BUGÜNE NASIL GELDİK?

 

BUGÜNE NASIL GELDİK?

“İnsanın önünden ve arkasından izleyenleri vardır, onu Allah'ın emriyle korumaktadırlar. Allah kendi nefis (:öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiçbir (biçimde imkân) yoktur. Onlar için O'ndan başka bir veli yoktur.” (Ra’d 13/11)

 

Dört halife devrinin ikinci yarısını teşkil eden Hz. Osman ve Hz. Ali dönemi hadiselerini incelemek ve izah etmek, ilim adamlarının en fazla zorlandıkları konulardandır. Zira bu hadiselerde adı geçenlerin pek çoğu, sıradan şahıslar değil, Hz. Peygamber’in sahabesidirler. İslâmî tebliğin ilk muhatapları olmaları sebebiyle onlar hakkında serbest yorum ve değerlendirmeler yapmak da kolay değildir. Dört halife döneminin ardından ortaya çıkmaya başlayan bazı siyasî-itikadî fırkalar, bu döneme ait olaylar hakkında kendi görüşlerini desteklemek için bir takım rivayetler uydurmak suretiyle olayları tahrif edip tam bir rivayet kargaşasına sebep olmuşlardır. Bütün bunların sonucunda Hâricîlik, Şia ve Mutezile gibi bazı fırkalar, ilk dönem olaylarında zikri geçen bazı sahabelere dil uzatmışlar, onları fâsıklık, hatta kâfirlikle itham aşırılıkları sergilemişlerdir. Buna karşılık bazı şahıs ve gruplar da, adı geçen fırkalara tepki duymaları sebebiyle sahabe toplumunun fertlerini kutsallık mertebesine taşıyarak onları hatasız insanlar olarak görmeye ve göstermeye çalışmışlar.  Bazıları da akıl sınırlarını zorlayan teviller yapmak veya mevhum sorumlular icat etmek suretiyle meydana gelen hadiselerden onları uzak tutma gayreti içinde olmuşlardır. Bu olumsuz şartlar sebebiyle Müslümanların tarihinin bu döneminin anlaşılması ve sağlıklı bir şekilde izahı güçleşmiştir.

Hz. Osman döneminde gerçekleşen fetih hareketlerinden ve İslâm’ın yayılış faaliyetlerinden bahsederken, üçüncü halîfenin son beş yılında meydana gelen dahilî problemler ve bunların sebepleri hakkında susmak, hadiselere açıklama getirmemek ilmî bir yaklaşım olmaz. Bütün tarihi süreçlerin hiç bir ön yargı taşımadan, samimi gayretle açıklanmaya ihtiyacı vardır. Şayet bu yapılmaz, olayların bir kısmı gündeme getirilir, hoşa gitmeyen kısımlar olmamış gibi kabul edilirse, bu tavır Müslümanların kendilerini kandırmasından ibarettir. Müslüman ilim adamları bu durumları gizleseler de insanlar Müslümanların tarihinin bu karmaşık dönemini müsteşriklerden öğrenmeye devam edeceklerdir.

İlk dönem siyasî tarihini incelenirken övgü ve yergi gibi aşırı uçlara yönelmeden, onların “insan” oldukları unutmadan hareket etmek gerekmektedir.  Bazı fırkaların yaptıkları gibi, olaylarda adı geçenlerin kâfir, müşrik, fâsık olarak nitelenmesi, bunların davranışlarına içtihat olarak bakılması yerine, olaylara her yönden makul, mantıklı ve tutarlı açıklamalar getirmek hedeflenmelidir.  Olaylara şahıs merkezli değil, sebep sonuç merkezli bakılmalıdır.

