KELİME-İ ŞEHADET MEDENİYETİ
KELİME-İ ŞEHADET MEDENİYETİ
Medeniyet cevher değil arazdır.
Cevher medeniyeti doğuran değerler sistemidir.
Mustafa İSLAMOĞLU
İsim
olarak Batıda doğmuş, büyümüş bir kavramı doğu olarak kucağımızda bulduk. Bu
kavram medeniyetti. Onun yerine ne bir kelime aradık - Cemil MERİÇ hariç o
“Umran” diyor. - ne de bulsaydık, onun bütün dünyada kullanılır olması için
güce sahiptik. Artık bize bu kelimenin içini güzelce doldurmak kalmıştır.
Mehmet Akif ERSOY, “Medeniyet dediğin tek işi kalmış canavar”, Said NURSİ
“mimsiz medeniyet” yani deniyyet/alçaklık, söylemleriyle batı tarzı medeniyete
tavırlarını koymuşlardır.
Fransızca,
İngilizce ve Latince de medeniyet ve medeni olma için aynı görüş alınmıştır, bu
kelime “civilisatin” dur ki, civil kökünden geliyor. Yani şehirli, memleketli;
“ civilisation” ise mastar isimdir… Medeniyetin bütünsel anlamı; insan
toplumunun yaptıklarının, tasarruflarının maddi ve manevi toplamıdır. [1]
Medeniyet kavramı çatı bir kavramdır. Kültür, sanat, bilim, yönetim vs.
birleştiren bir kavramdır. Yani bu değerlerin insanı insanileştirecek biçimde
toplumda yaşa(tıl)masıdır.
İnsanlık,
tarih boyunca kendi ürettiği veya vahiyle gelen değerler etrafında bir dünya
görüşü/hayat tarzı oluşturmuş ve bunu bütün yeryüzüne hâkim kılmaya
çalışmıştır. Bunu başardığı oranda da güçlü medeniyetler kurmuş ve etkin
olmuştur. Enbiya bu mücadelede başı çekmiştir. İnsanoğlu ya kendi hevasına
uymuş ya da vahyin öngördüğü bir dünya inşa etmeye çalışmıştır. Vahiyden
bağımsız inşa edilmiş medeniyet –batı medeniyeti- insanlığın yüzünü
güldürmemiş. Hali âlem buna şahittir. Ellerini attıkları yerlerde kan ve gözyaşından
başka bir şey bırakmamışlardır. Materyalist dünya görüşü üzerine inşa edilen
batı medeniyeti, tüm medeniyetleri sömürerek çökertti. İslam medeniyeti de
bundan nasibini aldı, kendini sömürgeleştirmekten kurtaramadı. Son iki asırdır
farkına varılan bu durumdan meseleye hamasi, ideolojik ve sloganik bir yaklaşım
sergilendiğinden henüz kurtuluş için bir yol haritası çıkarılamadı.
Kelime-i
şehadet medeniyetinin hedefleri, beşeri insanlık mertebesine çıkarmak; birey ve
toplumda tevhid, adalet ve ahlakı hayatın merkezine yerleştirmek; insanın
kendine yabancılaşmasını önlemek; Allah’ın hakkıyla tanınmasını temin ve her
türlü şirkle mücadeledir. İnsanlığın ana problemi tevhidi anlayamamak değil,
şirki algılayamamaktır. Hz. Süleyman (as) kurduğu o muhteşem devleti
evlatlarına bıraktı. Evlatları O’nun kurduğu medeniyetin ilkelerine sadık
kalmadılar. Ve sütunlarını –asa devletin dayandığı ilkelerdir- tek tek
kestikleri (adalet, doğruluk, adam kayırmama, mazlumu korumama vb.)
medeniyet (devlet) sarayının yıkılacağını –aslında yavaş yavaş yıkıldığını-
göremediler. Sebe Suresi 14. ayette bu hadise asa (adalet) ve kurt (zulüm) sembolizmi ile anlatılmıştır. Asa
medeniyetine zulüm kurdu girmeye dursun, bir de bakmışsın; örnek alınacakken
ibret alınacak duruma gelmişsin. “(Süleyman da ölümü elbet tadacaktı; fakat) Biz o'nun ölümüne
hükmettiğimiz zaman, asâsını kemiren kurttan başka öldüğünü gösteren bir işaret
yoktu. Ve Süleyman devrilince açıkça ortaya çıktı ki, (o'nun emrindeki)
görünmeyen varlıklar, kavrayışlarının ötesindeki gerçekliği bilmiş olsalardı o
aşağılayıcı (hizmetçilik) azabı içinde (sıkıntıyla) yaşamaya devam etmezlerdi.”
Medeniyetleri kurup dinamiklerini işler halde
tutan insan olduğu gibi, yıkılışa götüren sebepleri oluşturan da insandır.
Medeniyet din, dil, sanat, teknoloji, askeri-siyasi-ekonomik güç üzerinde değil,
bunlar arazdır; bunlara yön veren insan unsuru üzerinde yükselir, çünkü insan
cevherdir. Medeniyet insani değerlere giydirilen
ruhtur. Medeniyet kültürün kaynağıdır. Kelime-i şehadet medeniyeti kendini ve
her şeyi emanet gören bir anlayıştır. Medeniyet, cevher
değil arazdır. Ümmetin ve değerlerinin muhafazası için bir araçtır, amaç
değildir. Bu medeniyetin kökü tevhit, gövdesi toplumsal adalet, meyvesi rızayı ilahidir. Kur’an helak olan
kavimlerin/medeniyetlerin zulümleri yüzünden helak olduklarına dair pek çok
ayet zikreder.[2]
Kelime-i
şehadet, Eşhedu enla ilahe illallah ve eşhedu enne muhammeden abduhu ve
rasuluhu/Ben Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve
elçisi olduğuna şehadet ederim, demektir. Bu kutlu söz sadece; dine girince,
camide imamların son nefeste bununla çene kapayalım diye söylettiği, İslam’ın
şartlarından biri diye çocuklarımıza öğrettiğimiz tüketilen basmakalıp bir
ezber değildir. Bu kelimeyi söylemek; Sana kayıtsız şartsız teslim olacağım
diye Allah’la sözleşme yapmaktır. “Müslüman olmak bir gruba dahil olmak değil,
bir duruşa sahip olmaktır. Mustafa İSLAMOĞLU.” Bu söz İslam ağacının çekirdeği
gibidir. Nasıl ki koca bir ağaç küçük
bir çekirdekte mündemictir, İslam da kelime-i şehadetin içinde mevcuttur.
Kelime-i
şehadeti söyle ve bir ömür boyu pek fazla hayatını değiştirmeden yaşa! Hayır,
böyle bir anlayış islamın ruhuna aykırıdır. Öyle bir yaşam ortaya koyacaksın
ki, sen dilinle “Ben Müslümanım” demesen bile dışarıdan bakanlar sana
“Müslüman” demeliler. İşte şehadet budur. Sadece söylenen değil, aynı zamanda
yaşanan bir hayattır. Aksi takdirde bir anlamı olmaz. Bu konuyu çarpıcı bir
şekilde ortaya koyan bir fıkra anlatılır:
Sadece kelime-i şehadet getirmekle kendisinin Müslümanlardan olduğunu
zanneden günümüz insanlarından biri Avrupada bir şehre büyükelçi olarak tayin edilir.
