalışması
yapmıyordu.
“İslam Devleti” diye bir
isimlendirme yanlıştır. Doğru isimlendirme “Müslümanların Devleti” olmalıdır.
Çünkü İslam bir dinin adıdır. Eğer, Müslümanların teslim oldukları bu din bütün
topluma mal olursa ve bu referansla (vahy) devletlerini şekillendirirlerse bu
devlete müslümanların devleti denir. Müslümanlar uygulamalarda yanlışlık
yaparsa bu birey(ler)e mal edilir. İslam devleti isimlendirmesinde ise
yanlışlar dine fatura edilir. Dinin bu yanlışı emrediyor olduğu düşünülür, bu ise
dine atılmış büyük bir iftira olur.
Ne her şeyden şüphe eden
sofistler gibi devletin yaptığı her şeyde art niyet aramak, ne de yapılan her
şeyi doğru görmek yanlış bir tavırdır. Müslümanca tavır, mümeyyiz bir akılla
meselelere bakmak olmalıdır.
İslami hareket bitti, islami
hareketlerin devlet talebi yok, diyenler kendilerinin devlet, tebliğ, hizmet,
değişim, din ve din dili gibi kavram ve algılarını yeniden gözden geçirmeleri
gerekmektedir. İnsan, toplum, devlet ve dünya sürekli değişiyor. Değişimi
yozlaşmadan yönetmenin yolları aranacağına pes etmek ve bunu “islami hareketler
bitti” veya “islami hareketlerin devlet talepleri yok” sözleri mücadeleye bileği, yolda yürümeye
yüreği olmayanların sözleridir.
Allah Kur’an’da içkiyi,
kumarı, zinayı haram kılmıştır. Bugün bunlar sektör haline gelmiştir. Allah
Müslümanları bunları kaldırılmakla sorumlu tutmuştur. Demokratik devlet, adalet
devleti, hukuk devleti, laik devlet, vb. devlet/yönetim biçimleri adaleti
sağlamak için referans olarak vahyi almıyorlar. Vahyi referans almayan bu
devlet şekillerinin vahyin yasakladığı haramları kaldırması bunlarla mücadele
etmesi düşünülemez.
Belki, Kur’an’daki bu
haramlarla mücadele müslümanların içtihatla ortaya koyduğu yöntemlerle her
devirde değişik şekilde mücadele mümkündür. Fakat bu devletleri yönetenler
Müslüman bile olsalar ceza kanununda üretilmesi, içilmesi konusunda müeyyideler
olmayan içkiyi ve umumhaneleri nasıl kaldıracaklar? Herhalde “ben yasakladım
oldu” ile kaldıramazlar. Yoksa devlet bu işlerle uğraşmamalı denilecek!
Siyasi, iktisadi, hukuki, toplumsal, kamusal ve devlet
alanında Allah’ın hak olarak indirdiği ahkâmı, esas almadan insanlık adalet
sistemine ulaşamaz. Allahu Teala pek çok ayette hudutlarına ahkamla dikkat
çektikten sonra, bu hudutlarına riayet edilmesini ve azgınlık yaparak hudutları
aşma teşebbüsünde bulunulmamasını da emretmektedir.
Müslümanlar bütün sistemler içinde çalışmalarını devam
ettirmelidir. Ancak müslümanların tevhidin dışındaki sistemlere kendilerini
eklemlemeye çalışmaları tevhidi mücadeleden sapma anlamına gelir.
Kur’an’ın ahkâmını Hz.
Peygamberin, sahabelerin ve sonrakilerin uygulamalarını dinin sabiteleri olarak
mı kabul edeceğiz. Mesela; hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, zina yapanın
taşlanarak öldürülmesi şeklindeki ceza mı ahkâmın sabitelerinden yoksa bu
suçlara ceza verilmesi mi ahkâmın sabitelerindendir? Recmin Kur’an’da olmaması,
hırsızlık yapanın elinin kesilmesi Hz. Peygamber ve halifeler tarafından farklı
uygulanmaların bulunması pek çok yorumlara neden olmuştur.
