EMANETİ İFADA BENLİĞİN ROLÜ
EMANETİ İFADA BENLİĞİN ROLÜ
Kur’an’ı yine kendisine tefsir ettirecek olursak
söz konusu
emanetin Allah’ın yeryüzündeki hilafeti
olduğunu anlamakta zorluk çekmeyiz.
Mustafa İSLAMOĞLU
Allah varlığı “kef, nun كُنْ” tezgâhından
çıkarınca, emaneti onlara arz etti; gökler, yer ve dağların(bütün varlığın)
içtinap ettiği emaneti insan yüklendi –belki de insana yüklendi - . Varlıklar
yaratılış formatlarının bu vazifeye uygun olmadığını hal diliyle ifade
etmişlerdi… Artık sözün tükendiği, sözün tüketilmemesi gereken bir zaman
dilimine girilmişti… O; oluş, ve eylem süreciydi. Ayet de öyle demiyor muydu?
“Ve en leyse lil insani illa ma sa’â/ İnsan için ancak çalıştığının karşılığı
vardır” (Necm/39). İnsan için ancak söylediğinin karşılığı vardır/ Veen leyse lil insani illa ma gâle”, değil. Zaten
insan yaptıkları değil midir?
Emaneti ifa edecek olanlar Kur’an’la inşa olunmuş
benliklerdir. Benliğin Kur’anla inşa oluşu ampülün içine elektrik gelmesi
gibidir. Nur 35. ayete bir de bu gözle bakmak gerek. Allah bilinci olarak.
Çünkü gökler ve yer (kâinat)
sünnetullaha inkiyad ettikleri için varoluşlarını devam
ettirmektedirler. İnsanın varoloşu bu yasanın dışına çıkabilir mi? Fakat benlikte insanın “dört zindanı”ndan
biriydi. Nasıl aydınlanacaktı.
Emaneti yüklenmek, insanın kendisinin de içinde bulunduğu,
Kur’an, kâinat ve hadisat kitaplarını vahiy referanslı okuyarak ve her an
güncelleyerek gereğince amel etmek değil midir? Bu eylemi yapabilecek ontolojik
yapıya insandan başkası da sahip değildir. İşte Ahzab 72 temsili bir dille bu
hadiseyi beyan etmektedir: “Gerçek şu ki, Biz (akıl ve
irade) emaneti(ni) göklere, yere ve dağlara sunmuştuk; ama (sorumluluğundan)
korktukları için onu yüklenmeyi reddettiler. O (emanet)i insan üstlendi; zaten
o, daima haksızlığa ve akılsızlığa son derece meyyal biridir.”
Emanet/Ahzâb,72. âyeti üzerinde yapılan yorumların hiç birisi emanet kelimesinin
ayetin bağlamındaki anlamıyla birebir örtüşmemektedir. Fakat bu konuda
söylenenlerin hepsi emanetin kapsamı dâhilindedir. Kur’ân’ın bütünlüğü açısından, bu âyette geçen
emanetin, maddi anlamda Allah’ın insana verdiği bir emanet anlamı yoktur. Allah ile kul arasında maddi bir alışveriş zaten olamaz. Âyette
tekvînî bir sunuş ve kabul vardır. Dolayısıyla
âyetteki emanet, “sorumluluk” anlamına gelmektedir. Allah bu sorumluluğun sıradan bir sorumluluk
olmadığını zihinlerde yerleştirmek için; sorumluluğu sunuş ve kabul şeklinde
sembolik bir dille somutlaştırmıştır.
Benlik vahiyle sulanınca insanı kamil
ağacını, inkarla sulanınca Fravun gibi küfrün elebaşlarını çıkaran nötr bir çekirdektir. Bu anlamda insanlık tarihi
benliğin savaşıdır.
Vahiyle beslenen
benlikler(peygamberler ve adil hükümdarlar) dünyayı küçük bir cennete, küfürle
beslenen benlikler dünyayı cehenneme çevirmişlerdir. Benlik anlam kitaplarıyla
dolu varlık sandığının anahtarıdır. Anlamla/vahiy bağını kopardığında paslanır
ve fonksiyonunu icra edemez. Anlamla bağını koparması ifrat ve tefrite düşmesi,
vasat yoldan sapmasıdır. Bu ise varlığın kıyamete yaklaşması demektir. Çünkü
ifrat ve tefrit her türlü fesadın baş amilidir. Varlık Allah’a şahittir, bunu insanlığa ilan edecek olanın insan
olması ve onunda bozulması varlığın reel değil fonksiyonel olarak bunu icra
edememesi hayatın devam etmesini anlamsız kılmaktadır. İşte bu sürecin sonu
kıyamettir. Bu, okuyanı olmayan bir kitabın hurdacıya düşmesine benziyor..
