MEDENİYET: AKIL- SÜNNETULLAH UYUMU
MEDENİYET:
AKIL- SÜNNETULLAH UYUMU
İnsanlar
gibi, medeniyetlerin de aklı vardır.
Bir medeniyetin aklı, Allah-insan-tabiat üçlüsünü
hangi
sıraya dizdiğiyle alakalıdır.[1]
Mustafa
İslamoğlu
Sünnetullah
Kur’an, sünnetullah ile ilgili
ayetler çerçevesinde belirli bir tarihsel sürece göre toplumların yükseliş,
düşüş ve çöküşlerini yönlendiren ortak kuralların olduğunu belirtmektedir.
Toplumsal yaşama biçimleri, medeniyetlerin doğuşu, yükselişi ve yıkılışı gibi
olgular sünnet kavramı içerisinde değerlendirilmektedir. Bu bağlamda Kur’an
tarihi sürece yayılmış, tarihsel ve toplumsal değişmeyi yönlendiren ilişkiler
bütününü sünnetullah ifadesi ile kavramlaştırmaktadır.[2] Bu
kavram tarih içerisinde insanın başıboş bırakılmadığını ve her davranışının bir
değişimle sonuçlandığını vurgulamaktadır. Takdir ve insanın hürriyeti gibi
konular da dikkate alındığında yasalar çerçevesinde tanımlanmış tarih, kötünün
karşısında iyiden, yanlışın karşısında doğrudan yana olan seçmeci bir özellik
taşımaktadır (Bakara-153, Maide-13,93, Tevbe-47).
Allah'ın sünnetinden
(:sünnetullah) kastedilen şeyin ne olduğu çoğu zaman karıştırılmaktadır. Bu
kavramın Kur'an'da kullanış biçimine dikkat edilmeksizin, Allah'ın sünnetinin
Allah tarafından koyulan ve evrende geçerli olan "tabiat kanunları"
olduğu söylenmektedir. Oysa kavramın Kur'an'da kullanıldığı hiçbir yerden bu
anlam çıkmamaktadır.[3]
Altı ayette kullanılan
"sünnet", "sünnetü'l evvelin" ve "sünen"
kelimeleriyle kastedilen de sünnetullahtır.[4]
Kur'an'da, doğa olaylarıyla ve evrendeki
yasalarla ilgili geçerli ilahi yasalara işaret edildiği gibi, toplumsal
olaylarla ilgili yasaların var olduğuna da dikkat çekilmiştir. Sünnetullah
olarak nitelendirilen bu yasalar; tıpkı güneş, ay, yıldızlar, dünya, dağlar,
denizler ve diğer gezegenlerin belli ve değişmez kurallar doğrultusunda hareket
etmesi gibi, değişmezlik niteliğine sahiptir. Buna göre, toplumların
yükselmeleri, geri kalmaları veya helak edilmeleri gibi olaylar tesadüf eseri
değil, evrensel ilahi yasalar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Yukarıdan aşağıya
bırakılan bir cismin yere düşmesi, nasıl yerçekimi kanunu çerçevesinde
gerçekleşiyorsa, gemilerin denizde yüzmesi nasıl suyun kaldırma kuvvetiyle
gerçekleşiyorsa aynı şekilde bir toplumun yükselmesi ve yıkılıp tarih
sahnesinden silinmesi de sünnetullah çerçevesinde olmaktadır. Kur'an'da önceki
ümmetlerin kıssalarının aktarılmasındaki öncelikli amaç, İlahi yasaların
süreklilik ve devamlılık arz etmesine vurgu yapmak ve onlardan ibret alınmasını
sağlamaktır. Buna göre, önceki milletlerin yaptıklarını yapanların, sünnetullah
gereği aynı akıbete uğrayacakları kaçınılmazdır. Kur'an, toplumların
gelişmeleri ve ilerlemelerinin değişmeyen yasalar çerçevesinde olduğunu
belirtmektedir. Fert veya toplumun ruhsal durumu, ahlaki yapısı, hayata bakışı,
insanlar arasındaki ilişkilerinin şekli, Allah ve varlık karşısında takındığı
tavır ve konumu gibi belli başlı hususlar, medeniyetin veya toplumun tarihî
seyrini etkileyen en önemli faktörlerdir. Sünnetullahın doğasını anlayıp
algılayan “akıl sahibi” insanlar, tarihe müdahale ederek onun akışını
değiştirebilir, onu yönlendirebilir ve geçmişlerin yaptıkları hataları
işlememekle de kurdukları medeniyet ve uygarlıkların yaşam sürelerini
uzatabilirler. Sünnetullahı anlayıp ona uygun davranan toplumlar özne olurlar. Kur'an,