İnsan topluluklarının en
mükemmel organize hali devlettir. Her devlette, ne kadar ilkel veya basit
olursa olsun, idare işlevini yerine getiren organlar vardır. Bu organizasyonun
işleyişinin düzenli olması için normlar getirilmiştir. Bu kuralların, hukuk
kuralı niteliğini kazanabilmeleri ve düzenin sağlanması için, idare edilenler
kadar idare edenlerin de bunlara uyması gerekir. Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir
ve Hz. Ömer’in hukuk kurallarına uyma noktasındaki beyanları ve hassasiyetleri
manidardır:
Hazreti Peygamber (as) şöyle
buyurmuştur: "Ey insanlar, sizden evvelkileri şu halleri mahvetti:
İçlerinden sivrilmiş biri hırsızlık yapınca onu serbest bıraktılar. Aynı işi,
zayıflarından biri yapınca onu cezalandırdılar. Allah'a yemin ederim ki,
hırsızlığı yapan Muhammed'in kızı Fatıma
dahi olsa, elini mutlaka keserim" (Buhari, Müslim).
Hz. Ebu Bekir (ra) halife olunca şöyle bir konuşma yapmıştı:
,"Ey insanlar, size emir oldum. Fakat sizin en hayırlınız değilim. Eğer
hükumette iyi hizmet edersem bana yardımcı olunuz. Etmezsem beni doğru yolda
gitmeye mecbur ediniz. Doğruluk emanet ve yalancılık hıyanettir. Zayıfınız
benim yanımda, kuvvetlidir. Çünki onun hakkını kuvvetliden alırım. Kuvvetliniz
ise benim yanımda zayıftır: Çünki zayıfın hakkını onun elinden alırım. Allah’ın
ve Peygamberinin rızasında oldukça bana itaat ediniz. Allaha ve peygambere
isyan edersem bana itaat etmek sizin üzerinize borç değildir" demiştir.
Hz.Ömer (ra) eşitlik mefhumunu hâkimlerin fikrine adeta
nakşetmek için büyük gayret sarf ederdi. Bir defasında halife Ömer ile
anlaşmazlığa düşen Ubey b. Ka'b, onun aleyhine dava açmıştı. Zeyd b.Sabit
yapılan duruşmada hâkim idi. Duruşmaya gelen Ömer'e Zeyd'in saygı göstererek
yerinden kalkması üzerine Hz. Ömer "bu senin ilk adaletsizliğin diyerek,
Ubey’in yanında oturdu. Ubey'in delili yoktu. Ömer de iddiayı reddettiği için
adet üzere davacı, Ömer'in yemin etmesini istedi. Dava edilenin Emirul-müminin
makamında olması hasebiyle, Zeyd, Ubey'den bu hakkından feragat etmesini rica
etti. Bu defa taraf tutmaya canı sıkılan Ömer, Zeyd'e hitaben: "Eğer senin
nazarında Ömer ile herhangi bir adam eşit değillerse hakimlik makamına layık
değilsin" dedi (Şibli Numani, Bütün yönleriyle Hz. Ömer v e Devlet
İdaresi).
Müslümanlar zihnen ya geçmişte
veya kurguladıkları gelecekte yaşamaktadırlar. Etkiledikleri kitlelere de bu
ruh halini sirayet ettiriyorlar. Oysa ikisi de - geçmiş ve gelecekte yaşamak –
hayal dünyasında yaşamaktır. Geçmiş; imkân ve şartlarıyla yaşanmış ve
bitmiştir. Geçmişin küllerini değil de közlerini yaşadığımız ana taşımalıyız.
Bu bizden sonrakilerinde ölçü alacağı bir ilke olmalıdır. Geçmişin külleriyle
kurgulanan gelecek ise ütopyadır. Geçmişle yaşamak bir tür bekleyiş
felsefesidir. İnsanın hayata müdahil olmamasıdır. Olup biteni
değerlendirmemesi, gelecekteki oluşumların daha güzel bir şekilde
biçimlenmemesi için parmağını bile kıpırdatmamaktır. İnsan geçmişe daha ileriye
atlamak için uzun atlamacıların geriye çekilmesi gibi bakmalıdır. Geçmiş/tarih
övgü ve yergi meşheri değildir, ibret meşheridir.
Devletin vatandaşlarıyla ahlaki,
toplumsal, hukuki ve kültürel ilişkisi dinî veya ideolojik boyutta değil,
adalet boyutunda olmalıdır. Devletin temel görevi, adaleti, iç ve dış güvenliği
sağlamak, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerine engel olan şeyleri ortadan
kaldırmaktır.
