SÜNNİLİĞİN DOĞUŞU
Sünnİlİğİn Doğuşu
Mezheplerin
temel ilkeleri ve inanç esasları, doğdukları sosyo-politik ortama göre
şekillenmiş; daha sonra bu görüşlerin dini temelleri Kur’an ve hadislerden
deliller getirilerek tespit edilmeye çalışılmıştır. Böylece her mezhebe göre büyük
ölçüde farklılık arzeden ve tarihi gerçeklerle çoğu zaman bağdaşmayan
rivayetler ortaya çıkmıştır. Bu farklı anlayış biçimini, Şia'nın tarihe
bakışında açıkça gözlemek mümkündür. Belki de bu sebepten, Şia'nın doğuşu
hakkında, pek çok, farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şia'nın doğuşu hakkındaki
Şii iddiaların, "fikir-hadise irtibatı" esas alınarak tahlil
edildiğinde, ne Hz. Peygamber'in yaşadığı zaman dilimindeki, ne de Şii imamet
nazariyesinin belkemiğini oluşturan Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Ali bin Hüseyin
dönemindeki sosyal olaylarla irtibatlandırmak mümkündür. İçtimai olaylar, Şii
iddiaları doğrulamamaktadır. Çünkü Şia'nın varlığından söz edebilmek için, Şia
kavramının içeriğini oluşturan temel fikirlerin kitlelere mal olduğunu tespit
etmek gerekmektedir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla, ne Hz. Ali'nin, ne
oğulları Hasan ve Hüseyin'in, ne de Ali b. Hüseyin'in etrafında, Şiilerce iddia
edildiği şekilde bir Şii farklılaşma ortaya çıkmıştır. Hz. Ali'nin sağlığında,
onun etrafında yer alan insanların, onun nass ve tayinle imam olduğuna inanarak
onu halife kabul ettiklerini söyleyebilmek pek mümkün değildir. Bunun en önemli
delillerinden birisi, Hz. Ali'nin Hz. Osman'ın ölümünden sonra meşru halife
olarak Müslümanların birliğini sağlayamaması, zaman zaman savaşa gönderecek
asker bulmakta sıkıntı çekmesi ve Sıffin’den sonra, daha sonra Haricileri
oluşturan bir grubun onun saflarından ayrılmasıdır. Eğer insanlar Hz. Ali'nin
nass ve tayinle halife olduğuna inanmış olsalardı, İslam Tarihindeki ilk
fırkalaşma olayı olan Haricilikten ve Haricilerden söz etmek pek mümkün
olamazdı.[1]
Ehl-i sünnet eğilimini, tarihi süreçte geçirdiği
değişim ve ulaştığı sonucuyla tamamen anlayabilmek için kapsamlı bir
araştırmaya ihtiyaç vardır. Ehl-i sünnet çok farklı anlam ve boyutlara sahip
bir eğilimdir. İlk zamanlar Ehl-i Sünnet ve’l Eser, Ehl-i Sünnet ve’l
İstikamet, Ehl-i Hadis gibi isimler alır.
Kaynaklarda, ilk defa 900’lü yıllarda kullanılmaya
başlanan[2]
“Ehli Sünnet ve’l Cemaat” kavramını ve temsil ettiği düşünce yapısını anlamak
için, ortaya çıkışını ve hazırlayıcı sebeplerini iyi tespit etmemiz gerekir.
Sünnilik tarihsel süreç içinde anlam değişimine
uğrayan bir kavramdır. İslam’ın ilk dönemlerinde Sünnilik daha çok Ebu
Hanife’nin başını çektiği Ehl-i Rey denilen bir ekole karşı ortaya çıkan ve
Ehl-i Hadisle özdeşleştirilen bir ekoldü.
Öncelikle Ehl-i Sünnet’in omurgasını oluşturan ‘Ehli Hadis’ ten söz etmeliyiz. Onlar,
Fetihler sonrası büyüyen İslam topraklarındaki siyasi çekişmeler, İslam’a yeni
giren toplumlar ve yeni sorunlar karşısında geleneğin muhafazasını savundular.