toplumsal veya ekonomik değişikliğin altında yatan temel etkenin insan iradesi
olduğuna vurgular. İnsanın, rüzgarın sağa sola savurduğu bir yaprak gibi aciz
ve gayesiz, dolaysıyla toplulukların da determinist bir baskının tesiri altında
iradesiz olmadıkları ayetlerden anlaşılmaktadır. Kur'an mesajı dikkate
alındığında toplumların mutlu bir yaşama mı yoksa acı bir felakete/helake mi
doğru gittiklerini, onların yapıp ettiklerinden ve izledikleri yoldan çıkartmak
mümkündür. Kur'an, zamanın geçmesiyle toplumların mutlak surette yok olacağı
hususunda sosyal değişmenin yönünü belirleyen bir yasadan söz etmemektedir. Toplumların
çöküşünü belirleyen faktörlerin hepsi önlenebilir niteliktedir. Bu da, toplumların
kendi geleceklerini belirlemede yetki sahibi oldukları anlamına gelir. O halde,
Tarih Felsefesi'nin kurucusu İbn Haldun'un devletlerin ömrünü insan hayatına
benzeten, “nasıl insan doğar, gelişir, büyür ve nihayet ölürse”, devletlerin de
buna benzer bir ömür süresinin olduğunu iddia eden tezini doğru sayamayız. Bu
tezin, Kur'an kıssalarında toplumların gidişatıyla ilgili anlatılan yasalardan
hareketle genel anlamda toplumların ilerleme ve yok olmalarıyla ilgili genel
kuralları tespitte doğru sonuca ulaşmıştır. Ancak toplumların ömürlerini insan
ömrüne benzeterek, yaşlanan devletlerin çöküşlerini mutlak gördüğü için,
insanı, toplumların tarihini belirlemedeki iradesini yok saydığından Kur'an’la örtüşmez.
Yüce Allah’ın yol göstericiliği,
insanlığın başlangıcından itibaren süregelen bir olgudur. Allah, Hz. Adem’i ilk
peygamber olarak seçmiş ve kendisine doğru yolu göstermiştir. O da nesline Yüce
Allah’ın mesajını duyurmuştur. “İnsanlar tek bir ümmet idi (2/38)” ayeti, insanların başlangıçta Adem’in
mesajıyla, yürüdüklerini gösterir. Hz. Adem’in nesli uzun süre onun yolunu
takip etmiş, hepsi bir arada, tek bir amaca yönelik, aynı doğrultuda, bir hayat
sürdürmüştür (2/213). Aralarında ayrışma
sonradan meydana gelmiştir. Buna göre başlangıçta tek ümmet olan insanlar,
sonradan bölünüp parçalanmışlardır. “Her ümmetin bir peygamberi vardır 23/44)”
, “Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın
(35/24)”, “Sonra arka arkaya peygamberlerimizi gönderdik (10/47)”, ayetleri,
insanlık tarihi boyunca Yüce Allah’ın her millete, iman edip iyi davrananları
müjdeleyen, inkar edip kötülük yapanları ise uyaran art arda nebiler ve resuller
gönderdiğini açıklar. Bununla birlikte insanlık tarihi boyunca dinsiz yaşamış
hemen hiçbir topluma rastlanmaması, peygamber göndermenin kesintisiz sürdüğünün
kanıtıdır. “Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve
beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa
düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak
indirdi (2/213)” ayeti ise Yüce
Allah’ın, tarihin her döneminde ihtilafa düştükleri konularda insanlar arasında
hüküm vermek için, elçileriyle birlikte, salt akıllarıyla ulaşamadıkları
gerçekleri içeren ve en doğruya ileten kitaplar indirdiğini açıklar. Vahyi
reddeden, onun getirilerini kabul etmeyen aklın tek başına (salt aklın) evrenin
ve yaratılışın gizemini, yaşamın amacını, insanların nerden gelip nereye
gideceklerine dair ve nasıl bir yaşam sürmeleri gerektiğine dair bilgiyi
kısacası ideal insan olabilmek için gereken gerçeği bulabilmesi mümkün
değildir. Bu mümkün olabilseydi insanlara
dinler, ya da peygamberler gönderilmezdi.