Okunmayan kitap/alemi şehadet başka bir aleme tebdil edilecektir. “Yerin başka bir yere, göğün başka bir göğe
dönüştürüleceği ve (bütün insanların) var olan her şeyin üstünde hükümran olan
O Tek İlah'ın, Allah'ın huzuruna çıkacakları Gün (O'nun sözü gerçekleşecektir).
(İbrahim, 48).
İşte emanet böyle ağır bir yüktür… İnsan
önce onu yüklendi sonra da unutup savsakladı. Bu cürmünün şahidi âlemdir.
Kur’an’la sonlanan bütün vahiylerin merkezindeki tek ve ortak misyon;
emanettir. Bir adı da Zikir olan Kur’an, insana bu vazifesini hatırlatan ve
yollarını gösteren ilahi bir müfredattır. Diğer müfredatlar, insanı cennete
değil cinnete götürmektedir.
Benlik akıl, gazap(=öfke) ve şehvet kuvvetleriyle örülmüş bir
dokumadır. Bu üç kuvvetin ifrat(=haddi aşmak), tefrit(=normalin altında kalmak)
ve vasat mertebeleri mevcuttur. Birey ve toplumun istikamete erişmesi ve istikamette
kalması vasat mertebelerini korumakla mümkündür.
Akıl kuvvetinin ifratı batılı hak göstermek, tefriti aklın hiçbir şeyi
kavrayamaması hamakat(=aptallık), vasatı hakkı hak bilip ittiba etmek, batılı
batıl bilip ondan kaçınmaktır. Diğer bir ifade ile hikmettir. “Hikmet; Allah
için kullanıldığında bir şeyi yerli yerinde yaratmak, insan için
kullanıldığında bir şeyi Allah’ın takdir ettiği yerde tutmaktır. Mustafa
İslamoğlu”. Vahyi referans almayan eğitim sistemleriyle insanlar
sürüleştiriliyor. Çünkü bu sistemler insanın aklına ve kalbine değil; nefsine ve
kalıbına hitap ediyor. Akıl ve kalp kalıba rüşvet veriliyor. Kalıp semirdikçe
akıl ve kalp cüceleşiyor. Aklın ve kalbin birey ve toplumun hayatından
çıkmasıyla insan beşerleşiyor. Kur’an aklı ve kalbi alınmış insana
beşer(sureten insan) diyor. Adem’e/insana (as) üflenen ruh; akıl ve kalp
aygıtlarının doğru çalışmasını sağlayacak ilahi bir emir(iş)di. Akıl ve kalp
fonksiyonunu kullanmayan bir vücudun cesetten farkı kalır mı? Hikmetten sapmış
insan ceset hükmündedir. Etrafa koku ve mikroptan(ahlaksızlık, zulüm) başka bir
şey yaymaz. İşte İslam’ın akıl, nesil, can ve malı korumayı tahhüt etmesindeki
hikmet bu olsa gerektir. Hikmet ilimle elde edilebilecek bir derinliktir.
Kur’an’ın pek çok ayetinde ilme teşvik etmesinin sebebi aklı korumak olsa gerektir.
İlim aklın ve kalbin bakımıdır.
Hikmet; o şimdi yitiğimiz! Yerini “hükmet” gasbetmiştir.
Gazap kuvvetinin ifratı zulüm, tefriti hakkını aramamak, her şeye razı olmak,
bir yüzüne vurulunca diğerini çevirmektir. Vasatı ise adalettir. Hakîmlere göre
adalet; ifrat ile tefrit arsında bir yoldur. Hikmet, iffet ve secaatten meydana
gelir(Keşşaf). Adaletin karşıtı zulümdür. Adalet; hüküm/yönetimde, sözde, salihat işlemede ve davranışlarda haktan ayrılmamaktır.