Geleneğin taşıyıcısı olarak da hadislerin rivayetine büyük önem verdiler. Hz.
Peygamber ve dört halife dönemlerinde yaz(dır)ılmayan[3] hadislerin yazılması ve okutulması ile
uğraştılar. İmam Malik (ö.795) ile başlayan bu ekol, öğrencisi İmam Şafi
(ö.820) ile en iddialı dönemine ulaştı. İmam Şafi’nin öğrencisi Ahmet b. Hanbel (ö.854 ) ile de
daha katı bir hale büründü. Bu üç alim
hadis ile meşgul olmanın yanı sıra fıkıh ile de uğraşarak kendilerine özgü
fıkhi usüller geliştirdiler. Bu usuller ve görüşler, takipçileri tarafından
daha sonraları fıkhi mezhep haline getirildi.
Kur’an, inen ilk vahiyden itibaren yazıldığı ve
kaydedildiği halde, iki-üç kişinin not aldığı iki-üç forma ve h. 124 yılında
ölen Zühri’nin derlediği yaklaşık 2000 ve 179 yılında ölen İmamı Malik’in derlediği
rivayetler ve fetvalardan oluşan Muvatta dışında, hadisler ancak ortalama iki
yüz yıl sonra derlenip kayda geçmiş ve kitaplaştırılmıştır. Rivayetlerin başka milletlerin İslam havzasına
katıldıktan, fitne, bölünme ve çatışmalarla ümmet kamplara ayrılıp at izi it
izine karıştıktan ve toplumdaki anlayış bulandıktan sonra derlenip
kitaplaştırıldığı açısından, İmamı Malik, İbni Şihab Zühri gibi birkaç kişi
dışında, rivayetleri derleyip kitaplaştıranların büyük çoğunluğunun, Acem/Arap
olmayan milletlerden kişiler veya onların kültür ortamında yetişenler olması,
yani İslam havzasına çok yoğun olarak başka milletlerin katıldığı ve
kültürlerin karıştığı geç bir dönemde çoğu Arap olmayan kişilerin bu işi yapmış
olması bu işin ne kadar geç dönemde olduğunu göstermiyor mu? Elbette İslam açısından kişinin Arap veya
Acem olması önemli değildir ancak bu işe ne kadar sonradan başlandığını ve
rivayetlerde sonradan İslam’a giren milletlerin dinsel, kültürel, etnik veya
mezhepsel, siyasal ve ideolojik anlayışlarının ne kadar büyük rol oynadığını
göstermesi bakımından bu durum önemlidir.[4]
Üçüncü yüzyılın ortalarında hadis, kesin bir biçim
almış, hemen hemen bütün muhtevasını ayrıntılarıyla ortaya koymuş ve tam bir
başarı elde etmiş bulunuyordu. Muhteva söz konusu olunca, hadis, hicri ilk iki
yüzyıl içerinde Müslümanların gelişme ve ihtilaf halindeki (siyasi olanları da
dahil olmak üzere) dini düşünce ve görüşlerini açık bir biçimde yansıtmaktadır.[5]
Enbiya Yıldırım, Sahih hadis bulunmayan konuların
toplandığı ana başlıkları şöyle sıralarken, bu konularda hiç sahih hadis yoktur
anlamında olmadığının da göz önünde bulundurulmasını ister.[6] Mesela,
iman konusunda Cibril hadisi diye meşhur olan iman-islam-ihsan ile ilgili sahih
hadis vardır. Ama ekoller, tasavvuf ve tarih veren rivayetler konusunda sahih
hadis yoktur. Enbiya Yıldırım’ın verdiği liste şöyledir: İman-amel, Kur’an, Hz.