Sünnetullah gereği kavimlerin helak edilme
nedenlerine dair Kur’an şunları söyler:
1-
Peygamberleri Yalanlamak: Toplumların yok olmalarının nedenlerinden
biri Allah'ın gönderdiği elçileri yalanlamalarıdır. Kur'ân, geçmiş toplumlara
uygulanan ilâhî yasadan söz ederken onların peygamberleri yalanlamalarından
dolayı yok edildiklerine işaret etmektedir. "Sizden önce de yasalar
uygulanmıştır. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayıcıların sonunun nasıl olduğunu
görün." (3/137).
2- Ayet (:mûcize)lere
İnanmamak: Kur'an'ın haber verdiği genel ilâhî yasalardan biri de
peygamberlerden mucize isteyip de iman etmeyen toplulukların yok olmasıdır. "Bizi
(öncekiler gibi, bu mesajı da) mucizelerle göndermekten alıkoyanşey,
evvelkilerin, onları yalanlamış olmasıdır." (17/59).
3- Zulmün
Yaygınlaşması: Hastalık, yaşlılık vb. faktörler insanın ölümüne nasıl neden
oluyorlarsa, aynı şekilde zulüm de toplumları ölüme sürükleyen nedenlerin
başında gelmektedir. Hastalıklar tedavi edilmediği takdirde insan nasıl ölüme
sürükleniyorsa, zulmü terk etmeyen toplumlar da yok olmaya doğru
gitmektedirler. Ancak zalim toplumun helâk zamanını belirlemek mümkün değildir.
Şayet zalim bir toplum varlığını sürdürebiliyorsa, bu; ya zulmün henüz tamamen
yaygınlaşmadığına ya da az da olsa adaletin hüküm sürdüğüne bağlanmalıdır.
Nitekim Kur'an ayetlerinden zulmün yaygınlaştığı bir milletin kurtulmasının
mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır. “Bu sana
anlattıklarımız, yerleşim yerlerinin haberleridir ki onlardan bir kısmı hala
sağlamdır; bir kısmının da kökü kazınmıştır. Onlara
biz zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmettiler. Rabbinin emri geldiği
zaman Allah’ı bırakıp yalvardıkları ilahları onlara hiç bir fayda sağlamadı.
Kayıplarını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Rabbin,
zalim ülkeleri böyle yakalar. Şüphesiz O’nun yakalaması acı verici,
şiddetlidir.” (11/100-102).
4- Fesadın
Yaygınlaşması: Allah'ın ümmetler hakkındaki yasası gereği, bir toplulukta fesat
yaygınlaşır, yöneticileri de lüks ve israfa dalar, halkın yararı doğrultusunda
gayret göstermez ve toplumdaki aklı başında olanlar da bu işe dur deyip
müdahale etmezlerse o toplumun yok olması kaçınılmazdır. "Sizden önceki
nesillerden akıllı kimselerin, insanları yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan
menetmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini
kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen
refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyen (insan)ler olup çıktılar."
(11/116)
Sünnetullah gereği kavimlerin helak edilme
nedenlerine dair Kur’an ifadeleri, Roger Graudy’nin sünnetullah tanımını
doğrulamaktadır. “Allah’ın sünneti (:sünnetullah): Peygamberlerin mesajının
devamlılığıyla insanların hayatına yaptığı müdahalenin tarihi…”[5]
Allah’ın mümin ve kafir
toplumlarla ilgili sünnetullahı vardır. Müminlerle ilgili sünnetullahı için
şunları söyleyebiliriz:
a. Yeryüzüne
mümin topluluklar hakim olacaktır: “Allah, sizden
iman eden ve doğruları yapanlara, kendilerinden öncekileri hükümran kıldığı
gibi, onları da yeryüzüne halifeler kılacağını vaat etmiştir. Kendileri için
hoşnut olduğu dinlerini güçlendirecek, korkularını güvene çevirecektir. Çünkü
onlar yalnız bana kulluk ederler, bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar. Bundan sonra
kim küfrederse, işte onlar, fasık olanlardır.” (24/55)[6]
b.
Allah müminlerle beraberdir: “Şüphesiz
Allah, takvalı olanlar ve iyi kimselerin yanındadır.” (16/128). “Fetih istiyorsanız, size fetih gelmiştir. Eğer son verirseniz bu
sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer tekrar dönerseniz biz de döneriz.