Tarihçiler, Hz. Osman döneminde ortaya çıkan problemin (fitne) sebebi olarak Hz. Osman’ın ve yöneticilerinin uygulamalarını göstermeye meyillidirler. Halîfe’nin tenkidine temel teşkil eden konular ise yönetim kademelerine Benî Ümeyye’yi getirmesi, Müslümanların Beytülmal’inden akrabalarını zenginleştirmesi, Kur’ân nüshalarının çoğaltılması uygulamasının ardından resmî Mushaf dışında olan mushafları yaktırması, Hz. Ömer’e düzenlenen suikastın azmettiricisi olduğu iddiasıyla öldürülen Hürmüzân’ın katili Ubeydullah b. Ömer’e kısas uygulamaması, Hz. Peygamber’in (sav) yüzüğünü Erîs kuyusuna düşürmesi, Ebû Zer gibi bazı sahâbilerin nasihatlerini dinlemeyip, onları sürgüne göndermesi şeklinde sıralanmıştır.[1]

Hz. Osman dönemi için zikredilen sebeplerden bazıları önemli olmakla beraber, bunlar fitne hadiseleri için temel faktör olmamalıdır. Dolayısıyla bu dönemde meydana gelen hadiseleri sadece zikredilenlere dayandırarak açıklamak doğru olmaz. Zira bu ve benzeri problemlerin daha derinlere ulaşan, daha girift sebeplerinin olması gerekir. Hz. Osman dönemindeki dahilî problemlerin asıl sebebi, o süreçte meydana gelen ictimaî, siyasî ve iktisadî değişimler ile bu değişimin gerek fertlerde, gerekse toplumda meydana getirdiği farklı nitelik ve boyuttaki yansımalarıdır.

Hz. Osman döneminde Hz. Peygamber’in (sav) terbiyesi altında yetişmiş olan sahâbenin azalması ve bu eğitimden mahrum kalanların cemiyette ekseriyete sahip hale gelmeleri de ortaya çıkan karışıklıklarda belli ölçüde rol oynadı. Halbuki, ilk iki halîfe zamanında ashâb neslinin çoğunlukta olması, peygamberî terbiye almış olanların sözünün geçmesi sebebiyle birlik, beraberlik, paylaşım ve fedakârlık özellikleri etkisini sürdürüyordu. Buna karşılık Hz. Osman döneminde durum değişmeye başlamış, kısacası toplumdaki insan kalitesinin düşüşü hızlanmıştır. Bu yapı değişimi ise diğer değişim faktörlerinin de tesiriyle toplumdaki sosyal ilişkileri etkileyen, hatta belirleyen bir konuma gelmiştir.[2] 

Hz. Osman döneminde ortaya çıkan kabilecilik düşüncesinin, sosyal ve siyasal hayatta yeniden etkin hale gelmesidir. Hz. Peygamber’in  kabileler üstü kimliği, ondan sonra gelen halîfelerin gayretleri ve toplumun da bu konuda hassasiyet taşıyan fertlerden meydana gelmiş olması gibi amiller, asabiyetin gücünün belli ölçüde kontrol altına tutmuştur. Hz. Osman döneminde toplum yapısı ve insanların siyaset algısının kabi­lecilik etkisine kaymasıyla kabilecilik yeniden siyaseti belir­leme gücünü eline geçirmiş oldu. Bu durum Hz. Osman’ın halîfe seçil­mesiyle Emevî-Hâşimî rekabetinin canlanmış, bedevî Arapların Kureyş idaresine karşı ta­vır almaları baş göstermiştir. Başlangıcı geçmişe dayanan Emevî-Hâşimî mücadelesi Hz. Peygamber döneminde yaşama imkânı bulamamıştı. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in asabiyet konusundaki hassasiyetleri sebebiyle Emevî-Hâşimî rekabeti sosyal hayatta tesirli olamamıştır. Hz. Osmanın halife seçilmesiyle idareye karşı oluşan muhalif gruplar Hâşimoğulları’nı kendileri için muhalefet merkezi olarak görmeye başlamışlardır. Zamanla yönetimden memnun olmayan diğer kabileler de Benî Hâşim’in yanında saf tutunca muhalefet güçlenmiştir. Bu gelişmeler sunucunda İslâm toplumunda Emevîleri destekleyenler ve Hâşimoğulları’nı destekleyenler şeklinde ikili siyasî blok meydana gelmiştir. 

Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra halîfelik makamına gelen Hz. Ali, büyük bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya kalmıştır. Önceki idarenin bütün mensuplarının yanı sıra, gerek Muhâcir, gerekse Ensâr’dan bazı ileri gelen Müslümanlar ona biat etmemişlerdir. Ardından Hz. Âişe başta olmak üzere Hz. Talha ve Hz. Zübeyr Mekke’de ona karşı harekete geçmişlerdir. Muaviye ise halîfeyi tanımadığını ilân ederek Şam halkını yönetim aleyhine organize etmeye başlamıştır. Bu gelişmeler üzerine Hz. Ali, Basra’da toplanan muhaliflere karşı harekete geçmiştir. Burada gerçekleşen Cemel savaşı Hz. Ali ordusu tarafından kazanılmışsa da, bu sonuç Kûfeliler ile Basralılar arasındaki rekabetin düşmanlığa dönüşmesine yol açmıştır. Hz. Ali, Cemel’de birbirine karşı savaşan insanlardan meydana getirdiği ordusuyla Şamlılar üzerine hareket etmiştir. Iraklılarla Şamlıları karşı karşıya getiren Sıffin savaşı, kesin bir neticeye varılamadan tahkim anlaşmasıyla kesilmiştir. Tahkim kararı Hz. Ali ordusundaki anlaşmazlıkları artırmış, neticede Hâricîler adını alacak topluluk Irak birliğinden ayrılarak müstakil hareket etmeye başlamışlar, dolayısıyla halîfenin gücünün azalmasına yol açmışlardır.

Hz. Ali tahkimden sonra kendi taraftarları arasında isyancı gruplarla meşgul olmuş Şamlılarla ilgili bir önlem alamamıştır. Bu esnada gerçekleşen hakem olayı, Müslümanlar arasındaki yönetim problemini çözmek yerine daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Hz. Ali anlaşmaya aykırı davrandıklarından Şam üzerine yeni bir sefer düzenledi. Irak’taki Hâricîlerin şiddete dönüşen faaliyetlerini bastırmak için Nehrevan’a yürümüş ve bu savaşta Hâricîlerin pek çoğunu öldürmüştür. İyice yalnızlaştığı ve ümitsiz hale geldiği bir zamanda Hâricîlerin gerçekleştirdikleri bir suikastla Hz. Ali şehit edilmiştir.

Kûfeliler tarafından halîfeliğe getirilen Hz. Hasan, Muaviye’ye karşı harekata geçmiş, emri altındaki askerlerden bir kısmının da kendisine karşı isyan ettiğini görünce, Muaviye ile barış antlaşması imzalamaya ve halîfeliği ona devretmeye karar vermiştir. Muaviye’nin halîfe olmasıyla birlikte dört halife sona ermiş, Emevîler adını alacak devir başlamıştır. Halîfe olarak halktan biat alan Muaviye, oğlu Yezîd’i veliaht olarak tayin etmek suretiyle hilâfeti saltanat sistemine dönüştürmüştür.

Müslüman toplumun fikren hastalanmaya başladığı fitneler döneminde (Hz. Osman, Hz. Ali dönemindeki olaylar) bir çok yabancı unsur İslam toplumuna dahil oldu.  İslam’a yeni girmiş İslam’ı tam olarak bilmeyen art niyetli kişiler akait ile ilgili şüphe uyandıran soruların bütün toluma yayılmasına yol açtılar. Kader, insan iradesi, büyük günah işleyenin durumu, Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı konuları ilk tartışılan konulardır. Basra ve Kufe her türlü düşünce her türlü düşünce, inanç ve karakterde insanın oluşturduğu mozaik yapılaşmanın olduğu yerlerdir. Kader ve Kur’an’ın tartışma konusu haline getirilmesi İslam’a yeni girmiş Hıristiyanlara dayanmaktadır.

Sahabeler karşılaştıkları soru ve sorunlara cevap verme hususunda Kur’an ve Hz. Peygamberin söz ve uygulamalarını merkeze alarak hareket ederlerdi. Kur’an ve Hz. Peygamberin sözleriyle uyum içinde olmayan fikirlere iltifat etmezlerdi.

Sonraki dönemlerde İslam’dan intikam alma hevesinde olanlar tartışma konularını gündeme getirdiler. Felsefe kültüründen gelmeleri dolayısıyla soru üretmede hiç zorlanmadılar. Tabiun döneminde Müslüman âlimlerden bu konulara hakim ve yetkin olanlar kitaplar yazdılar. Hasan-ı Basri ve Katade bu âlimlerdendir. Bu kitapların konusu İslam dışı unsurların fikri etkilerini silme amacı taşır.