Doğal olarak bir müddet sonra Avrupalı Hıristiyanlardan dostlar edinir. Bir gün
bu Hıristiyan dostlarından biri bizim Müslümana der ki: “Aziz dostum, sizin
dininiz öyle hoşuma gidiyor ki Müslüman olmak istiyorum. Fakat günde beş defa
kıldığınız namazı kılamamaktan korkuyorum!” Bizim ki der ki: “Şu aziz dostumun
düşündüğü şeye bak. Sen kelime-i şehadeti getir, Müslümanım de, namazını
kılmasan da olur. Bak, ben de namaz kılmıyorum ama Müslümanım!” Bu defa
Hıristiyan; “Aziz dostum bir de her yıl tuttuğunuz oruç var ya, onu da
yapamamaktan korkuyorum” der. Bizim ki; “Hâlâ şunun düşündüğüne bak. Aziz
dostum sen Müslümanım de oruç tutmasan da olur. Bak ben de Müslümanım ama oruç
tutmuyorum, oluyor.” Hıristiyan, birkaç hususu daha zikredip yapamamaktan korktuğunu
söyler, bizimki her defasında “Müslümanım de yapmasan da olur.” deyince
Hıristiyan der ki: “Aziz dostum kusura bakma ama o zaman aramızda ne fark kaldı
ki?”[3]
İlah
kavramı; kendisine ibadet edilen, her
şeyden çok sevilen, tazim ve tesbih edilen mutlak varlık. Lügatta, örtünmek,
gizlenmek, alışmak ve kulluk anlamında kullanılmakla beraber genelde ibadet
edilen, tapınılan nesnelerin ortak adı olmuştur.[4] “La
ilahe” ile bu medeniyet, vahyin ve bozulmamış salim bir aklın ortaya koydukları
hariç, insanı “esfel-i safilin”e düşüren, kendine yabancılaştıran medeniyet
adına ne varsa reddeder. “İllallah” ile de anlamın merkezine Allah’ı koyar. Bu
bakımdan, yaratan, kanun koyucu, mabud, her şeyden çok sevilen, her şeyde tek
otorite anlamlarına gelen ilah kavramından hareket edeceğiz. Nasıl ki büyükçe
bir dağa uzaktan baktığımızda dağdaki büyük ağaçlar, kayalar ve yapılar
görünürse; kökü tevhit, dalları adalet, meyvesi rızayı ilahi olan kelime-i
şehadet medeniyetinin ana ilkelerine kapı aralamaya çalışacağız. Bu ilkeleri,
ilah kavramının anlam sahasından çıkarmaya çakışacağız.
1. Kelime-i şehadet medeniyeti gündem
oluşturan bir medeniyettir.
Kelime-i
şehadet medeniyetinde gündemi Müslümanlar oluşturur. Çünkü Kur’an’ın iniş
sürecinde gündemi oluşturan hep vahiy olmuştur. Kız çocuklarının diri diri
gömülmesi, Ebu Lebeb’in iktidarı kurusun, kölelere özgürlük, çok eşliliği ret,
kadınlara tanınılan haklar vb. Ya da hadiseye vahyin penceresinden baktırarak
gündem değerlendirilmiştir. Gündem oluşturmak muhalefet olmak demektir. Halkı
Müslüman olan ülkelerin hangisinde gündem(ler)in gerçek aktörleri
Müslümanlardır?
Kelime-i
şehadet medeniyeti tevhit ve adalet; diğerleri şirk ve zulüm üzerine bina
edilmiştir. Kelime-i şehadet medeniyetinde Müslümanlar haksızlığa susmaz.
“Öldürdüysek diyetlerini de fazlasıyla verdik” diyen siyasilere ne dediğinin
farkın damısın derler! Belki Tekvir Suresi, 8-9. ayetlerini hatırlatır. Bu soru
huzuru mahşerde belki sana da sorulur, diyebilmelidir. Bütün iktidarlar ve siyasiler
Hz. Ömer’in adaletinden dem vururlar. Ama işçilerine, iş bulamayanlarına,
fakirlerine, yoksullarına, memurlarına
(kısaca kölelerine) kendi yediklerinden yedirmez, kendi giydiklerinden
giydirmezler. Sizin sınıfınız (din) size, benim sınıfım (din) bana mı demek
isterler. “Biz yanılırsak bizi neyle düzeltirsiniz”i sözün gelişi olarak
söylerler.
“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi
günahtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman (Tekvir, 8-9)”.
ayetini tapınak kitabı cümleleri gibi ayin mantığıyla okuduğumuzda, kelime-i
şehadet medeniyetinin Müslümanı olmayız. Ne oluruz bilmiyorum. Ama Müslüman
olmayız.
“Diri
diri gömülen kız” vakıadır. Vakıalara vahiy penceresinden baktığımızda, bu
vakıanın yerine koyup gündem yapacağımız o kadar çok hadise var ki, sadece bunu
yapabilsek –tek ayeti yaşa(t)maya çalışsak-
Allah’ın rızasını sorgusuz sualsiz kazanırız inşaallah. Bu zaten dünyayı
cennete çevirme operasyonudur. Bu tek sorunu çözmek gibi görünebilir. Ama
çözülen bu sorun sonuç olan bir sorundur, yani pek çok sorunun ana sebebidir.
Bataklığı kurutmak gibi. Artık sivrisinek sorununu kökten çözmüş oluruz. Allah,
insanı yeryüzüne orayı cennete çevirsin diye halife tayin etmemiş midir? “Diri diri gömülen kız” vakıasının yerine
koyacağımız hadiseler saymakla bitmez, ancak misal olarak: Hiroşima ve Nagazakide
ölenlerin suçu neydi? Dünyada 1 milyar insan niçin aç? Kara kıtanın kara
talihinden kim sorumlu? ABD'nin Irak’ta işi neydi? ABD’nin, TC’nin Afganistan da
işi ne? Müslüman’a Kur’an’a niçin modası geçmiş kitap muamelesi yaptın diye
sorulunca! Kozmetiğe harcanan para ile kaç kara kıta kurtulur? Silahlanmaya
harcanan para ile kaç dünya kurulur? Lüks sofralardaki israflarla kaç kıta doyurulur?
2. Kelime-i şehadet medeniyeti, beşeri
olan iktisadi yapıları reddeder ve beşeri olan siyasi erkle uzlaşmaz.
Bu
medeniyetin kitabı faizi haram, sadakayı farz (9/60) kılmıştır. Bu medeniyet “Ben tok
olayım başkası acından ölsün” zihniyetini reddeden bir medeniyettir. Haram ve
helal koyma hakkı sadece Allah’a mahsustur. Beşeri sistemler faizi hayata
sokmakla helal ve haram koyma hususunda Allah’tan rol çalmış oluyorlar.
“Ribâ/fâiz
yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış
olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış-veriş (ticâret) de fâiz gibidir’
demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan
sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan
kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır (Allah dilerse onu affeder). Kim tekrar
fâize dönerse, işte onlar ateş ashâbıdır, orada devamlı kalırlar. Allah fâizi
mahveder (fâiz karışan malın bereketini giderir)…” (2/Bakara, 275-279. Ayrıca: Rûm, 39;
Nisâ, 160-161. ayetleri).
Bu medeniyette mülkiyet, Kur’an’da , (Roma
hukuku ve kapitalist Batı uygulamasında olduğu gibi) mal sahibinin keyfine
bırakılmış bir hak olarak değil, aksine mülkiyeti sadece Allah’a ait malın
idaresinde bir sorumluluk olarak görülmüştür. Bu idare, ancak Allah’ın düzenini
hâkim kılmak gayesi güttüğü zaman meşrudur. Halife olarak insanın asıl görevi
de zaten budur. Servet konusunda vahyin getirdiği ilke, çağlar üstüdür. Kur’an’ın
öngördüğü iktisadi yapı dikey (mutlu azınlığa hizmet eden) değil, yatay (tabana
yayılan) bir büyümedir.
“Bu beldelerin
halkından (ganimet olarak) ne alındıysa Allah, hepsini Elçisi'ne devretti,
(ganimetin tümü,) Allah'a ve Elçisi'ne, (ölen müminlerin) yakınlarına,
yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir; (böyle
yapıldı) ki o, içinizden (zaten) zengin olanlar arasında dolaşıp duran (bir
servet) haline gelmesin.” (Haşr, 7).