Topluluğunuz kalabalık olsa bile size bir fayda vermeyecektir. Çünkü Allah,
müminlerle beraberdir.” (8/19)[7]
c.
Allah dinine yardım edenlere yardım eder: “Onlar, sadece “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için, haksız yere
yurtlarından çıkartılmışlardır. Eğer Allah’ın insanların bir kısmını, bir
kısmıyla bertaraf etmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde
Allah’ın isminin çokça anıldığı mescitler yıkılıp giderdi. Allah, elbette ona
yardım edenlere yardım eder. Şüphesiz Allah güçlüdür, kuvvetlidir.” (22/40)[8]
d.
Müminler kafir toplumlar helak edilirlerken kurtarılırlar: “ Musa’yı ve yanındakilerin tümünü kurtardık.” (26/65). “ Emrimiz gelince, Şuayb’i ve beraberindeki müminleri katımızdan
bir rahmetle kurtardık. Zalimleri bir çığlık yakaladı. Oldukları yerde yapışıp
kaldılar.” (11/94)[9]
e. Mümin
toplumlar öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir:
“ İnsanlar “iman ettik” demekle, bir imtihana tabi
tutulmadan bırakılacaklarını mı sanıyorlar.” (29/2). “Sizden önce gelenlerin
durumu, sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara
öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve onun
yanındaki müminler bile: -Allah’ın yardımı ne zaman? diyecek kadar darlığa ve
zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.”
(2/214).[10]
f.
Müminler yeryüzünde baskıya maruz kalırlarsa hicret etmelidirler: “ Melekler nefislerine
zulmedenlerin canlarını alırken: -Ne haldeydiniz? derler. Onlar da derler ki:
-Biz yeryüzünde sömürülmüş kimseler idik. Melekler: -Allah’ın arzı geniş değil
miydi? Siz de oraya hicret etseydiniz ya! derler. Onların yeri cehennemdir. O,
ne kötü bir dönüş yeridir. Yalnızca,
erkek kadın ve çocuklardan hicret için yol bulamayan güçsüz bırakılanlar
müstesnadır. Allah’ın onları affetmesi
beklenir. Allah, affedendir, bağışlayandır.” (4/97-99).[11]
Akıl
Kur’an ile değişmek de bir sünnetullahtır.
Çünkü Kur’an’ın emirlerini yerine getirip nehiylerinden kaçmakla insan Allah’ın
birey ve topluma koyduğu yasalara uymuş olmaktadır. Kur'an’da peygamberlerin hayatları, değişimin
en somut örneklerini ve sonuçlarını sunmaktadır. Bu bakımdan Resullerin sireti
çağlar sonra yaşayan ve yaşayacak olan Müslümanlara karşı karşıya bulunduğu
cahili ve batıl sosyal ve siyasal yapıyı tanımlama, değiştirme yolunda en güzel
örneği teşkil etmektedir. Müslüman
olmanın ilk vasıflarından biri bütün zamanları kuşatıcı bir rehber(:Kur’an)e uymakla
oluşan sünneti bütün zamanlarda ayakta, canlı ve diri tutmaktır. Yani bütün peygamberlerin,
mücadelelerini örnek alma gibi çok yönlü bir modeli hayata geçirmenin adı
sünnettir. Kur'an diliyle "İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin
için güzel örnekler vardır. (60/4) "Allah'a ve ahiret gününe iman edenler
için Resulde sizin için güzel örnek vardır" (33/21) denilmektedir. Bu
yolun yolcusu olamak için akıl-kalp ve irade gereklidir.
Aklın vahiy karşısındaki konumu,
İslam düşüncesinin en köklü problemlerinden biri sayılmıştır. Bu mesele, tarih
boyunca neredeyse bütün fırka, ekol ve mezheplerin ana karakterini belirleyen
bir sorundur. Bu nedenle İslâm düşünce tarihi içerisinde yer alan fırka, kelâmî
ekol veya mezhepleri, akıl-vahiy ilişkisindeki duruşlarını temel alarak tasnif
etmek mümkündür.
Akletmek, insanın hem cismani hem
de manevi varlığının merkezinde bulunan “kalb”in işlevidir (22:46). “ Peki,
yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada olup biteni kalpleri kavrasın ve
kulakları işitsin? Ne var ki, onlarda kör olan gözler değil; kör olan,
göğüslerdeki kalpler! (22/46). Ayrıca bakınız: 7/179, 9/87, 47/24 ayetleri.