Kur’an’ın adaleti emretmesi ve dinin “tevhid ve adalet” üzerine bina
edilmesindeki hikmetin kapısı biraz daha aralanmış oluyor. Kur’an’ın adaletle
ilgili verdiği mesajlarda bu dört esasa vurgu yapılır. Şu ayetlerde olduğu gibi:
Gerçek şu ki, Allah adaleti ve iyilik
yapmayı, yakınlara karşı cömert olmayı emredip utanç verici ve arsızca olanı,
akıl ve sağduyuya aykırı olanı ve azgınlığı, taşkınlığı yasaklıyor; ve size
(böyle tekrar tekrar) öğüt veriyor ki, böylece (bütün bunları) belki aklınızda
tutarsınız (Nahl, 90).
Allah, size emanet edilen (şey)leri
ehil olanlara tevdî etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek
olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. Allahın size yapılmasını tavsiye
ettiği (şey), mutlaka en güzel (şey)dir: Allah, kesinlikle her şeyi işitendir,
her şeyi görendir (Nisa, 58).
Ve rüşd yaşına erişmeden önce yetimin
mal varlığına onun iyiliği için olmadıkça- dokunmayın". (Bütün alış
verişlerinizde) ölçü ve tartıya tam olarak, adaletle uyun; (Biz) hiçbir insana
taşıyabileceğinden daha fazla yük yüklemeyiz; ve bir görüş belirttiğinizde,
yakın akrabanıza (karşı) olsa da, adil olun. Allaha karşı taahhütlerinize
(daima) riayet edin: bunu Allah size emretti ki ders alabilesiniz (En’am, 152).
Adalet, uygulama alanı en geniş olan
bir düsturdur. Hz. Ömer’in (ra) dediği gibi “Adalet, mülkün/yönetim temelidir”.
Şehvet kuvvetinin ifratı, haram helal tanımamak, tefriti helale de istek
duymamak, vasatı ise iffettir (Cürcani, Tarifat). Şehvet kuvveti yeme, içme,
giyme, konuşma uyuma, gezme vb. insan nefsinin hoşuna giden hallerin hepsini
kapsar. Bunların hepsine dair Kur’an hattı vasatı “Yeyiniz içiniz israf
etmeyiniz…” (A’ra ,31) gibi ayetleriyle çizmiştir.
Kur’an’ın nüzul sebebi insandır. Kur’an, hamd ile (Fatiha,1)
başlar, nas ile (Nas, 6) biter. Yani hedefi insana hamdi/şükrü öğretmektir.
Hamd ise israf etmemekten, bütün fillerde dengeyi muhafaza etmekten ve
yaratılış gayesini unutmamaktan ibarettir. Kur’an dünya ve ahiret kelimelerini
115’ er defa zikretmekle bize dengeyi sayılarla gösteriyor (Mu’cemul Müfehres).
Dengenin nasıl sağlanacağı ise Kur’an’ın hepsidir.
İffet; konuşmanın, yemenin, giymenin ve diğer beşeri
ihtiyaçlar için Kur’an’ın vasat olarak koyduğu bir süstür. Böylece, Kur’an’ın
zinayı haram, evliliği(nikah) teşvik etmesi, “israf etmeyin” emirlerindeki
hikmet daha iyi anlaşılmış oluyor. İffetli duruş, yüzü Kabe’ye, akıl, kalp ve
ruhu batıya dönük bireylerle gerçekleşecek bir olgu değildir.
Akıl kuvvetinin vasatından peygamberler, Sıddıklar ve Allah dostları, ifrat
mertebesinden materyalistler ve ahireti inkar eden dehriler çıkmıştır.
Gazap kuvvetinin ifrat mertebesinden, Nemrut(=Ad kavminin padişahı), Firavun,
Ebu Cehil ve Çağdaş Firavunlar, vasat mertebesinden adil halifeler (Hz. Ömer,
Ömer B. Abdulaziz gibi) ve hükümdarlar çıkmıştır.
Şehvet kuvvetinin ifrat mertebesi cimrilik, fuhuş fesat, her türlü haramları irtikâp
etmek gibi kötü ahlakı netice verir. Vasat mertebesi doğruluk, salih ameller,
günahlardan kaçmak gibi güzel amelleri meyve verir.
Benlik, sıratı müstakime erişmek ve oradan daha da yücelere çıkmak için; akıl
kuvvetinin hikmet, gazap kuvvetinin adalet, şehvet kuvvetinin iffet mertebesini
korumak ve bunu meleke haline getirmekle insan-ı kâmil olma yoluna girer ve o
yolda yürür.