Devlet baskısı ile inanmış
gözükenler vücuda alınmış mikrop gibi olur, güçlü hale gelince hastalık
yaparlar. Devlet güneş gibi olmalıdır. Güneş nasıl müslüman, hristiyan,
yahudi, zengin, fakir ve ırk ayırımı yapmadan herkese aynı mesafede ise devlet
de vatandaşlarına karşı hep aynı mesafede durmalıdır.
Kur’an, Allah’ın insanı inşa etmek için inzal ettiği Rabbani
müfredattır. Bu müfredat, din ve şeriat diye iki kısımdan oluşur. Din kısmı
sabit, şeriat kısmı ise değişkendir. Şeriatta esas olan form/şekil değil,
ilkedir. Kur’an’ın inzal döneminde hukuka dair ortaya koyduğu form/şekiller
zamanla o formların içindeki ilkeler forma feda edilerek şekil ilkenin kendisi
olarak hukukta yerini almıştır. Buna Emevi, Abbasi ve Osmanlı devletlerinin
içtihatla ortaya koydukları uygulamalarda eklenince; tarihi, siyasi, ictihadi
ve mezhebi olan uygulama ve düşünceler şeriat iken din halini almıştır. Hz.
Ömer’in (ra) Kur’an’ın emriyle sabit olan bazı uygulamaları içtihatla kaldırması
da şeriatın değişkenliğine örnek verilebilir: Müellefe-i kuluba zekat verilmesini insanların zamanla
zekatı almak için müslüman olmasını delil göstererek ahkamın hükmünü
dondurması, mümin erkeklerin ehli kitabın kadınlarıyla evlenmelerini müslümanlarda
ehli kitapla evlenmenin cazip haline gelmesini delil getirerek yasaklaması,
hırsızın elinin kesilmesini devletin zaafını delil göstererek uygulamaması
şeriatın/hukukun şeklinin değişken ve ictihadi olduğunu gösterir.
Burada bazı suallerin cevaplanması gerekiyor.
Kur’an din kitabı mıdır, hukuk kitabı mıdır yoksa ikisi de
değil midir? Devlet her türlü adaleti tesis için hangi hukuk felsefesini esas almalıdır?
Devlet ahlaki yozlaşmayı ve ifsadı önlemek için hangi ahlak felsefesini
kurumlarında icra edecek ve memurlarından hangi davranışları istemelidir? Devletin
şekillenmesinde tevhidi/vahyi adalet felsefesi nasıl kurumsallaşacaktır? Bu
soruların ve cevaplarının en geniş şekilde ehillerince ortaya konulmadan islamda
devlet, devlet ve islam, adalet ve islam konularında sağlıklı görüş ve eylemler
ortaya konulması mümkün görülmemektedir.
Netice itibariyle: Müslümanların içinden geçtiği dönem, Hz.
Ömer (ra) gibi düşünen ve özelde müslümanların genelde ise insanlığın sorunlarına
çözüm geliştirecek zihniyetlere ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır. Kur’an’ı
sadece lafzi/literal anlamına hasrederek anlama çabaları islam düşüncesini
kilitleyen bir husustur. Hz. Ömer (as) gibi Kur’an’ı bütüncül olarak okuyup
anlayacak bir usul geliştirilmelidir. Müslüman aydın ve âlimlerin devlet
kavramını yeniden bütün derinliğine konuşmaları gerekmektedir.
Halkı Müslüman ülkeler Kur’an ahkâmından soyutlanmış adalet
ve devlet algısı oluşturma amaçlı küresel bir dönüştürme sürecinden geçiriliyor.
Bu ülkelerdeki rejimler sözde göreceli olarak iyileştirilip
demokratikleştirerek, baskılardan bıkmış, yılmış müslüman toplumlar laik
sistemlere entegre ediliyor. Müslümanlar kendi sistemlerini oluşturmadan,
küresel ve onların yerli işbirlikçilerinin hile ve sureti haktan görünen
tezgâhlarından kurtulamayacaklardır. Böylece din/islam küresel güçlerin elinde
tevhidi niteliğini kaybederek ekonomi ve hukuk alanından soyutlayarak
siyasallaştırılıyor ve ibadetler alanına çekilerek ibadileştiriliyor.
Bu makalede ele aldığımız meseleler takriben 150 yıldır
islam dünyasında konuşulmakta fakat henüz ümmet arasında bu hususlarda bir
fikir birliğine varılamamıştır. Meselelere vukufiyeti olanları tekrar
düşündürmeye sevk ederse makaleden gaye hasıl olmuş demektir.
Yorumlar
Yorum Gönder