Ayet ve hadisler Müslümanlar için delil özelliği taşımaktadır. İnanmayanlar için bu söz konusu değildir. İnanmayanları kendi silahlarıyla (felsefe) vurmak için, müslümanlar felsefe öğrenmeye başlar.  Sonradan gelenler felsefeyi araç olmaktan çıkarıp amaç haline getirerek kendilerini felsefeye kaptırmışlardır. Zamanla felsefi bakış açısıyla vahyi yorumlamaya gidilmiştir. Felsefenin inançta bakış açısı olmasında Mutezilenin rolü büyük olmuştur. Daha sonra tartışma konularını cevher-araz, kemmiyet-keyfiyet,  birlik-çokluk oluşturmuştur. Felsefi tecrübelerin artması yeni oluşumlara zemin hazırlamıştır. Taftazani’ni deyimiye kelam felsefeyle özdeşleşmiştir. 11. Yüzyılda artık her fırka kendine ait akaid kitapları yazmaya başlamıştır. Kur’an’da akideye dair açıklamalar yokmuş gibi zamanla halk bu kitaplara yönelmiş Kur’an’ı işlevsiz (25/30) bırakmıştır. Dolayısıyla hidayetin kaynağı Kur’an değil, akaid kitapları olmuştur. 

Hz. Peygamber’in vefatından sonra tedrici bir şekilde Müslümanlar büyüklü küçüklü farklı fırkalara ve gruplara ayrılarak, her biri kendi kurallarına sarılarak Kur’an’dan uzaklaştı. Kur’an’la hayatlar inşa edilmesi gerekirken, hurafelerle beslenen, bir ‘dini hayat’ ortaya çıktı. İnsanlar için hayat kitabı olarak gönderilen Kur’an, ölülerin kurtarıcısı durumuna getirildi. Böylece Müslümanlarda ciddi bir eksen kayması meydana geldi.

Muhammed Ebu Zehra mezhepler tarihi isimli eserinde imam-ı Azam Ebu Hanife döneminden bahsederken Kufe’de,  Basra’da ve diğer önemli İslam kentlerinde kıssacılığın yaygınlığından bahseder öyle ki büyük camii ve mescitlerde artık dini hikâye anlatımları ile ünlenen kıssacılar, Kur’an ve fıkıh imamlarından daha çok rağbet görmüşlerdir. Halk, hilafet makamını işgal etmiş zalim hükümdarlar tarafından sindirilmiş ve bu siyasi baskıların ürünü olan kıssacılığa hayli ilgi göstermişlerdir.

İslamın ilk yıllarında başlayan fetih hareketleriyle İslam orduları, binlerce yıllık medeniyetleri savaş meydanlarında yenmiştir.  Vahyi içselleştiren sahabe toplumunun yerini, İslamı hakim gücün dini olarak kabullenen geniş halk kitleleri almıştır. Fetihler sonucu, kitleler halinde dine girenler eski dinlerini yeni dinin rengine boyayarak devam ettirmişlerdir. Eski inançlarını yeni inanç sistemi içinde devam ettirme yollarını aramışlardır (İranlılar ve Türkler gibi). Bunda başarılı da olmuşlardır.

 

Türklerde girdikleri yeni dine eski inançlarını taşmışlardır. Onlar saf İslam mesajı yerine, tarihi seyri içinde bulanıklaşmış mesajla tanışmışlar ve bu şekliyle kabul etmişlerdir. Konumlarını kaybeden şamanlar, yeni dinde farklı isimler alarak ve eski inançlarını bazı değişiklikler yaparak devam ettirmişlerdir. Şamanların yerini dervişler, evliyalar, babalar almıştır. Yine bu dönemde tercüme faaliyetlerinin başlaması, başka kitapların, özelliklede felsefe kitaplarının tercüme edilmesi sonucu bilginin kaynağının değişmesidir.