Kur’an,
doğrudan akıl sözcüğünü bir isim olarak kullanmaz; yani ‘akıl şöyledir,
böyledir; aklın tarifi şudur…” gibi aklın isim olarak kullanıldığı cümleler yer
almaz. Kur’an’da aklın kullanımı fonksiyonel olarak hep fiil terkibindedir. Kuran,
hemen hemen akıl ile aynı anlama gelen kalp sözcüğünü kullanır. Bu anlamda Kur’an’ın; “Onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar” (7/179);
“Yeryüzünde dolaşmazlar mı ki düşünecek kalpleri olsun!” (22/46);
“Kur’an üzerinde düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi!”
(47/24) gibi ayetlerinden de açıkça anlaşılacağı üzere, Kur’an, kalbi, akıl yerine kullanmaktadır. Kur’an’a göre akletme işlevini gerçekleştiren “kalp”tir.
Dolayısıyla Kur’an’nın akıl yerine kullandığı kalp, aklın
eylemleri olan anlamayı, düşünmeyi gerçekleştiren bir merkez konumundadır. Buna
göre akletme eylemi, kalbin kendi tercihi ve özgür iradesiyle tasarlanıp beyin
tarafından gerçekleşen bir süreç olmaktadır. Bu anlamda kalp, akıl ve vicdanı da içeren bir kullanım alanına
sahiptir.
Kur’an’ın farklı formlarla atıfta
bulunduğu akıl, hem duyu hem kalp hem de zihin gibi çok yönlü faktörlerin
yardımlaşması ile bilgi olayını gerçekleştirir. Bu yüzden Kur’an’ın kavramlar dünyasında,
düşünsel aklın duyusal yönünü ifade eden ulu’l-elbâb, ulu’l-ebsâr,
ulu’n-nühâ vb. birçok söz dizgesine yer verilir. Ayrıca Kur’an’da tefekkür,
tedebbür, tezekkür, tefakkuh kavramları ile aklın
işlevselliğine değinilir. Bütün bu çok yönlü unsurları görmezden gelerek aklı
rasyonalist anlayışın yaptığı gibi sadece zihne, empiristlerin yaptığı gibi
sadece deneye ve sûfîlerin yaptığı gibi sadece işrâka indirgemek doğru
değildir. Çünkü insanın maddî dünyası olduğu kadar, duygu yüklü bir dünyası da
vardır. Kur’an, insanı, her türlü kirden arınmış, temiz özlüler ve ‘ahlaklı
akıl’ anlamına gelen ‘ulu’l-elbâb’ ifadesi ile ‘vicdanın sesi’ne kulak vermeye
çağırır. Buna en çarpıcı örnek, Hz. İbrahim’in ilâh konusunda kavmiyle
giriştiği tartışmadır. Tartışma sonunda
geçen “İbrahim: Öyleyse, Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar
vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz
şeylere de yuh olsun! Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?’ dedi (21/62-67)”
ifadelerinden öğrendiğimize göre Hz. İbrahim, sadece kavminin biyolojik zihnine
değil, onların vicdanlarına da seslendiğini görüyoruz.
Aklı Tatil
Ettiğimizde Neleri Kaybettik?
Aklı kullanmak ilahi bir emir
olduğunu; Allah’ın, dinini, akli
kurallar üzerine bina ettiğini; Aklın, vahiyden sonra en üstün değer olduğunu; Aklı
kullanmadan hiçbir şeyi doğru anlayamadığımızı; Aklı kullanmadan ilimde
derinleşemeyeceğimizi; Aklı kullanmadan delillerden sonuca gidilemeyeceğini; Aklı
kullanmadan temel tasavvurları inşa edemeyeceğimizi; Akıl süzgecini kullanmadan
hurafeleri tespit edemeyeceğimizi; Aklı kullanmadan hiçbir alanda
ilerleyemeyeceğimizi; Aklı kullanmadan medeniyet inşa edemeyeceğimizi; Akıl
işlevsel hale getirilmeyince, naklin kurbanı olacağımızı; Aklı, vahyin
öngördüğü hariç ruh terbiyesi adı altında aklı katlettiğimizi; Akletmeden iman
ettiğimizi zannettiğimizi; Aklın en büyük gıdası “oku” emri olduğunu; Akıl
tatile çıkarılınca içtihat kapısının kapatıldığını; Aklın, vahiyden sonra
hakikati keşfedebilen tek araç olduğunu; Akıl ve vahyin doğruyu tespit etmenin
tek ölçüsü olduğunu; Akıl ve vahiyle sorunlara üst perdeden bakabileceğimizi; Aklın,
Allah’ın insanoğluna bahşettiği en büyük
armağan olduğunu; Aklın; ilimden, imandan ve dinden önce geldiğini; Aklın ve
vahyin ümmetin izzetinin ve şerefinin kaynağı olduğunu, kaybettik.