Vahyin medeniyetinde ahlak ile ekonomi
birbirinden ayrılmaz. Ahlaksızca üretim ve bunu tükettirmek için, insan
iradesinin elinden alınarak “tasarrufta ihtiyaç” ilkesi hayattan
çıkarılarak yapılan reklamları masum görmez. “Bir ulus ne kadar düşmüşse, süslü ve
gösterişli şeylerle o kadar savurgandır. Adolf Loon”[5]
Business
School/Yüksek Ticaret Okul”larının öğrettikleri şeylerin hepsi, yani pazarlar
meydana getirmek ve yapayda olsa ihtiyaçlar doğurmak için, reklam,
şartlandırma, pazarlama yoluyla aldatma gibi, üretimin çıkarlarına hizmet etsin
diye, insanın dünya ile ilişkilerini soysuzlaştıran bütün bu aldatma
sanatı, İslam ekonomisi içinde yasaktır.
Sözgelimi reklam, İslam Ekonomisinde, “tüketim toplumları”ndaki haliyle
görülemez, rakibi yenmenin bir aleti olamaz. Reklamın yerini, bizim
ihtiyaçlarımızı, arzularımızı, özlemlerimizi “insanileştirecek” bir eğitme ve
bilgilendirme sisteminin alması gerekir.[6]
İslam iktisadı
üretim ve tüketim ahlakına sahiptir. Doğanın kullanılması belirli sorumluluklar
gerektirir. Tabiattan faydalanırken ona zarar vermemek gerekiyor. Dünyamız bu
ahlaka sahip olmayanlarca kirletiliyor.
Ekolojik denge günden güne bozuluyor, çevre sorunları artıyor. Kur’an
tabiattaki nimetlerin Allah’ın insanlara bir ihsanı olduğunu belirtir. “Allah,
size evlerinizi (içinde) "güvenlik ve huzur bulacağınız yerler"
kıldı; ve size hayvan derilerinden hem göç gününde, hem yerleşme gününde
kolaylıkla taşıyabileceğiniz evler; yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından
bir zamana kadar giyimlikler-döşemelikler ve (ticaret için) bir meta kıldı. Allah,
sizin için yarattığı şeylerden gölgeler kıldı. Dağlarda da sizin için
barınaklar-siperler kıldı, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, sizi savaşınızda
(zorluklara karşı) koruyacak giyimlikler de var etti. İşte O, üzerinizdeki
nimetini böyle tamamlamaktadır, umulur ki teslim olursunuz. (Nahl, 80-81). Sorumluluk israfa saçıp savurmaya izin vermez.
“…Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. (A’raf, 31). Kur’an bu suçun faillerini
şeytanın kardeşleri olarak isimlendirir. “Çünkü
saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı
nankördür. (İsra, 27). Kısaca, insanın halifelik sorumluluğu içerisinde bütün bir yeryüzü -“yeryüzüne bir
halife atayacağım ”[7]
– dahildir.
İnsanın
özgürlüğü akıl dışı yol ve yöntemlerle alabildiğine kısıtlanmıştır. O, sosyal
ve siyasal düzene kendi istemiyle katılmamaktadır. Reklam ve propagandanın
önüne koyduğu siyasal düzene kendi istemiyle katılmamaktadır. Reklam ve
propagandanın önüne koyduğu sayısız tuzaklarla köleleştirilmektedir insan.
İnsan kendisi için ve kendi yararına olanı değil, egemenlerce kendisi için
uygun görüleni seçme hakkına sahiptir. Çağdaş kölelik hiçbir çağda benzeri
bulunmayan hazin bir köleliktir. Geçmişte cesetler köleleştirilirken, günümüzde
ruhlar köleleştirilmektedir.[8]
Bu medeniyet; kuvvet yerine hakkı, menfaat yerine fazileti
Allah’ın rızasını kazanmayı, cidal (çekişme) yerine teavünü (yardımlaşma) koyar.[9]
Çünkü kuvvet başkasını yok etmeyi, menfaat alçalmayı, cidal başkasını
düşünmemeyi netice verir. Bu ise toplumsal hayatın alt üst olması demektir. Hakkın
yerine kuvveti koymak kuvvetli haklıdır demektir, bu adaleti yok etme anlamına
gelir. Yardımlaşmayı kaldırıp rekabeti, cidali yerleştirmek insanlar arası
köprüyü yıkmaktır, insanı hayvanlaştırmaktır, robotlaştırmaktır. Faziletin,
Allah rızasının yerine menfaati koymak, insanı tek dünyalı yapmaktır. İslam
medeniyeti nefsi şımartmayı değil, ruhu yüceltmeyi hedefler. Batı medeniyeti başkalarının felaketi üzerine
saadetini kuran bir paradigmaya sahiptir. Kelime-i şehadet medeniyetinde ise
yaşatma ideali vardır.
Gerçek medeniyet, daima ilim ve ahlakın atbaşı götürüldüğü
iklimlerde tahakkuk ettirilebilmiştir. Bu itibarladır ki, her şeyi sadece
ilimle ele alan batı medeniyeti, hep mefluç (felçli) olarak kalmış; ilme karşı
fermuarını çekip kendi içine kapanan Doğu Medeniyetleri ise, hâlihazırdaki
durumları itibariyle, kısmen de olsa bir vahşet içinde bulunmaktadırlar.
Geleceğin medeniyeti, batının ilim ve fenleri, Doğu’nun da inanç ve ahlak
felsefesi fidanlığında boy atıp gelişecektir. Ahlak ve fazilete dayanmayan,
akıl ve vicdan havuzlarından beslenmeyen medeniyet, insanlığın mutluluğuna
değil, birkaç zengin, birkaç da hevaperestin heveslerine hizmet eden gelip
geçici bir şehrayndir (şenlik). Yazıklar olsun, onun yanıp sönen ışıklarına
aldananlara![10] Kapitalizm, insanlığa musallat olmuş en büyük
musibettir. İnsan ve insana ait olan bütün değerlerin düşmanıdır. Egosuna
yenilen insanlığın bünyesinde vatan tutmuştur.
3. Kelime-i şehadet medeniyeti, Allah’tan rol çalan her türlü otoriteleri ve
Allah’tan gayrı mabudları reddeder.
İlah kavramının anlamlarından birisi,
otorite demektir. Otoritenin gereği hüküm ve emretmenin
kendisinde toplanmasıdır. Otorite parçalanma kabul etmez. Otorite ortaklığı
reddeder. Bir köyde iki muhtar, bir ilde iki vali olmadığı gibi, kâinatta da
tek otorite Allah’tır. O’nun yaratma, kanun koyma, rızık verme, mabud sıfatları
hiçbir şekilde başka varlıklara taksim edilemez. Hiç kimse de bu sıfatlardan
bir tanesini O’ndan çalamaz. Allah’a ait
sıfatları başka birine yakıştırmak O’nun rolünü çalmak ve O’na şirk
koşmaktır. Allah kâinattaki nizamı ilahi
(tek) otoriteye bağlıyor ve şöyle diyor: “Eğer
göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, (gökler ve yer) fesada
uğrayıp mahvolurdu.” (Enbiya, 22). Akıl ve ve bilimde kâinatta kaosun değil
kozmosun hâkim olduğuna şahitlik ediyor. O “âlemlerin rabbidir” öyleyse âlemleri
yönetmek ona mahsustur. “Allah’ı o işe
karıştırma denilen her alan için, sayısız sahte tanrılar icat edilmiştir.”(
Mustafa İSLAMOĞLU).