Peygamber(as), melekler, ezan, abdest-teyemmüm-mesh, namaz, dua, mescit, hacc-umre,
kurban, zekat-öşür-harac-infak, oruç, yemin-vasiyet-miras, kısas-had, tasavvuf,
ilim, nikah-aile hayatı, kadınlar, köleler-cariyeler, giyim kuşam, iş hayatı,
sağlık-taharet, ırklar-lisanlar, isimler-şahıslar-nesepler-ekoller, şehirler,
yemek, sebzeler-tahıllar-bitkiler-yiyecekler, hayvanlar, oyun-eğlence, gayri
ahlaki durumlar, bazı günler, tarih veren rivayetler.[7] Görüldüğü
üzere ümmetin kafasının her konuda karışık olmamasının hiçbir sebebi yoktur.
Çünkü her konuda uydurma hadisler mevcuttur.
Ehl-i Hadis sağlıklı bir anlama ve yorumlama yöntemine
sahip olmadığı için, tasnifler, ilmî ve objektif olmaktan uzaktır. Buharî’nin
gerekse diğer hadisçilerin kullandıkları bab başlıkları bunu açıkça
göstermektedir. Câmi türü eserler, hem fakihlere hem kelamcılara, Sunen tarzı
eserler ağırlıklı olarak fakihlere, Ehl-i Hadis’in kaleme aldığı Kitabu’s-Sunne
ve Kitabu’t-Tevhîd adlı eserler ise daha çok kelamcılara birer reddiye
niteliğini taşımaktadır. Sunen tarzı kitaplardaki Kitabu’s-Sunne bölümleri,
başlıkları itibariyle Cehmiyye, Hariciyye ve Murcie mezheplerine cevap niteliği
taşımaktadır. Kitapların kronolojik sırası takip edildiğinde, yıllar
ilerledikçe yeni başlıkların da ortaya çıkmaya başladığı görülecektir. Buhari
ile kütübü sittenin altıncı kitabı kabul edilen İbni Mace’nin Sünen’i mukayese
edildiğinde bu kolayca tespit edilecektir.[8]
Ehli Hadis’in mensupları, Ehli Rey, Mu’tezile,
Hariciler ve Şia’ya şiddetle karşı oldular. Onları Sahabenin yolundan
ayrılmakla itham ettiler. Akıl yürütmenin ve eleştirinin yerine teslimiyeti ve
taklidi öne çıkararak, dini konular üzerinde konuşmamayı ve ibadete ağırlık
vermeyi savundular.
Ehli Hadis, Hz. Peygamber sonrası sahabenin birbirini
öldürdüğü ‘fitne dönemi olayları’ karşısında Ehl-i Sünnet’e de miras kalacak bir
suskunluk geliştirdi. Sahabenin dini anlamada ve yaşamada yanılmaz örnek
olduğunu savunmalarına rağmen birbirlerini öldürmelerini izah edemediler. Hz.
Ali’nin ve karşısındaki sahabe grubunun arasında tarafsız olduklarını ilan
ettiler. Bunu “sahabe fazileti” ile
açıkladılar.[9]
Sahabenin üstün olduğu, onları sorgulamanın saygısızlık olacağı, her birinin
doğruyu gösteren birer yıldız olduğu iddiası,
Ehl-i Hadis’in en hassas yanını oluşturdu.[10] Oysa
Kur’an sahabeleri eleştiriyordu.
Ehli Hadis’in
Emevi ve Abbasi iktidarları karşısındaki temel davranış biçimi; her
türlü siyasal tartışmadan uzak durmak, onların iktidarlarının meşruluğunu
sorgulamamak, Müslümanlara yaptıkları zulümlere karşı çıkmamak, hanedan’ın
İslam dışı davranışlarını eleştirmemek üzere şekillendi. Karşı duruşu tercih
eden Şia, Hariciler, Mu’tezile gibi gruplar, Ebu Hanife gibi ferdi şahsiyetler
karşı oldukları saltanat tarafından şiddetle cezalandırıldılar.