Kur’an’a göre insan; aklını,
bilgisini ve iradesini doğru yönde kullanmaz ise üstün varlık olma vasfını
kaybeder. İnsanın en güzel kıvamda yaratılmış sonra başlangıç noktasına
bırakılmış (94/4-5), hem meleklerden daha yüce bir mertebede, hem de
hayvanlardan daha aşağı bir konumda olabilen bir varlık olarak nitelenmesi
(7/179), aklını işlevsel olarak kullanıp kullanmadığına bağlanmıştır. Sözgelimi:
“Şüphe yok ki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kendilerine şeytandan bir
vesvese dokunduğu zaman (akıllarını doğru yönde kullanarak) düşünürler, bir de
bakarsın ki doğru yolu görmüşler bile (7/201)” ayetiyle mü’minlerin, hak yolda
sebat etmelerinin ve içlerinde herhangi bir şüphe ârız olsa bile, selîm akılla
doğruyu bulacaklarına işaret edilir. İnsanın
hayata düşkün (2/96), gösterişi seven (107/5-7), sırf kendi nefsini düşünen, egoist (89/17-19)
, inatçı (7/36), hırslı (70/19), aceleci (17/11), şüpheci (6/2), kıskanç (3/19), bilmediği konularda zanneden (2/78, 49/12),
yapamayacağı şeyleri söyleyen (61/2-3), çok zâlim ve çok câhil (33/72), refaha,
makama-mevkiye, mala ve karşıt cinse fazlaca meyyâl (19/72-73, 70/18, 9/87,
89/20), gibi olumsuz vasıflarla
nitelenmesi ise aklını doğru yönde kullanmamasına bağlanmıştır. Bu nedenle
Kur’an’da akılla birlikte, aklı doğru yola ileten vahye de uymanın
gerekliliğine dikkat çekilmiştir.
Kur’an, insana akıl
bahşedildiğini, akılla birlikte bir takım duyularla donatıldığını ve bu yönüyle
de diğer bütün yaratıklardan üstün kılındığını vurgular (17/70). Allah’ın insanı en güzel şekilde yaratması
(95/4), ona güzel bir biçim verip kendi ruhundan (:yani ona bir can bahşederek
hayat, bilinç ve duyarlılık vermesi) üflemesi(15/29), kendisine gözler,
kulaklar ve gönüller bahşetmesi (32/9) , ona isimlerin tümünü öğretmesi (2/31),
kalemle yazmayı, bilmediği şeyleri öğretmesi (96/4-5), Kur’an ile beyânı (konuşup düşüncelerini
açıklamayı) öğretmesi (55/7), ona doğru yolu göstermesi ve onu seçimleri ve
eylemleriyle baş başa bırakması (2/256, 76/2-3, 90/10), gönül gözlerini
aydınlatacak nûr, yol gösterici olarak ilim, hikmet ve kitap vermesi (2/2,
3/3-4, 4/174, 5/64, 27/2, 28/43, 31/3), vb.
hususlar insanın aklî çaba ve gücünü geliştirmesine yönelik donanımlardır/imkânlardır.
Akıl-kalp sünnetullah’ın
motorudur. İnsan aklı-kalbi ve vahiy, toplumsal yasalar olan “sünnetullah”a
uymayı gerektiriyor. Bir diğer tabirle akıl-kalp sünnatullaha uymayı,
sünnetullah da akıl-kalp dairesinde hareketi gerektirmektedir. Kavimlerin helak
edilmesinin temelinde bu yasalara başkaldırı vardır. Allah bu yasalara
uymadıkları takdirde onları dünyada cezalandıracağını bildirmiştir. Sünnetullahla
gelen dünyevi cezaları sadece helak edilmek olarak anlamakta Kur’an ve akıl
açısından doğru değildir. Ümmetin vahye ve akla uymamakla dünyada birer nesne
olmaları da bir tür ceza (:sünnetullah)dır. Çünkü önceki iki parağrafta verilen
insanın zaafları ve donanımları; ona zaaflarından kurtularak donanımlarının
farkına vararak aklını işlevsel olarak kullanma sorumluluğunu yüklemektedir.