Tercüme faaliyetlerinden sonra, bilginin kaynağı değişmiş, felsefeden etkilenen İslam düşünürleri için; vahyin yerini akıl almıştır.  Peygamberin yerini felsefeciler almıştır. Kur’an’ı akli delillerle ispata çalışılmıştır.

Halifetin saltanata dönüşmesiyle birlikte İslam birliği bozulmuş, yeni fırkalar ortaya çıkmıştır. İslam birliği bir merkezden yönetilememiş, birkaç merkez oluşmuştur.

Müslümanları yeni felsefi düşüncelerle karşılaşması,  kelam ilmi doğmuştur. Tartıştıkları felsefecilere akli deliler getirmekten zorlanan İslam bilginleri, İslami felsefe denebilecek kelam ilmini geliştirmişlerdir. Bu kazanım değil aksine kaybetmek demektir ki öylede olmuştur. Çünkü kelam araç olmaktan çıkıp amaç haline gelmiştir.

Saraylarda batı ve doğu felsefelerini anlatan kitaplar Arap diline çevrilmiş, Allah’ın indirdiği Kur’an’dan çok, felsefe kitapları okunur ve tartışılır hale gelmiştir. Bu durum İslam düşüncesini zayıflatmış, peygamberin yerini Aristo vb. almıştır. Bu savrulma düşünsel yıkımı da beraberinde getirmiştir.

İslam’a yeni katılanların eski inançlarından taşıdıkları mistik anlayışların sokulmasıyla tasavvuf ekolü doğmuştur. Tasavvufun başlangıcı noktasında ihtilaflar olsa da, yaptığı yıkım noktasında pek ihtilaf yoktur.  Ayetler zahir ve batın diye ayrılmış, batini yönünün herkesçe bilinemeyeceği, zahiri yönünün çokta önemli olmadığı gibi, İslam’a sığmayacak düşünceler geliştirilmiştir. Tasavvuf ciddi eksen kaymalarına sebep olmuştur. Vahye ait olmayan düşünceler, din gibi gösterilmiş, İslamın saf ve duru anlayışı yitirilmiş, dinde olmayan yeni ibadet ve düşünceler çıkarmışlardır. Bu ekol İslami düşüncenin asıl mecrasından çıkmasına sebep olmuştur. Allah’a ait olan sıfatlar, insanlara verilmiş, İslam akaidine ters anlayışlar zaman içinde din halini almıştır.

Kendileri de sufi olan, Serrac (Ö. H.378/M.988), Kelabazi (Ö.H.380/M.990), Ebu Talip Mekki (Ö.H.386/M.996), Sülemi (Ö.H.412/M.1021) gibi sufiler 4. yüzyıldaki sufiliği eleştirip çeki düzen vermek isterler. Adı geçen sufiler bunları eleştirirken kendi anlayışlarını yerleştirdikleri de bir gerçektir.

Serrac zamanının tasavvufundaki İslam dışı unsurları şöyle sıralar:

1. Allah ile münasebetlerinde kul (abd) gibi değil, hür insan gibi davranmak,
2. Sadece Hakk’a yönelerek halkı hiç saymak,
3. Velinin Nebi’ye üstünlüğünü iddia etmek, 
4. Esasta her şeyin mübah olduğunu, ancak israfın ve aşırılığın haram olduğunu zannetmek
5. Hulule (Allah’ın insanın içine girdiğine) inanmak,
6.Vücuda ifna etmekte (eziyet) ilahi evsafın kazanılacağını sanmak,
7. Allah’ı bu dünyada aynen ahirette göreceğimiz gibi görme iddiasında bulunmak,
8. Mutlak günahsızlık halini iddia etmek,
9. İlahi bir nurla kalplerinin aydınlandığını iddia etmek,
10. Her ne işlerlerse kendilerine değil, Allah’a ait olduğunu söylemek,
11. Allah’a yakınlık dolayısıyla her türlü sınırlamadan muaf olduklarını zannetmek,
12. Beşeri vasıfları terk ederek Allah’ın Vasıflarına bürünme iddiasında bulunmak,
13.Vecd halinde hislerini kaybettiklerini iddia etmek,
14. Ruh hakkında insanlara bilgi verilmediği halde bu konuda çeşitli spekülasyonlarda bulunmak,[3]

Tasavvuf ekolüne karşı gelişen mezhepler, zaman içinde din yerini almış, mezhepler birbirini tekfir etmeye başlamışlardır. Dinin özü ile değil şekliyle ilgilenmişlerdir. Birbiriyle çelişen fetvalar verilmiştir.