Abbasiler, kendilerine muhalif fırkaları sindirdikten
sonra ihtiyaç duydukları fikri desteği bulmak amacıyla Ehli hadis’le yakınlaşma
içine girdiler. 847 yılında Mütevekkil’in Ehli Hadis üzerindeki ‘mihne
baskısı’nı kaldırarak onların fikirlerini benimsemesi ile Abbasilerin resmi
mezhebi haline geldiler.[11]
İktidarın şemsiyesi altına giren Ehli Hadis,
Abbasilerin resmi fıkıhçıları olan Ehli Rey ile yakınlaşmak zorunda kaldı
diyebiliriz. Harici tekfircilik karşısında iman-amel ayrımını öne çıkaran
Mürcie ile de uzlaştılar. Bu tarihlerden itibaren Abbasi iktidarı, Ehl-i hadis,
Ehli Rey ve Mürcii unsurlardan oluşan koalisyon yeni bir isim kullanmaya
başladı; Ehli Sünnet ve’l Cemaat. Bu süreçten sonra Ehli Sünnet; belirli bir
mezhebi ifade etmekten ziyade, pek çok mezhep, görüş, zümre ve grubu çatısı
altında toplayan şemsiye bir kavram haline geldi. Karşısında ise “Bidat Ehli”
olarak isimlendirdikleri Şia ve Mu’tezile vardı. Şia, Abbasilere olan siyasal
muhalefeti yüzünden, Mu’tezile ise akılcı olmaları ve felsefeye olan ilgileri
nedeniyle gelenekçilerden veto yediler.
İkinci asırda hadisçilerle Mutezile arasında ortaya
çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı,
hadisçilerin, Hz. Peygamber’in sünnetine dayalı amel ve itikadı, kelamcıların
aklî muhakemelerinden ve onun tahripkar tesirlerinden korumak amacıyla yoğun
bir tedvin ve tasnif faaliyetine girmelerine vesile olmuştur. Bu suretle
meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek Mutezile’nin ve
gerekse diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir araya
getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve
sıhhatiyle ün salan Sahîhu’l-Buhârî’deki imân, tevhîd, kader, kitap ve sünnete
sarılma, haber-i âhad gibi bölümler ve bu bölümler içerisinde yer alan
hadisler, kitabın, kesinlikle İslâm dinini Mutezile ve benzeri mezheplerin
tasallutlarından korumak maksadıyla hazırlandığını isbat eder. Buna benzer
bölümleri Müslim’in Sahih’inde de görmek mümkündür.[12] Buhârî aynı şekilde fıkhî
konularda Ehl-i Re’y’e karşı Ehl-i Hadîs’in görüşlerini destekler mahiyetteki
sahih hadisleri rivayet etmekte ve bunlara dayanarak bab başlıklarında onların
görüşlerine karşı çıkmaktadır.[13]
900’lü yıllarda Eşari (ö.942 ) Irak’ta, Maturidi
(ö.944) Maveraünnehir’de, Tahavi (ö.933) Sünniliğin kelami alt yapısını
oluşturdular. Abbasi Halifesi ve bölge
sultanlarının desteği ile Ehl-i Sünnetin yaygınlaşmasını sağladılar.[14] 1020 yılında Abbasi Halifesi el-Kadir
billah’ın emri ile Resmi bir Ehl-i Sünnet itikadı hazırlanarak[15]
hazır bulunan ulemaya imza ettirildi ve halka ilan edildi. Bu itikadnameye
muhalefet edenlerin fasık ve kafir oldukları bildirildi. Bundan sonra başta
Gazneli Mahmut olmak üzere yerel yöneticiler bu tavrı benimsediler. Ehli Sünnet
dışı tüm fırkalar (özellikle Mutezile ve Şia) takibe alındı. Bunlardan,
hapsedilenler, öldürülenler oldu. Değişik yerlerden toplanan Mutezile
mensuplarını hapsetmek için Azdar bölgesinde bir hapishane yapıldı. Gazneli