Emaneti ifa etmek, hikmet, adalet ve iffet kumaşlarından
dokunmuş bir elbiseyi taşıyabilecek şahsiyetlerin işidir. Ancak bu şahsiyetler
yeryüzünün halifeliğini, tevhidin temsilciliğini yani emaneti yüklenebilirler.
Kur’an, bütün asırlarda bu emaneti ifa edecek insanları
yetiştirecek Rabbani bir müfredattır. Emaneti
yüklenecek kişi,
hem emin, hem de emaneti kaldırabilecek ve taşıyabilecek donanıma sahip olmalıdır. Kur’ân’da, peygamberlerin “el-emîn”
olarak nitelenmesi, onların hem emanet sıfatlarının,
hem de risâlet emanetini kaldırabilecek donanıma sahip olduklarını gösterir.
Diğer varlıklardan farklı olarak insanın yeryüzünü imar etme, adalete dayalı bir toplum oluşturma gibi görevleri vardır. Bu çerçevede her şey ona emanet edilmiştir. İnsanlar toplumdaki en küçük birim olan aileden ülkeye, hatta tüm
dünyaya kadar sorumluluğu geniş emanetlerle karşı karşıyadır. Önemli olan insanın, bunun farkında olması ve sorumluluğunu yerine getirmesidir.
İnsanın referans aldığı inanç sistemi, benliğinin/kişiliğinin oluşumunda
önemli bir role sahiptir. İnsanı kendi varlığının bilincine
vardıran ve eylemlerinden sorumluğunu bildiren din olgusudur. Din bu etkisinin
yanında bir de toplumsal sorumluluk üzerinde etkiye sahiptir. Baskın karakter
olduğunda kültürü de biçimlendiren yine din olgusudur. Din kültüre yön
verdiğinde medeniyet, kültür dine yön verdiğinde ise mimsiz medeniyet (deniyet)
zuhur eder. Din, insana kendi varlığının ve kâinatın insanlığın hizmetine
sunulmuş bir emanet olduğunu ilam eder.
İnsanın fizik bedene ait olan bu kuvvetleri tarafından
fillerini kontrol edip vasatta tutması daha üst kuvvetler(=kalbi kuvvetler)
tarafından kontrol edilmesiyle mümkündür. Bunlar: İrade, gayelilik,
sorumluluk, fedakârlık, umut, güven/eminlik, sabır, sıdk/dürüstlük.
Bunlardan irade, gayelilik, sorumluluk ve sabır insanı
bu yolda yürüten iç dinamiklerdir. Önden gidenlerin vasıflarıdır. Fedakarlık,
umut aşılamak, güven vermek ve dürüstlük sergilemek ise diğer insanları bu
çekim kuvvetinin etrafında yörüngeden çıkmadan gezdiren değerlerdir.
İrade, insan eylemlerine yön veren kalbi bir kuvvettir.
Yanlış ve kötü olandan uzaklaşıp doğru ve iyiyi tercih etmektir. İnsan
iradesiyle doğru ya da yanlış yolu seçmekte özgürdür. Kur’an’da özgürlüğün
insana bağışlandığına dair ayetler mevcuttur. Misal olarak:
“ Biz Ona yolu gösterdik; (artık o) ya şükredici olur ya da nankör.”
(İnsan, 3). “Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen küfre
sapsın.”(Kehf, 29). Allah, eğer insanlar kendilerini değiştirmek için bilinçli
bir seçimde ve girişimde bulunurlarsa onların şartlarını değiştirecektir.
Gayelilik, insanı diğer bütün varlıklardan ayıran en önemli bir vasfıdır. Gayelilik Allah’ın
varlığa vurduğu mühürdür. Şuur kuvvetinin vücut bulmuş şeklidir. İnsanın
eylemlerinde amaç gözetip hedef tayin etmesini netice verir. Kur’an, her şeyden
önce yaratılışın mutlak bir amacı olduğunu çeşitli vesilelerle tekrarlar. Biz gökyüzünü,
yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu, inkâr
edenlerin zannıdır. Ateşten (görecekleri azabtan) dolayı vay o inkâr edenlere. (Sad, 27). Hz. Peygamber, çevresindekilere hep aktif olmayı tavsiye etmiş
zamanını amaçsızca ve boş geçirenleri, aldanmış ve zarar etmiş kimseler olarak
tasvir etmiştir. (Buhari, Rikak 1).