Hilafetten saltanata dönen yönetim, zaman içinde her türlü rezilliği işlemiştir. Saraylarda içki ve fuhşun her türlüsü yapılmıştır. Sultanların işledikleri bu kepazelikler, zamanla halka sirayet etmiştir. İslam sosyal hayattan soyutlanmış, ortada birkaç ritüelden başka bir şey kalmamıştır. Yönetim; İslam şurasıyla seçilmek yerine, Bizans ve Fars saraylarından olduğu gibi babadan oğula geçmiştir.  İslami yönetimin hilafete daha sonra da saltanata dönüşmesiyle başlayan bozulma durumu; zaman içinde daha da derinleşerek günümüze kadar gelmiştir.  

Hicri III. Asırdan sonra aklı tatile çıkarmaya başladık. Bunun sonucu olarak da şu sorunlar birikti ve şunları unuttuk:

Aklı kullanmanın ilahi bir emir olduğunu, Allah’ın, dinini akli kurallar üzerine bina ettiğini unuttuk.

Aklın, vahiyden sonra en üstün değer olduğunu, aklı kullanmadan hiçbir şeyi doğru anlayamadığımızı unuttuk.

Aklı kullanmadan ilimde derinleşemeyeceğimizi, aklı kullanmadan delillerden sonuca gidilemeyeceğini unuttuk.

Aklı kullanmadan temel tasavvurları inşa edemeyeceğimizi, akıl süzgecini kullanmadan hurafeleri tespit edemeyeceğimizi unuttuk.

Aklı kullanmadan hiçbir alanda ilerleyemeyeceğimizi aklı kullanmadan medeniyet inşa edemeyeceğimizi unuttuk.

Akıl işlevsel hale getirilmeyince, naklin kurbanı olacağımızı,  aklı, -vahyin öngördüğü hariç- ruh terbiyesi adı altında katlettiğimizi unuttuk.

Akletmeden iman ettiğimizi zannettiğimizi,  aklın en büyük gıdası “oku” emri olduğunu,  akıl tatile çıkarılınca içtihat kapısının kapatıldığını,  aklın, vahiyden sonra hakikati keşfedebilen tek araç olduğunu unuttuk.

Akıl ve vahyin doğruyu tespit etmenin tek ölçüsü olduğunu, akıl ve vahiyle sorunlara üst perdeden bakabileceğimizi unuttuk.

Aklın, Allah’ın insanoğluna bahşettiği en büyük armağan olduğunu, aklın ilimden, imandan ve dinden önce geldiğini unuttuk.

Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Adem Çaylak, kişisel facebook hesabından yaptığı paylaşımda ‘Müslümanlığın 11 İlleti’ni sıraladı.

 

1. Devletçilik/İktidarcılık/Otoritecilik/Tekelcilik/Güce İmancılık
2. Milliyetçilik/Kabilecilik/Aşiretçilik/Akrabacılık/Meşrepçilik
3. Mezhepçilik/Cemaatçilik/Tarikatçılık/Grupçuluk/Yandaşçılık
4. Bilgi, akıl ve hikmetten yoksun Vahiycilik
5. Eleştiri, sorgulama ve muhalefetten yolsun toptan kabulcülük ve toptan retçilik
6. Özgür iradeyi sıfırlayan ve her şeyi Tanrı'ya havale edici Kadercilik
7. Çaba ve üretime dayanmayan Ganimetçilik/Rantçılık
8. Her şeyi hayattan kopuk din ve itikat üzerinden okuyan çelişkili Ütopyacılık
9. İslam tarihindeki olay ve olguları üretim ilişkileri, üretim araçları, bölüşüm sorunları, sınıfsal tabaka mücadeleleri ve çıkar ilişkileri gibi iktisadi boyuttan da okumayıp sadece iman-küfür, dost-düşman, yerli-yabancı gibi etnocentrik öğeler üzerinden okuyan Kültüralistçilik, 
10. Hukuk, adalet, hakkaniyet, özgürlük ve eşitliği dışlayan ve güç ve iktidar üzerinden dönüşüm sağlanacağına inanan hayalperestçi Kuvvetçilik
11. Lider, önder, başkan, halife, reis ya da hoca, hocaefendi, şeyh, gavs gibi maddi ve manevi yöneticilere itirazsız ve taaasup derecesinde aşırı bağlı KİŞİ KÜLTÇÜLÜK/Kurallara değil KRALLARA aşırı bağlılık[4]