“Allah'la beraber tutup başka bir tanrıya
yalvarmaya kalkma! (Çünkü) O'ndan başka tanrı yok; (çünkü) O'nun (ebedî)
Zâtı'ndan başka her şey, herkes, yok olmaya mahkûmdur; hüküm bütünüyle O'nun
elindedir ve sonunda O'na döndürüleceksiniz.(Kasas, 88)
“Hahamlarını,
rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i, Allah’la beraber rableri olarak
gördüler; Oysa, Tek Tanrıdan başkasına kulluk etmekle emrolunmuş değillerdi; (o
Tek Tanrı ki,) Ondan başka tanrı yoktur, (O Tek Tanrı ki,) sınırsız kudret ve
izzetiyle, (böylelerinin) Onun tanrılığında bir pay yakıştırdıkları her şeyden
bütünüyle uzaktır, yücedir!” (Tevbe, 31; Ayrıca, Bakara, 163; Meryem, 81;
Furkan, 43). Ayetler O’nun tek
otorite olduğunu beyan etmektedir. Bu
“la” silgisiyle bütün ilahları silmek demektir.
"...Hahamlar (alimler) ve
rahiplerini Rabb'ler edindiler...": Bu kısmın gerçek
manasını, bizzat Hz. Peygamber (s.a) kendisi açıkladı. Daha önceleri bir
Hıristiyan olan Adiy b. Hatim, İslam'ı kavrayıp anlamak niyetiyle geldiği
zaman, taşıdığı şüpheleri gidermek için Hz. Peygamber'e (s.a) birkaç soru
sordu. Bu sorulardan biri şu idi: "Bu ayet bizi, âlimlerimizi ve
rahiplerimizi Rabler edinmekle suçluyor. Bunun gerçek manası nedir? Zira biz
onları kendimize Rabler edinmeyiz" dedi. Hz. Peygamber (s.a) cevaben, ona
karşı bir soru yönelttiler: "Siz onların gayrı meşru (haram) ilan
ettiklerini gayri meşru, onların meşru (helal) kabul ettiklerini meşru sayıp
öylece kabul etmiyor muydunuz?" Adiy, "Evet böyledir" diye
tasdik etti. Hz. Peygamber (s.a) , "İşte bu sizin onları kendinize rabler
edinmenizdir" buyurdu. Dolayısıyla bu hadis-i şerif, Allah'ın kitabına
yetki tanımaksızın helal ve haramın sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde
görenlerin nefislerini ilah ve rabb ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma
yetkisi tanıyanların da onları rabbler edindiklerini göstermiş olmaktır.
Onların, a) Allah'a oğullar isnad etmek, b) Kanunları yapma yetkisini Allah'tan
başka kimselere vermekle itham edildiklerine ayrıca dikkat edilmesi gerekir. Bu
iki husus Allah'ın varlığına inansalar bile, onların O'na inandıklarına dair
iddialarının inandırıcı olmadığını ispat eder. Allah hakkındaki böyle yanlış
bir kavrayış, mensuplarının Allah'a olan inançlarını anlamsız kılar.[11]
İnsanlık
bir bütündür. Toplumlar bir ve bütündür. Herkes eşittir. İçimizden herhangi
birisi veya herhangi bir kesim, aile hanedan, kurum vs. bu bir ve bütün halinde
oluştan ayrılıp üste çıkarak egemenlik taslayamaz. Bu ilkten gayri meşrudur ve bütüne
karşı suçtur. Diğerleri üstünde hâkimiyet kuramaz. Hele bu hâkimiyeti Allah’dan
aldığını iddia edemez. Çünkü Allah zaten bir ve bütündür ve ondan kimseye
tanrılık (ilahlık) yetkisi geçmez… Bu durumda la ilahe illallah demek, bir ve
bütünden ayrılarak ilahlık taslamaya hayır, yoktur, geçersizdir demektir… Bu
manada devlet kurucusu veya yöneticisi diye kimse tanrı gibi davranamaz,
kendini tanrı gücünde göremez veya böyle birisine kim olursa olsun tanrı
muamelesi yapılamaz. Hiç kimseye, hiçbir nedenle Tanrılıktan bir parça geçmez,
geçemez. İsterse bu bir peygamber olsun.[12]
İlah kavramının anlamlarından birisi,
mabud (ibadet edilen) demektir. La ilahe
(mabude) illallah/ Allah’dan başka mabud yoktur demektir. İnsanlar en küçük
menfaatlerini elde etmek için menfaat kaynaklarına ilah gibi kullukta
bulunmaktadır. Yani menfaatlerini mabut edinmişlerdir.
Ey insanlar!
Allah'ın size bağışladığı nimetleri hatırlayın! Size göklerden ve yerden azık
sağlayan Allah'tan başka bir yaratıcı var mı? (Hayır!) O'ndan başka ilah
yoktur: ama nasıl olur da zihinleriniz bu (apaçık hakikatten) sapar! (Fatır,3).
Ayet, Allah’ın insana bahşettiği
sayısız nimetleri hatırlatarak, ibadete layık tek mabudun kendisi olduğunu
açıklıyor. Allah'tan başka o yalvarıp
yakardıklarınıza gelince -bunların kendileri yaratılmış varlıklar olduklarına
göre- hiçbir şey yaratamazlar; hayatı hiç tatmamış ölülerdir onlar; ne zaman
diriltileceklerini de bilmezler. Sizin tanrınız Tek Tanrıdır; ne var ki,
ahirete inanmayanların kalpleri bu (gerçeği), boş bir kibir yüzünden, kabule
yanaşmıyor. (Nahl, 20-22; Ayrıca, Sebe, 22-23). Ayeti, kendileri de yaratılmış
olan peşinden koştuğunuz bütün izmler, Allah adına konuşamayacak otoriteler
gerçek mabud olamazlar diyor. Cahiliyede
insanlar putları mabud yerine koyuyorlardı. Bugün Futbol, kariyer, lüks modern
cahiliyenin putlarının yerini almıştır. Kelime-i şehadet, insanlığa yaratan,
yöneten, gerçek mabud, kanun koyucu, hayat tarzı sunan tek otorite sadece
Allah’tır, diyor.
Bugün insan için hiçbir düzende güvence
yoktur. Korku ve yalnızlık içindeki insan, hiçbir olguyu sağlıklı bir şekilde
irdeleyememektedir. Yüzeysel bir yaklaşım ve biçimsel bir ilgiyle izlemektedir
her olguyu. Çağdaş dilde insan olmak ve insanca yaşamak demek, çağdaş araçlara
sahip olmak anlamına gelmektedir. Her konuda belirleyici öğe araçlardır.
Günümüzdeki serüveni içinde bireyler de toplumlarda bu araçların albenisiyle
teselli buluyorlar. İnsan aklı buluyor, üretiyor fakat sonunda bulup ürettiğine
ram oluyor, teslim oluyor. Bu evrede asıl nedenleri, asıl etkenleri unutuyor.
Aklın hikmet ve keyfiyetini düşünmüyor. Bilmiyor ki evrende her şey akıl
nimetini verenin kudreti dâhilinde oluyor. Burada akıl kendisini var eden
kudret sahibine hayranlık duyarak teslim olacakken, bunu yapmıyor, tam tersi
bir yol izleyerek kendi eserini ilah ediniyor.[13] İnsanlığı bu gaflete iten sebeplerin başında
uzak tanrı tasavvuru yatmaktadır. Eğer O’nun insanı yaratması, rızık vermesi, hastalıklarına
şifa yaratması, öldükten sonra ona döndürülmemiz gibi hakikatler açısından
şahdamarından daha yakın olduğunu bilirsek bu gaflet izale olur. Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine
fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız. (Kaf, 16).
4. Kelime-i şehadet medeniyetinde,
Peygamberler ve Hz. Muhammed (as) kul ve elçilerdir.