Sorumluluk, insanın hür iradesi ile yapıp ettiklerinin
bilincinde olması ve sonuçlarını kabul etmesidir. İnsan, sorumluluğu dışarıdan
yüklenen bir yük olarak değil, ontolojik yapısının zorunlu bir gereği olarak
görmelidir. Yani insan yaratılıştan, tabiatı gereği sorumludur. Sorumluluk
duygusu korku eksenli değil sevgi eksenli olmalıdır. Ve insan özgürlüğü
oranında sorumlu tutulmuştur. Ayet ve hadiste bu meseleye dair misaller
mevcuttur:
“Kim kötülük işlerse kendi nefsine kemlik etmiş olur.” (Nisa, 111).
“Herkesin kazandığı iyilik kendine, işlediği fenalık yine kendinedir.” (Bakara,
286). “Hepiniz çobansınız ve her biriniz mesuliyeti altında bulundurduğunuzdan
sorumlusunuz. Devlet adamı, yönetici, çobandır ve yönetimi altında
bulundurduklarından sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve ondan sorumludur.
Dikkat ediniz! Hepiniz çobansınız ve her biriniz mesuliyeti altında
bulundurduklarından sorumludur.” (Buhari, En’am 36).
Fedakârlık, başkalarını kendine tercih etmek;
başkalarının ihtiyaçlarına ya da olumlu istek ve arzularına öncelik tanıyarak
bunların gerçekleşmesinde kendi çıkarlarını ikinci planda tutmak ve duruma göre
çıkarlarından tamamen vazgeçmektir. En üst mertebesi Haşr, 9. ayette örneği
bildirilen îsar hasletidir. Nasıl ki bütün evren yoktan çıkarılmıştır. Manevi
oluş/değer ortaya koyma dahi insanların benliğini cemaat/ümmet havuzunda yok
etmek/eritmeleriyle mümkündür. Negatif benliğin hüküm ferma olduğu yapılarda oluşun
maya tutması imkânsızdır.
Kur’an-ı Kerim, samimi dindarları tanımlarken “Onlar ki hem bolluk hem de darlık zamanında (Allah
yolunda) harcarlar.”diye belirtir.
(Ali İmran, 134). Ve bu konuda en güzel örneği
Medineli Ensar’ın ortaya koyduğunu bildirir: “Önce bu
yöreyi yurt edinmiş ve (gönüllerine) imanı yerleştirmiş olanlar (arasındaki
yoksullara da ganimetin bir kısmı verilecektir), bir sığınak arayışı içinde
kendilerine gelenlerin hepsini seven ve başkasına verilmiş olanlara karşı
kalplerinde hiçbir haset olmayan, aksine kendileri yoksulluk içinde bulunsalar
bile diğerlerini kendilerine tercih edenler: işte böyleleri, açgözlülükten
korunanlardır, onlardır mutluluğa ulaşacak olanlar! (Haşr, 9).
Umut, Kehf 58. ayetde
Allah, kendisini iki isim sıfatıyla; bağışlaması
bol (El-Gafûr) ve merhamet sahibi (zurrahme) tanıtmakta, inananları düşmekten
ve gevşemekten sakındırmaktadır. Birçok ayet, umutsuzluğu yasaklamakta ve müminleri
bu konuda uyarmaktadır. “De ki ey kendilerine karşı haddi aşan kullarım!
Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Zira Allah bütün günahları bağışlar.”
(Zümer, 53).
Güven/eminlik, insan ahlakın en önemli
özelliklerindendir. Aynı zamanda peygamberlerin de sıfatlarındandır. Güven ümmet/toplum
halısını tutan ilmekler gibidir. Toplumun
her kesiminde ve her alanında ekmek ve su gibi ona ihtiyaç vardır. Çürüyen
toplumlar güvensizlikten, yeşeren toplumlar güvenden yeşermiştir. Anne babanın
çocuğa, çocuğun anne babasına; eşlerin birbirine; amirin memura, memurun amire;
işçinin işverene, işverenin işçiye; satıcının müşteriye, müşterinin satıcıya
güven duyduğu bir toplum sağlıklı bir yapıya kavuşmuş olur.
Güven timsali ve Kur’an’ın “Gerçek şu ki, Allah'ı
ve Ahiret Günü'nü (korku ve umutla bekleyen) ve O'nu her daim anan kimseler
için Allah'ın Elçisi güzel bir örnek teşkil eder. (Ahzab, 21) numune-i imtisal
gösterdiği Hz. Peygamber (as) “Mü’min, insanların kendisine güvendiği kimsedir. Müslüman, dilinden ve
elinden Müslümanların salim olduğu kişidir. Nefsim kudret elinde bulunan
Allah’a yemin olsun ki, kötülüklerinden komşusunun emin olmadığı kimse cennete
giremez.” (Müsned, III/54). “Emanet(e riayet) i olmayanın imanı yoktur.”(Müsned,
III/135,154) sözleriyle bu meseleye son noktayı (iman=emanet) koymuştur.