Mahmud’un emriyle, Mutezile’ye ait kitaplarla beraber felsefe ve astronomi
kitapları da yakılırken, Mutezile mensupları Horasan’a sürüldü. Rey
kütüphanesinde yakılan kitapların, sadece fihristinin 10 bin cildi bulduğu da
rivayet edilmektedir.[16]
Kelam,
Sünniliğin gelişmesinde ve onun müesses bir mezhep halini almasında merkezi bir
rol oynamıştır.[17] 1100’lerde ise Gazzali
(ö.1111) Ehl-i Sünnet ile Tasavvufu uzlaştırdı. Bu bir bakıma Ehl-i Sünnet
uleması nezdinde tasavvufun meşrulaştırılması anlamına geliyordu. Bu tarihten
sonra tarikatler özellikle Selçuklu sınırları içinde daha aktif hale geldiler.[18]
Tasavvuf, her ne kadar erken dönemlerde bazı öncüleri
olsa da belirli bir disiplin olarak H. 2. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Zamanla
felsefe, Hint mistisizmi, Şamanizm, Hristiyanlık, Fars (:İran) kültürü, Afrika
fetişleri[19]
Zün Nun Mısrı aracılığıyla geçen Mısır dinindeki sihir, büyü, harf ve sayıların
anlamları ve Yahudilerden geçen batını yorumlardan etkilenerek kendi başına bir
inanç ve yaşantı sistemi (:din) olmuştur. İbn Arabi’nin (1165-1240) Endülüs’te
başlayıp buranın hıristiyanlığından ve felsefesinden bir şeyler alan, sonra
sırasıyla Kuzey Afrika kavimlerinin paganik özelliklerinden, Mısır’ın eklektik
düşünce ve inancından, Anadolu ve İran şamanizmi, zerdüşlüğü ve maniheizminden,
Suriye’nin İsmaililiğinden çok şeyleri alıp oluşturduğu tasavvuf düşüncesi onun
yeni bir inanç (:din)oluşturmasının göstergesidir.
Müslümanların tarihi içinde oluşan bütün mezhepler,
içinde bulundukları siyasal ortamda oluşan sorunlar karşısındaki farklı
duruşları neticesinde şekillendiler. Diğer tüm siyasi, itikadi mezhep ve fikri
akımlardan sonra ortaya çıkan Ehli Sünnet, daha çok mozaik bir yapı oluşturdu.
Üzerinde uzlaşılan bir Ehl-i Sünnet tanımı yapılamadı. Hatta yapı içerisinde
farklı olan diğerlerini Ehli Sünnet dışı
sayan bir çok alim çıktı. Örneğin Eşari; Ebu Hanife ve ashabını Ehl-i
Sünnet’ten saymamaktadır.[20]
Sünniliğin temelini oluşturan hadis külliyatı
gerçekte, İslamlaşan halkların kendi oluşturdukları sentez bilgilerdir.
Sünnilik inanışında hadis öğretileri din (haram) koyar ve Kur’an hükümlerini
geçersiz yapabilir (nesh). Bu anlayış ise Hz. Peygamberi Allah’a ortak
koşmaktır. Zira din koymak sadece Allah’a mahsustur. Hz. Peygamber haram (din)
koyucu değildir. Tahrim/6. ayeti bize bunu söylüyor: “Ey Peygamber, eşlerinin
hoşnutluğunu isteyerek, Allah'ın sana helal kıldıklarını niçin haram
kılıyorsun? Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” Kur’an musiki tarzlarda
sadece feyz ve sevap alınması için okunan kutsal kitap anlayışına sokulmuş ve
Allah’ın insanlara hitabı ortadan kaldırılmıştır. Başka deyişle Kur’an terk
edilmiş (Furkan 25:30) ve Hz. Peygamber adına rivayetler kullanılarak eski
inançlar İslamlaştırılmıştır.
Sünnî düşünce geleneği boyunca adları sembolleşmiş üç
düşünür Şafiî, Eşarî ve Gazalî'dir. Şafiî, fıkıh ve şeriat; Eşarî,
itikat/kelam; Gazalî ise felsefe ve tasavvuf alanlarında etkili olmuşlardır.