“Dinlere
en büyük düşmanlığı kendi mensupları yapmıştır” bu kaideye İslam dini
mensupları da dâhildir. Müslümanlar Hz. Peygamberin hayatını örneklik
zemininden çıkarıp, örnek alınamayacak bir noktaya taşıyarak bilinç kırılmasına
peygamber tasavvurunda bir eksen kaymasına sebep olmuşlardır. O’nu haşa yarı
tanrı konumuna yükselterek İsa aleyhisselama yapılan yanlışa tekrar düşmüşlerdir.
Dinin
bize aktarılmasında en önemli kaynak olan Hz. Peygamber’in hayatının, olduğunun
çok ötesinde arz edilmesi, insanların gerçekte olanı değil de, kafalarında
oluşturmak istedikleri peygamber modelini olmuş gibi, sonraki nesillerle
aktarmaları ve bunun asırlar boyunca katmerleşerek devam etmesi, önümüze
yaşanamayan, ulaşılamayan, her anı mucizelerle dolu, insanüstü ve adeta insani
özellikleri olmayan bir peygamber inancı ve anlatımı ortaya çıkmıştır.[14]
Ama onlar yine de
şöyle diyorlar: "Bu nasıl peygamber ki (diğer ölümlüler gibi) yiyip
içiyor, çarşı-pazar dolaşıyor? Onunla beraber bir uyarıcı olarak (görünür) bir
melek gönderilseydi ya!
Yahut kendisine (Allah tarafından) bir hazine verilseydi,
yahut (zahmetsiz) yiyip içtiği (tılsımlı) bir bahçesi olsaydı ya!" Ve bu
zalimler (birbirlerine): "Eğer (Muhammed'e) uyacak olsaydınız, büyülenmiş
bir adamdan başkasına (uymuş, olmazdınız)!" diyorlar. (Furkan, 7-8).
Yahut hurma
ağaçlarıyla, asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça; ve onların arasında çağıl
çağıl dereler akıtmadıkça;
yahut, tehdit edip durduğun gibi, göğü parça parça üzerimize
düşürmedikçe; yahut Allah'ı ve melekleri bizimle yüzyüze getirmedikçe; yahut altından (yapılmış) bir evin olmadıkça; yahut göğe
yükselmedikçe -kaldı ki göğe yükselmene dahî, bize (oradan, kendi gözlerimizle)
okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe inanmayız ya!" (Ey peygamber) de
ki: "Kudret ve yüceliğinde sınırsız olan Rabbimdir! Ben ölümlü bir elçiden
başka biri miyim ki?" (İsra, 90-93).[15] Ayetlerde
Rabbimizin bildirdiği cahili mantığı maalesef, Müslümanlar Hz. Peygamberi diğer
peygamberlerle yarıştırmak için kurgulanmış bir peygamber tasavvuru
hortlattılar.
Âlemlerin
Rabbi O’na “bizim gibi bir beşer” olduğunu söylemesini emrederken, bir yandan
tam tersi bir gayret gelişir: Allah
Rasulü’nün her şeyiyle bizim gibi bir beşer olmadığını ispatlamak. Bunu yapan
seleflerimiz elbette Kur’an’la karşılıklı ip çekişelim diye yapmazlar bunu.
Fakat ortya çıkan sonuç, bir bakıma bu neticeyi verir gibidir. El-Hasais sahibi
Allah Rasulü’ne has mucizevi nitelikleri toplama iddiasındaki eserinde
“İdrarının ve Büyük Abdestinin Mucize Olduğuna Dair Bab” şeklinde bir başlık
açabilmiş ve orada hiçbir sıhhati olmadığı herkesçe bilinen bir sürü rivayet
nakledebilmiştir (El-Hasais, 1/70). Yine aynı müellif Hz. Peygamber’in hacamat
ile aldırdığı kanı içmenin caiz olduğunu söyler (age, 1/68). Bevlini
yanlışlıkla içen bir kadına ebediyen karın ağrısı görmeyeceğini söylediği
rivayet edilir(Şifa, 1/65).[16]
Bütün
tasavvurlarımız gibi Peygamber tasavvurumuzu da Kur’an’a arz etmeden sağlam bir
iman, istikamet ve eylem sergileyemeyiz. Ayette; O, size yalnız
şunları haram kıldı: Ölü hayvan, kan,
domuz eti, bir de Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar… (Bakara, 173) Allah kanı haram kılmıyor mu? Şanım
hakkı için muhakkak ki size Resullulah'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a
ve son güne ümit besler olup da Allah'ı çok zikreden kimseler için (Ahzab, 21),
ayeti Hz. Peygamberi bize en güzel örnek (Kur’an’ı en güzel şekilde hayata
geçiren) olarak tanıttığı halde nasıl olurda O insanlara, idrarını, tükürüğünü,
terini şifa olarak gösterir ve istimalini onlara emir veya tavsiye edebilir. Bu
davranışı en kaba veya deli bir insan bile yapmazken Hz. Peygambere yakıştırmak
akıl karı değildir… Rivayetlerin bize tanıttığı Hz.
Peygamber, model/örnek alacağımız bir şahsiyetten çok oluşturulmuş bir imajdır.
Hz.
Peygamber (as) buyurgan bir lider değil, hizmetkâr bir kuldur. Mescid-i Nebi’nin
yapımında kerpiç taşıması, Hendek savaşında çukur kazması, ashabına su
dağıtması ve gelen elçilerin “Hanginiz Muhammed” diye sorması bunun delillerindendir.
Hz. Peygamberin beşer dışında –Allah’tan vahiy alması hariç- insanüstü özelliliği
yoktur. “De ki: "Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım.
İlahınızın bir tek İlah olduğu vahyolundu bana.” (Kehf, 110; ayrıca İsra, 93;
Fussilet,6). Peygamberler, getirdikleri mesajlarla insanların
yeryüzü sahnesinde maddi ve manevi yükselişlerinde öncülük görevlerini
yüklenmişlerdir. İnsanlık tarihinde peygamberler, toplumlarının iki ayağı yere
sağlamca basan medeniyet oluşturmaları için yoğun bir mücadele vermişlerdir.
Peygamberler, insanlığın medeniyet rehberi olmuşlardır. Yeryüzünde, insanın
bütün yönlerini hesaba katan, onun hiçbir yönünü gözardı etmeyen, bütün medeni
adımlar, peygamberlerin getirmiş olduğu mesajlar doğrultusunda atılabilmiştir.[17]
5. Kelime-i şehadet medeniyeti, Allah
ile uyutan değil, Allah ile uyaran bir medeniyettir.
Hz.
Peygamberin (as) çok kısa bir süre sonra, Hz. Osman (ra) zamanında menfaat
çevrelerince tohumları atılan Allah/dinle aldatma Muaviye ile meyveye durdu.
Allah ile kandıranlar her devirde adlarını değiştirerek tekrar tekrar iktidar
oldular. Bu dudum halen de devam etmektedir. Bu zihniyetin şekillendirdiği
ekollerde bu zihniyeti besledi ve beslemeye de devam ediyor. Müslümanlar modern
dünyanın politik ve ideolojik sloganlarıyla sürekli sindiriliyor ve
sürüleştiriliyor. Demokrasinin - çoğunluğun azınlığa tahakküm ettiği batı
kaynaklı zihniyet ne zamandan beri kurtuluş reçetesi olmuşsa- en güzel rejim olduğu,
laikliğin gökler çıkartılması bunlardandır. Müslüman halkların ideal, insani, ahlaki ve
adil yönetim ve yönetici arayışları küresel güçleri harekete geçirmiştir. Yerel
inanışları iktidara getirerek halkın en çok dile getirdikleri taleplerinden bir
kaçını da güya icraata sokunca, Müslümanlar sesleri şekerle kesilen çocuklara
döndürüldüler. Artık müslüman ülkelerdeki ikitidardakiler de Müslümanlardan
olunca kulaklarının üstüne tekrar yatmaya başladılar. Küresel güçler fecri
kazibi fecri sadık gibi Müslümanlara yutturuyorlar. Arap kışını arap baharı diye
dünya kamuoyuna özellikle de Müslümanlara zehirli şekerlemeler şeklinde takdim
ediyorlar.