Sabır, lügatta: “Acıya, üzüntüye ve sıkıntıya katlanma,
haksızlıklar karşısında nefsi tepkilerden alıkoyma; elde edilemeyen şeyler için
kendini zapt etme ve tahammül etme…” Olabilecek şeyleri telaşa kapılmadan
bekleme, sebat gösterme, nefsine hâkim olma…” (Mehmet Doğan, Büyük Türkçe
Sözlük) anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise “Nefse haz veren şeyleri terk
etmek, kaza ve kaderin tecellilerine karşı şikâyete bulunmamak, elem, bela ve
musibetler karşısında sızlanmamak” gibi manalarda kullanılmıştır.
İnsanın bu zorlu yürüyüşte/emaneti taşımakta pek çok sıkıntıya düçar
bırakılacağını Kur’an haber vermektedir. “Mallarınızla ve canlarınızla mutlaka sınanacaksınız:
Ve doğrusu, hem sizden önce vahiy verilenlerden hem de Allah'tan başka
varlıklara ilahlık yakıştıranlardan birçok incitici söz işiteceksiniz. Ama eğer
zorluklara sabırla katlanır ve O'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde
olursanız; bilin ki bu, azimle sarılınacak bir iştir. (Ali İmran, 186). Bu zorlu yolda azığının ne
olacağını da beyan etmiştir. “Siz ey imana ermiş olanlar! Sarsılmaz bir sabır ve
namaz ile yardım arayın; zira, unutmayın, Allah zorluklara karşı sabredenlerle
birliktedir.” (Bakara, 153).
Sıdk/dürüstlük, peygamberlerin sıfatlarından
biridir. Dürüstlük önce insanın kendisine saygısıdır. Bu içte başlayan bir
cazibe kuvvetidir. Tıpkı güneşin kendi etrafında dönüp diğer gezegenleri de
kendi cazibesiyle etrafında tutması gibidir. Bu konuda
ümmetin her bireyi birbirini uyarmalıdır. Çünkü Kur’an müminleri birbirinin
velileri(dostları) olarak bildirir. “Erkek ve kadın
müminlere gelince, onlar birbirlerinin yakınlarıdırlar: (hep) iyi ve
doğru olanın yapılmasını özendirir, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel
olurlar…” (Tevbe, 71). Bunun için sorumlu kişiler etrafındakileri yalaka
tabiatlı kimselerden değil, uyaran düzelten kimselerden seçmelidir. Müminler
birbirlerini kendine doğruyu söyleyen aynalar gibi görmelidirler.
Hülasa olarak: İnsanların çoğu biyolojik olarak bir benliğe/ego sahip iken,
ruhsal olarak tarih, siyaset ve toplum zindanlarının şekillendirdiği sahte bir
benliğe sahiptir. Teknoloji sonucunda üretimin artmasıyla hazlar çoğaltıldı.
Bedenin ihtiyaçları karşılandıkça, ruh ihmal edilip aç bırakıldı. Tekasür
belası benlikleri kuşattı. Ruh bakımını gerçekleştiremeyen insan fıtratından
uzaklaştı(rıldı). Suya hasret toprak nasıl mahsul bitirmezse, vahiyden mahrum
edilen benlikler yaratılış (emanet görevi) gayesini unuttu, çoraklaştı. Haz ve
hız peşinde koşar oldu. Makamından sükût etti (insanlıktan beşerliğe indi). Ama
Allah insandan ümidini kesmedi. Kur’an ona (insana) emanet görevini
hatırlatmaya devam ediyor. Mümin, hikmet, adalet ve iffetle donanmalıdır. Sanal
gündemleri bırakarak, gerçek gündemler ihtiva eden Rabbani Müfredat Kur’an ile
kendine vahyolunuyormuş gibi yeniden diyaloğa geçmelidir. Yoksa emanet ömrünü
heba edip, yeryüzünün emanetçiliği
vazifesini ifa edemeyecek emanete hiyanet cezası çekecektir.
Yorumlar
Yorum Gönder