Bunlar arasında Şafiî'nin rolü daha büyük olmuştur. Çünkü o, kurucu bir işlev
görmüş ve Eşarîliği temele yerleştirmiştir. Gazalî'nin etkisi bu paradigmayı
birbirinden farklı alanlara uyarlamak ve onu yaygınlaştırmak olmuştur. İslam
geleneği içinde bu kampanyanın etkileri oldukça derinlere nüfuz etmiştir.
Sonuçta Eşarî teolojisi, Müslümanlar arasında dinlerinin entelektüel bir
ifadesi olarak genel kabul görmüştür. Bu yüzden, Müslüman geleneksel
anlayışının içyapısını ve güç kaynağını anlamak için Eşarî ekolüne bakmak
zorunludur.[21]
Kur’an Bizi Vahdete Çağırıyor
Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp
ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz
düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzaklaştırıp ısındırdı ve siz onun
nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun
kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki, hidayete erersiniz diye, Allah
ayetlerini işte böyle açıklar. (Al-i İmran 3:103). Kendilerine açık deliller
getirdikten sonra ayrılığa düşüp ihtilaf edenler gibi olmayın. İşte onlar
(evet) onlar için büyük bir azap vardır. (Al-i İmran 3:105). Muhakkak müminler
kardeştirler…” (Hucurat 49:10). “… Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa
düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah’a ve elçiye
götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa 4:59). Ey
insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız
için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız,
(Allah’ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korkanınızdır. (Hucurat 49:13).
“… İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde
yardımlaşmayın.” (Maide 5:2).
İslam dünyası Kur’an etrafında bir araya gelebilirse
dünyadaki zulmü ortadan kaldırabilir. İçeriğini tamamıyla Kur’an’ın belirlediği
tevhidi bir istikamet için bir araya gelinirse dünya yaşanılabilen bir dünya
haline gelecektir.
Tarih boyunca Kur’an’ın rehberliğinden uzaklaşan
Müslümanlar aralarındaki tefrikaların rahmet olduğuna inan(dırıl)mış bu
fırkalaşmanın hayır olduğunu ileri sürmüşlerdir. Müslümanlar modern düşüncenin
etkisiyle demokrasiye ait olan çok çeşitlilik, çok seslilik, çoğulculuk gibi
söylemleri “ihtilafta rahmet var” vurgusuyla besleyerek içselleştirmiş,
düşüncelerindeki farklılıkları zenginlik olarak görür olmuşlardır. Oysa
birbirini yok sayan yok etmeye çalışan bir farklılık (ihtilaf) zenginlik
sayılamazdı.
İslam dünyası siyasal birliği sağlayabilirse, inançta
da birliği sağlamaya adım atmış olacaktır. Mezhep, tarikat ve cemaatin
beşeri-siyasi oluşumlar olduğunu anladığımız gün, Müslümanları tekfir etmenin
çok büyük bir vebal olduğunu da anlarız. Mezhep, tarikat, cemaat İslam
dünyasının bir gerçeğidir; ancak Müslüman olmak için bunlara bağlı olmak diye
bir zorunluluk yoktur. Müslümanlık en üst bir kimlik olarak geliştiği zaman,
farklılıklar zenginlik olarak anlaşılabilir. İslam, hiçbir mezhebin, tarikatın,
cemaatin tekelinde değildir. Kur'an, Kur'an'ın dışındaki hiçbir bilgiye,
kendisiyle eşit muamele yapılmasına izin vermez. İslam/Kur’an Şiilik ve
Sünnilik arasında buharlaş(tırıl)mıştır.