 

Bütün bunlar vahyin yerine başka şeylerin ikame edilmesinden kaynaklamaktadır.  Kısaca vahyin ümmetin izzetinin ve şerefinin kaynağı olduğunu unuttuk.

Kur’an Ne Diyor?

Geldiğimiz nokta bir anlamda eksen kayması, daha çok bir sapmadır.

Kur'an'ı göre insanın sapma sebepleri şöyledir:

1-Vahyi unutmak ve terketmek “O gün, zalim kimse, ellerini ısırarak "Ah keşke, resulle birlikte bir yol tutsaydım. Yazıklar olsun bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim. Andolsun, zikir bana geldikten sonra beni  (Kur’ân'dan) saptırdı. Şeytan insanı yüzüstü bırakandır." der. Resul de "Rabbim! Kavmim, bu Kur’ân'ı terk edilmiş (işlevsiz) olarak bıraktı.” der.  (25/27-30)

2- Aklı kullanmamak: “Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Böyleyken onlar mümin oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın? Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. O, aklını kullanmayanların üzerine iğrenç bir pislik bırakır.” (10/99-100)

8- Şımarmak-refah içinde olmak: "Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz,ona öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarları birlikte taşımaya davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki 'Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez." (28/76)

4-Zanna uymak: "Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler."(6/116)

5-Kendini yeterli görmek(istiğna): "Hayır, gerçekten insan kendini yeterli gördüğünden azar." (96/6-7)

6- Büyüklenmek (istikbar): "Hayır, benim ayetlerim sana gelmişti, fakat sen onları yalanladın, büyüklüğe kapıldın ve kafirlerden oldun."(39/59)

7- Hevaya uymak: "Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkularına (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır."(38/26)

8- İnsanlara körü körüne bağlanmak: "Onların yüzlerinin ateşte evirilip çevrileceği gün, derler ki:'Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve elçiye itaat etseydik. Ve dediler ki: 'Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular. Rabbimiz onlara azaptan iki katını ver ve büyük bir lanet ile lanet et."(33/66)

9- Çoğunluğa uymak:  "Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve ancak zan ve tahminle yalan söylerler." (6/116)

10- Atalar dini: Geleneğin dokularına örülen her bilgiyi sağlam olarak görmek de sapma sebeplerindendir. Mevcudun korunmasında ısrar eden anlayış, "Allah'ın indirdiğine uyun" çağrısına karşılık, "Atalar dininin izleyicileri" olduklarını öne sürmektedirler.  Ne zaman onlara "Allah'ın indirdiklerine uyun." denilse, onlar "Hayır, biz atalarımızdan gördüğümüz şeye uyarız." derler. Ya ataları akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışlarsa? (2/170) (Bakınız: 5/104, 21/52, 53,54, 31/21)

11- İnsanın yapısı:  İnsan cedelcidir. (18/54), cahildir(33/72), acelecidir(49/6), bilgisi olmadığı şeyleri konuşur (3/66,17736), anlamadan bir şeyi yalanlar (27/84).

Kur’an’ı ve Kur’an’dan beslenen aklı terk ettiğimizde, Adem ÇAYLAK’ın tespitlerinin Kur’an’ın hangi ilkelerini terk ettiğimizde hangi çıkmazlara düştüğümüzü göstermektedir.



[1]     Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, I-V, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhami), Mısır 1964, II, 347-348.

[2] Varol, Bahaüddin, “Raşid Halîfeler Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, İSTEM, y. 3, sy. 6, Konya 2005, s. 206-207.

[3] Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken 1982, 204-205)

 

[4] İSLAMİ ANALİZ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

KEVSER SURESİNİN İNCELENMESİ