İslam’ın
resmi ideolojilerin insafına terk edildiği ülkelerde ne tevhit inancı asli
kimliğiyle ortaya çıkmakta ne de şirk inancı asli kimliğiyle boy
gösterebilmektedir. Allah’ın dinin kaldırıldığı bir dünyada, yine kendisini bu
dine nispet etmekte kimi yaralar uman değişik din anlayışları ortaya
çıkarılmıştır. Resmi ideolojilerin buyruğu altında faaliyete konulmuş resmi
dini öğretilerin etkinlikleri bir takım özel günler hasredilmiştir. Dinin bir yüzü,
doğum, evlenme ve ölüm merasimlerinde, bir diğer yüzü dini ve ulusal kutlama
günlerinde birkaç dakika süresince görünebilmektedir. Bugün, üzerinde
Müslümanların yaşadığı ülkelerin birçoğunda İslam tanınamayacak şekilde kimlik
değiştirmiştir.[18] Medeniyetlerde mükemmellik ölçüsü, insanın
önü alınamaz istek ve arzularının esiri olmaktan kurtulup, aklını iman nuruyla
aydınlatması ve böylece, Allah’ın emir ve yasaklarına tabi olarak iyiliğe
yönelmesi ve kötülüklerden uzak durmasıdır.
CIA’nın
eski Ortadoğu sorumlusu Fuller’in söyledikleri İslam ülkelerinde Allah adına
uyutma işlemi nasıl işliyor ipuçları veriyor: Günümüz dünyasında Amerika için
bu tampon çıkartmasının adı, Müslüman dünyasındaki sorunlarımızın pek çoğunun
kaynağı olan “İslam”dır. Geçmişte anarşistlerle, Nazilerle, faşistlerle ve
komünistlerle savaştık, şimdi sıra “radikal İslam”da… Aslında pek çok bakımdan
“Müslüman dünyası” diye bir şey yoktur; aksine, çok sayıda Müslüman dünyası,
sayısız Müslüman ülkesi ve farklı Müslümanlıklar vardır…[19] Din,
siyasi güçlerle ilişki içerisine girdiğinde ne yazık ki ruhunu, yani manevi
boyutunu kaybeder… Dinin hiç Olmadığı kadar güçlü, hatta tehlikeli biçimde
“gücü yeniden ele alması” Batı dünyasında pek çok kişinin uykularını
kaçırmaktadır.[20] İslami
(yerel) radikalizmin üstesinden gelinmesine ilişkin yalnızca (yerel)
Müslümanlar çözümler bulabileceklerdir… İslam’ın kökleri ve vizyonu derin ve
engindir; bölgede iktidar, petrol ve askeri üsler için birbirleriyle yarışan
acımasız uluslar arası jeopolitik güçler tarafından engellenmediği takdirde
İslam’da fikri bir Rönesans yaşanması mümkündür… [21] Bugünkü
bölünmüş ve parçalanmışlığımız arkasında İslam ülkelerindeki siyasi erklerin
ABD ile ortak çalışmaları yatmaktadır. ABD İslam’dan rahatsızsa ve ümmet
paramparça ise; bu rakibini/düşmanını böl-parçala-yut taktiğinin başarıyla
uygulandığını gösterir. Bu neticeden nedene gidilerek yapılan bir çıkarımdır.
Allah ile uyutma/aldatmanın şeytanın mesleği olduğunu Kur’an söylüyor: Siz ey insanlar! İyi bilin ki Allah’ın vaadi
gerçekleşecektir! Şu halde dünya hayat sizi asla ayartmasın! Dahası aldatıcının
hiçbir türü sizi Allah (hakkındaki asılsız düşünceler) ile aldatmasın! (Fatır,
5). İnsan, kutsallar kullanılarak aldatılmaya açık bir varlıktır. İşte
burada devreye dinin afyon gibi kullanılması girmektedir. Dinin afyon gibi
kullanılması İdris kılıklı iblisler aracılığıyla gerçekleşmektedir.
6. Kelime-i şehadet medeniyeti,
iyileri ilahlaştırmayı reddeder.
Cahiliye
insanı sadece melek ve cinleri temsil eden putlara tapmıyorlar, aynı zamanda
geçmiş zamanda ölüp gitmiş velilere de tapıyorlardı. Mesela Nuh Suresi’nde
anılan beş put, geçmiş zamanlarda yaşamış beş veli idi.[22]
Nûh, "Ey
Rabbim!" diye ekledi, "Onlar bana (tamamen) karşı çıktılar, zaten
onlar serveti ve çocukları yüzünden hızla yok olmaya doğru giden kimselere
uyarlar,
ve (Sana karşı) en korkunç tuzakları kuranlara, çünkü onlar (kendilerine uyanlara): 'Tanrılarınızı hiçbir zaman terk
etmeyin: ne Vedd ne Suvâ', ne Yeğûs, ne Ye'ûk ve ne de Nesr'i terk etmeyin!'
demişlerdi.(Nuh, 21-23).
Önceleri Nuh Kamine ait olan bu putlar,
sonradan arapların putları haline geldi. Vedd,
Kelb kabilesinin Dummetu’l –Cendel’deki putuydu. Suva’, Huzeyl’in putuydu. Yeğus, önce Murad kabilesinin putuydu,
daha sonra sebe ile birlikte Cevf’te yer alan Beni Ğatif’in putu oldu. Ye’uk, Hemedan’ın putuydu. Nesr’e gelince; o da Zi’l-Kela soyundan
gelen Himyerlilerin putuydu. Bunlar, Nuh kavmine mensup salih insanların
isimleriydi. Onlar öldükleri zaman, şeytan onların toplumuna, onların
hayattayken oturdukları mekânları kutsal adak yeri edinmelerini öğütledi. Her
birinin adını o kutsal adak yerlerine verdiler. Önceleri bunu yapıyorlardı,
tapınılmıyordu. Ta ki, o nesillerde geçip gitti, makamlar hakkındaki gerçek
bilgi unutuldu, sonraki nesiller tarafından ibadet edilmeye başlandı. (Buhari,
Tefsir, 1873).
Haberdeki bazı kapalı noktaları aydınlatan bir
rivayeti Taberi’nin tefsirinde buluyoruz: “Bu isimler âdemoğullarından salih
bir topluluktu. Onların izini takip eden bağlıları vardı. Bu salih zatlar
ölünce, onların bağlıları şöyle dediler: “Keşke onların suretlerini yapsak;
onları hatırladığımız zaman, daha bir şevkle ibadet yaparız.” Ve başladılar
suretlerini yapmaya. Onlar öldüler, yeni gelen nesiller onların izinden gitti.