Bugün Müslümanları ifade edecek tek kelime
“kuşatılmışlık”tır. Bundan daha acı olanın ise kuşatılmışlığımızı kabul
etmememiz olmasıdır. Bunu kabullenmemenin tek sebebi vardır. Müslümanın birey olarak kendini dini, milli
otorilere (!) bağımlı olma zorunluluğu duymasıdır. Bu Müslümanın kendine
gönüllü yular takmasıdır. Bu da doğal olarak, eleştirmeme, kutsama, hata yapmaz
görme, o her şeyi bilir, biz ondan iyi mi bileceğiz vb. kabulleri peşinden
getiriyor. Büyük bir tutuculukla korumaya çalıştığımız eskiye dair kültürel
konservelerin son kullanma tarihi geçmiştir. Bunların, bırak dünyayı,
Müslümanları bile dönüştüremeyeceği ortadadır. Eskinin her şeyi kötü olmadığı
gibi, yeninin de her şeyi iyi değildir. Bugün insanlığın Kur’an’a/İslam’a
ihtiyacı var, Kur’an’ında/Müslümanlığın da doğru temsil edilmeye ihtiyacı var.
Dini/toplumsal tecrübeler sonucu oluşmuş Şiilik, Sünnilik,
Haricilik, Mutezile gibi mezhepler gökten inmiş bir kimlik değildir. Tarih
boyunca Müslümanların dinî ve toplumsal tecrübeleri sonucu oluşmuş ve şimdi ucu
açık bir sistemlerdir. Bir mezhebi İslâm’la özdeşleştirmek de, onu dinin dışına
atmak da yanlıştır. İnsan ürünü olan şeylere derhal hak, hakikat, İslam’ın ta
kendisi, küfür-ilhad-sapıklık damgası vurmak yerine, merhamet ve anlayış
göstermek, insaflı ve objektif olmak gerekir.
[1] Hasan Onat, Şiiliğin Doğuşu Meselesi (Birinci
Hicri Asır) isimli makalesi, s.112-133 (Ankara İlahiyat Dergisi)
[2] Muammer
Esen, Ehli Sünnet: Kavramın Oluşum ve
Gelişim Süreci, s.79
[3] Hz.
Ebubekir Peygamberimizin vefatından sonra halkı toplamış ve onlara şöyle
demiştir: “Sizler Allah’ın elçisinden farklı hadisler naklediyorsunuz. Bu
durumda sizden sonrakiler daha büyük anlaşmazlıklara düşecektir. Allah’ın
elçisinden hiçbir hadis nakletmeyin. Sizden hadis nakletmenizi isteyenlere
deyiniz ki: İşte Allah’ın Kitabı aramızda, onun helalini helal kılın, haramını
haram görün.” (Zehebi, Tezkiratul Huffaz
1/3). Hz. Ömer diğer şehirlerdeki sahabilere de mektuplar yazarak ellerinde
yazılı bulunan hadis mecmualarını yok etmelerini istedi. (İbni Abdil Berr, Camiul Beyanil İlm ve
Fazluhu 1/64-65)
[4] İbrahim
Sarmış, Hadisler Kur’an’la Eşdeğer midir, 325-326
[5] Fazlurrahman,
İslam, 88
[6] Enbiya
Yıldırım, Hadis Problemleri, 170
[7] Enbiya
Yıldırım, Hadis Problemleri, 170-253
[8] Mehmet GÖRMEZ,
Metodoloji Sorunu, 76
[9]
Buhari, c.2, s.3
[10] Mehmet
Evkuran, Sünni Paradigmayı Anlamak, s.82
[11] Mesudi,
Murucuz- Zeheb c.4, s.76-86
[12]Talat Koçyiğit,
Hadis Tarihi, 230
[13]
Mehmet Bilen, Buharî’nn Fakihliği Meselesi, DÜİF der. VI/2, s. 36-37.
[14]Muammer
Esen, Ehli Sünnet Kavramın Oluşum ve
Gelişim Süreci, s.85.
[15] Bu
akaid metni için bkz. Muhit Mert, Kelam Tarihinin Problemleri, s.102
[16] İbnul Cevzi,
el- Muntazam c.4 s.303
[17] Watt İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, 3.317
[18] Fazlurrahman,
İslam, 176
[19] İlkel
toplumlarda tapınılan ya da uğur getirdiğine, kişiyi koruduğuna inanılan nesne.
[20]
Eşari, Makalatü’l İslamiyyin
s.138
[21] Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anlamak, s.95
Yorumlar
Yorum Gönder