Aksi durum ise nesne olmayı kaçınılmaz hale getirmektedir.
Kur'an'ın sunnetullah dediği Allah'ın tarih
içerisindeki değişmez tavrı O'nun kendisi için benimsediği iradî bir tavırdır.
Bu değişmez tavrın çeşitli örneklerinin Kur'an'da tarih yasaları olarak
anlatılması, Allah'ın davranış tarzının belirlenmesi değil, tasvir edilmesidir.
Söz konusu tavrın yasalığı insan açısındandır. Allah’ın iradesinin, hariçten
bir yasayla sınırlandırılmasını düşünmek Kur’an’la, tevhitle bağdaşmayan bir
sapmadır. Kur'an'ın "Allah kendisine merhametli olmayı yazdı (:gerekli
kıldı) (6/12, 58/21), yapmak üzerimize bir borçtur" (10/103,
30/47) gibi ifadeleri de bu çerçevede düşünülmelidir. Öyle sanıyoruz ki, bu
ifadelerle Allah'ın davranış tarzının değişmezliği beşerî bir dille
anlatılmaktadır. Aksi halde bunları, ontolojik bir zorunluluk ifadesi kabul
etmek, Kur'an'ın Allah anlayışıyla bağdaşmaz.
“Allah’tan kopan her uygarlık, kendi ölüm fermanını
imzalar.”[12]
[1] Mustafa İslamoğlu,
Vahyin İmbiğinden Damıtılmış Özlü Sözler, s. 28
[2] Özsoy, Ömer (1999). Sünnetullah, Ankara: Fecr yayınları, 180; Okumuş,
Ejder (2003). Toplumsal Değişme ve Din,
İstanbul: İnsan Yayınları, 81.
[3] Tok Nuri
(1998). Kur’an’da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Samsun: Etüt
Yayınları,28-29.
[4] "Sizden
önce de yasalar uygulanmıştır. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayıcıların sonunun
nasıl olduğunu görün." Al-i İmrân: 3/137; "Allah size
(helal ve haram olanı) açıklamâk ve sîzi, sizden öncekilerin yasalarına iletmek
ve günahlarınızı bağışlamak istiyor." en-Nisâ: 4/26; "İnkâr
edenlere söyle: Eğer vazgeçerlerse, geçmişteki (günahları) kendilerine
bağışlanır, yok yine (eski hallerine) dönerlerse, öncekilerin (başlarına gelen
Allah) kanunu geçmiştir (bunların da başına gelecektir. Onu beklesinler)."
el-Enfal: 8/8; "Kendilerinden öncekilerin adeti (inkarcıların
mahvedileceği kuralı) geçtiği halde yine de ona inanmazlar." el-Hicr:
15/13; "Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizin de yasası (budur).
(Peygamberlerini aralarından çıkaran toplumlar onların ardından mahvolmuşlardır).
Bizim yasamızda bir değişiklik bulamazsın." el-İsrâ: 17/77;
"Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan ve Rablerine
istiğfar etmekten alıkoyan şey, ancak evvelkilerin yasasının kendilerine de
gelmesi(ni), yahut azabın açıkça karşılarına gelmesi(ni beklemeleridir)."
el-Kehf: 18/18.
[5] Roger
Graudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s.5
[6] Bakınız:
21/105; 7/128
[7] Bakınız:
47/11; 22/38; 3/68; 38/28; 37/171-173; 30/47; 8/62; 3/123-125; 8/26; 8/64; 37/116;
61/14; 40/51; 22/15; 8/60.
[8] Bakınız:
47/7; 59/8; 61/14; 3/52.
[9] Bakınız:
27/53; 29/32; 51/35; 8/25; 3/104; 3/110; 9/71; 22/41; 31/17.
[10] Bakınız:
2/155; 33/11; 3/179; 9/16; 29/3;47/31;
[11] Bakınız:
4/100; 16/110.
[12] Mustafa İslamoğlu,
Vahyin İmbiğinden Damıtılmış Özlü Sözler, s. 264
Yorumlar
Yorum Gönder