İblis onları “eski nesiller onlara tapıyorlar, onların yüzü suyu hürmetine
yağmur yağıyordu” düşüncesini fitleyerek ayarttı. Bu kez onlarda tapmaya
başladılar. (Üç Muhammed, 76-78). Rivayetler, bu putların bir zamanlar salih
birer insan olduklarını gösteriyor. Bu salih insanlar, kendilerini sevenler
tarafından aşama aşama yüceltilerek sonunda “tanrılık” mertebesine
çıkarılacaklarını elbette bilemezlerdi. Fakat onların takipçileri, sevgilerini
tabi oldukları salih üstadlarını üreterek
değil tüketerek ifade etme yolunu seçtiler.[23]
Gelelim
yaşadığımız zamana. Sanki bir tekrar gibi değil mi? Türbe ziyaretlerinde
sergilenen (ibadet)leri nereye koyacağız. Bunları bu medeniyetle nasıl
bağdaştıracağız. İman kurtardığına inanılan, gaybı bilen, evlat ve iş bulan, kısmet
açan, öldükten sonra da dünyadaki tasarrufları devam eden yarı tanrı şeyh ve
evliya inançlarını hangi kefeye koyacağız. Şirk kokan nice ilahi ve kasideyi bu
medeniyetten mi sayacağız. Ya o ilk sade mescitlere benzemeyen, şov yerine
dönüştürülmüş fonksiyonunu yitirmiş mescitler… Bunlar medeniyetin bünyesine
girmiş kanser hücreleridir. Bunlara tevhit neşteriyle müdahale lazımdır. Yoksa
İseviliğin başına gelen İslam’ın da başına gelebilir. Kökü tevhit olan bir
medeniyetin, gövdesi hurafe, meyvesi şirk nasıl olabiliyor? Kimi tarikatlar ve onların esasında yatan
tasavvuf felsefesi, İslam’ın bir nevi Hıristiyanlaşması, Hz. Muhammed’den Hz.
İsa’ya doğru gerilemesi, olarak vasıflandırabileceğimiz bu sapmanın en karakteristik
şeklidir.[24]
7. Kelime-i şehadet medeniyeti insanlık
için değer üreten bir medeniyettir.
İslâm
medeniyeti değerler, erdemler medeniyetidir.
Bunlar: Tevhit, adalet, infak, hürriyet merhamet, aile, sevgi, saygı, can-mal-nesil-namus
güvenliği, istişare, çalışma, üretme, affedicilik, sabır, tevekkül, , barış,
edep, hayâ, , doğruluk, ehliyet, adalet, eşitlik, tevazu, hoşgörü…
Müslümanların medeniyet tecrübesiyle ortaya çıkardığı ilimler, sanatlar,
kurumlar, Müslümanlar için olduğu gibi bütün insanlık için de kalıcı değerleri
beraberinde getirmiştir. İslâm’ın sunduğu insani değerler, insanlığı kuşatan,
çağdan çağa, ülkeden ülkeye değişmeyen evrensel değerlerdir. Bu açıdan İslâm
medeniyetinin, insanlığın yaşadığı büyük ahlâki, sosyal ve ekonomik problemlere
karşı önerdiği değerleri mevcuttur. Onun sunduğu değerler; din, felsefe, bilim,
sanat vs. yön verecek ilke, düşünce ve esaslara sahiptir.
Batı Reform, Rönesans ve
aydınlanma dönemlerinde oluşturulan bilgi birikimi doğrultusunda bilimsel ve
teknolojik gelişmelere hız verdi. Bu gelişmeleri, dünyayı iyi okuyarak bir güce
dönüştürdü. Artık dünya halklarının kullandığı ve kullanmasına inandırdığı her
şeyi batı üretiyor. Fakat bundan önce kendi
değerleri(!) dışındaki değerleri yavaş yavaş silmeye başladı. Batının atı alıp Üsküdar’ı
geçtiğinde Müslüman dünyası atalara sadık kalmak iddiasıyla geçmişin tekrarıyla
meşguldü. Garaudy şöyle der: Hiçbir
zaman unutulmamalıdır ki, ataların ocağına sadık kalmak demek, onların
küllerini muhafaza etmek değil, aksine alevini aktarmak demektir.[25]
Batı İslam medeniyetini budamıştır. Malumdur ki budanan ağaç daha gür dallar
çıkarır, yeter ki biz kökü canlı tutmayı başaralım. Gücü ahlaktan yoksun her
medeniyet bir gün mutlaka değer krizine girer.
Dr. M. Fuat Sezgin, İslam
medeniyetindeki donukluğa şöyle işaret eder: İslâm medeniyetindeki donukluğu
genel bir tahlile tabi tuttuğumuzda bunu tarihte her milletin başına gelen
tarihî vakıa olarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Bu medeniyete mensup
olanlara ve mazilerine uygun olarak gelecekte yer elde etmek isteyenlere düşen
görev, çeşitli aşamalarda oluşan donuklaşmanın gerçek sebeplerine ulaşmaları,
devralınan müesseselerin olgusal tahlilini yapmaları, taklide kaçmadan dopdolu
beşerî kültürden doğru olanı almaya cesaret etmeleridir. Bu, kendi kendine
olmayacak çok zor bir iştir, sadece gerçek aydına ve yüksek seviyeli ilim adamlarına
bağımlıdır. İslâm toplumunun bu tür aydın ve ilim adamlarının oluşmasını
düşünmesi için büyük eksiğini görme vakti gelmiştir. Bundan sonra, topluma
karşı yüce, asil hedefinin gerçekleştirilebilmesi için çağdaş Müslüman aydının
görevi başlamaktadır. Bu sorumlu aydının, alışılan durum haline gelen maddiyat,
bencillik, rehavet durumlarına karşı kendini feda etmesi gerekir. Derin, geniş
ilmî kalkınmayı hazırlaması için gerçek zarurî zühdden nasibini unutmamalıdır.[26]
Kelime-i şehadet medeniyetinin tekrar
yeşermesi için, önce bir direniş teolojisinin kurgulanmasına ihtiyaç vardır.
Bunun yolu da nerede hata yaptığımızı, nerede düştüğümüzü tespitten
geçmektedir. İlhami GÜLER ve Ali ŞERİATİ nerede düştüğümüze dair bakın ne
söylüyorlar: Kur’an baştan sona kadar önce anlamayı gerçekleştirerek inanmayı
talep eden bir çağrı iken; klasik İslami düşünce, Kur’an’ı önce inanılacak,
sonra anlaşılacak bir inanç nesnesine dönüştürerek Kur’an’ın yaptığını tersine
çevirdi.[27] Anlamak; insanlığın, özelde de Müslümanların
ezeli bir sorunudur.
Metafizik inançlar aracılığı ile tanrı
ve tanrılara inanç, ahiret hayatına inanç, mukaddesata inanç, gaybi güçlere inanç
aracılığı ile statükoyu meşru göstermek ve ona gerekçe hazırlamak bu şirk dinin
amacıdır. Bu din gerçek din adına şunu yapar: Halk olup bitenin, toplumsal
durumun zorunlu olduğuna, bunun ilahi irade gereği olduğuna inanmalıdır. Bu
yazgıdır, takdirdir. Bugün çoğunlukla
kaza ve kaderden anladığımız da Muaviye’nin düzüp koştuğu bir yadiğardır.[28] Muaviyenin
miras bıraktığı yanlış kader anlayışı ümmetin aklına vurulmuş bir pranga
olmuştur. Akıl aktif olmayınca körelir. İmamı Cafer, “Akıl insanın içindeki
peygamber, peygamber insanın dışındaki akıldır.” der. Aklı doğru yola koymadan
toplumu doğru yola koymak imkânsızdır.
Şeriati’ninde dikkat çektiği gibi
iktidarların dini bir afyon gibi kullanmalarının önüne geçmek gerekiyor. Önce
din/dini düşünce hürriyetine kavuşturulmalıdır. Medeniyetler toplumların
ürünleridir. Toplum ya da toplumlar yoksa medeniyet de yok demektir. Bu gerçeğe vahyin koyduğu
toplumsal/tarihi yasa da dikkat çekiyor:
“Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden
Allah onların durumunu değiştirmez...” (Ra’d, 11). Toplumu
şahsiyet olmuş bireyler, medeniyeti ümmet olmuş toplumlar inşa eder. Kelime-i
şehadet medeniyeti, ümmetin tevhit ve
adalet harcıyla inşa ettiği “bünyan-ı mersus” [29] tur.
Özetle:
İslam medeniyetinin özünün İslam,
İslam’ın özünün tevhid, tevhidin özünün de Allah’ın birliği, Allah’ı tek
mutlak, Yüce, Yaratıcı, her şeyin Sahibi ve Yöneticisi kabul etmek der, Faruki.[30] İslam Medeniyeti,
insan ve toplumlar gibi canlı bir süreçtir. Dolayısıyla, medeniyetin tezahürü
olan; düşünce, ahlak, hukuk, sanat, bilim ve inanç insan canlı olduğu sürece
yaşarlar. Dün olduğu gibi bugün de insanlık medeniyetlerini inşa edip toplumsal
problemlerine çözümler bulmak zorundadır. Medeniyetin, insan eliyle ve
iradesiyle şekillendiği bir gerçektir. Sosyal değişim; insanüstü öğelerin veya
rastlantıların sonunda değil, birey ve toplumun bilinçli tercih ve eylemleriyle
gerçekleşir. Toplumların kendi kaderlerini belirleme konusunda, hiçbir mazeretleri
yoktur. Çünkü “İnsan için kendi emek ve
gayretinin karşılığından başka hiçbir şey yoktur”(Necm, 39). Medeniyetler
oluşturan bir medeniyetin dinamiklerini işletmek Müslümanların ellerindedir.
Kelime-i
şehadet medeniyeti; tek Allah inancına davet etmesi sebebiyle diğer
medeniyetlerden ayrı, barışın asıl savaşın ise arızî olduğu, ne bireyi inkar
eden sosyalist ne de onu tanrılaştıran kapitalist, anti emperyalist, vakıf ve
hukukla yücelmiş, diğer medeniyetlerden değer üzerinden alış veriş yapan
terkipçi, vahiy-akıl-duygunun ahenkli ve uyumlu olduğu,
temayül ve hedeflerinde insanî ve evrensel bir medeniyettir.
Batı
medeniyeti büyük bir krizin eşiğindedir. Bu gerçeklik, meseleye çok geniş bir
açıdan bakılmadığında anlaşılamaz.
İslam/Müslümanlar medeniyetiyle sürekli uğraşması; düşen birinin bir
şeye tutunmasına benziyor. Ayakta kalmasını onun üzerinden sağlamaya çalışıyor.
Büyük Ortadoğu Projesi de son sendelemelerinden birisidir. Einstein der ki: Medeniyetimiz
artık prensiplerinin iflas halinde olduğunu biliyor ve bunun için kendi
kendinde şüphe ediyor. Fakat hiçbir medeniyetin bit şüphe kriziyle birdenbire
ölmesi mümkün değildir. Bilakis, bana öyle geliyor ki medeniyetler inançlarının
katılaşmasından ve damar sertliğine uğramasından ölmüşlerdir. Bütün bunlar da
gösterir ki şimdiye kadar medeniyetimizin daha doğrusu, Batılılar’ın tebcil
ettikleri medeniyet şekli kurumuş ve tükenmiştir.[31]
Meseleye objektif bakan Lewis Brown da şöyle der: Müslümanlık, Asya, Afrika ve Avrupa’yı
medenileştiren kuvvetlerin en tesirlisi idi. Allah’ın ideal birliğini ve
insanlığın birlik ve beraberliğini tanıtmak, Müslümanlığın bütün insanlığa en
büyük hediyesidir.[32]
İslam, daha ilk
yüzyılı içinde iken, Atlantik Okyanus’undan Çin’e kadar dünyayı ele geçirdi.
Bunu bir yandan, mülkiyeti “kullanma ve aldatma hakkı” esasına dayandıran Roma
anlayışını yıkan ve zenginliğin toplumun bir kesiminde fakirliğin ise diğer bir
kesimde toplanmasını engelleyen sosyal bir devrim ile, diğer yandan da katılaşmış Bizans ve İran
imparatorlukların tekellerini ve softalıklarını silip süpüren ruhani bir devrim
ile yaptı. Bu bir askeri fetih değildi. Bütün büyük kültürlere açılış ve kucak
açış, önceki bütün peygamberleri ve yaşayan ruhanilikleri tanıyıştı.[33] Kelime-i
şehadet medeniyetinin 7-12 asırlardaki zirve dönemlerine tekrar ulaşması,
Kur’an’ın ölü metin mantığıyla okunması terk edilerek; Kur’an refakatinde
tenkitçi aklın içtihatla önünün açılması, sosyal adaletin inşası, ‘hadis ve
sünnete Hz. Peygamberin Kur’an okumaları’ olarak bakarak, derin Ku’rani bakışın yeniden şekilciliğin önüne geçmesiyle mümkündür. Unutmayalım ki, “bir neslin
kaderini, bir evvelki nesil tayin eder. Tolstoy.” Şu anki misyonumuz, aklı,
şahsiyeti toplumu ve hayatı Kur’an’ın gölgesinde yeniden inşa etmektir ve bu
insanın yeryüzü halifeliğinin diğer adıdır. Kur’an, değişmez ilkeleri ve
ölçüleriyle değişen bütün zamanlarda bir medeniyet projesidir.
[1]
Ali ŞERATİ, Medeniyet Tarihi, I/1-3
[2]
A’raf, 162, 165; Yunus, 13; Hud, 101
[3]
Hasan EKER, Şehadet Bilinci, 117-118
[4]
Müfredat; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları; Mevdudi, Dört Terim
[5]
Ali ÜNLÜ, Vecizeler,Öğütler Parolalar, 260
[6]
Roger GARAUDY, İslam Ve İnsanlığın Geleceği, 163-164
[7]
Bakara, 30
[8]
Atasoy MÜFTÜOĞLU, Furkan Günleri, 26
[9]
Said NURSİ, (RNK) Sözler, 183
[10]
Fethullah GÜLEN, Ölçü ve Yoldaki Işıklar, 44
[11]
Mevdudi, Tefhim-ul Kur’an, III/222
[12]
R. İhsan ELİAÇIK, Bana Dinden Bahset, 203-231
[13]
Atasoy MÜFTÜOĞLU, Furkan Günleri, 27
[14]
Mehmet AZİMLİ, Siyeri Farklı Okumak, 9
[15]
Ayrıca bakınız: Enbiya,7-8; Furkan,20; Ra’d,38; En’am,17, 50; Yunus 49;
A’raf,188
[16]
Mustafa İSLAMOĞLU, Kur’ani Hayat Yazıları, 131
[17]
Erdoğan PAZARBAŞI, Kur’an ve Mediyet
(Doğuşu-Gelişimi-Çöküşü), 145
[18]
Atasoy MÜFTÜOĞLU, Furkan Günleri, 106
[19]
Graham E. FULLER, İslamsız Dünya, 14
[20]
Graham E. FULLER, İslamsız Dünya, 23
[21]
Graham E. FULLER, İslamsız Dünya, 324-325
[22]
Mustafa İSLAMOĞLU, Kur’an’a Göre Esma-i Hüsna, 391
[23]
Mustafa İSLAMOĞLU, Kur’an’a Göre Esma-i Hüsna, 392
[24]
Ali İZZETBEGOVİÇ, Doğu ve Batı Arasınad İslam, 281
[25]
Roger GARAUDY, İslam ve İnsanlığın Geleceği, 166
[26]
Dr. M. Fuat Sezgin, İSLÂM
MEDENİYETİNİN DONUKLAŞMASININ SEBEPLERİ MESELESİ, Çorum İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 2002/2
[27]
İlhami GÜLER, İlhamiyyat, (Dini Teolojik Aforizmalar), 166
[28]
Ali
ŞERİATİ, Dine Karşı Din, 34
[29]
Saf Suresi, 4. ayet
[30]
İsmail R. Faruki, Tevhid, 27
[31]
Ali ÜNLÜ, Vecizeler, Öğütler Parolalar, 57
[32]
Ali ÜNLÜ, Vecizeler, Öğütler Parolalar, 260
[33]
Roger GARAUDY, Entegrizm Kültürel İntihar, 100-101
Yorumlar
Yorum Gönder