DEPREMLE DEPREŞEN SORUNLAR
DEPREMLE DEPREŞEN
SORUNLAR
Tarih boyunca deprem nedeniyle ortaya çıkan acı tablolar
insanlar arasında çeşitli yorumları beraberinde getirmiştir. Acaba can kayıplarına neden olan deprem,
insanlara verilen bir ceza mı, yoksa bir uyarı mı veya tabiat kanunlarına göre
gerçekleşen bir doğal olay mı yahut birey ve toplum için önceden takdir edilmiş
ilahi bir kader ve kaza mı? İnsanın burada, sorumluluğu ve ihmali var mı? Varsa
bu sorumluluk hangi düzeydedir? Bireye mi, topluma mı yönetenlere mi aittir?
gibi sorular, sürekli zihinleri meşgul etmiştir.
İslâm bilginleri başlangıçtan itibaren depremin, Allah’ın
koyduğu yasalar çerçevesinde gerçekleştiğini ifade etmişlerdir. Kur’ân’da birey
ve toplumun başına gelen bazı felaket ve musibetlerin üzerinde insanların kendi
elleriyle işledikleri olumsuzlukların payının da bulunduğuna dikkat
çekilmiştir: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle
işledikleriniz yüzündendir. Bununla beraber o çoğunu affeder.”(Şûrâ 42:30).
Yani Allah’ın tabiat ayeti olan fayı okumadan bilmeden ve ona uygun binalar
yapmamakla felaketi kendi ellerimizle çağırıyoruz.
Müslüman bilim adamlarının, Endülüs, Abbâsîler, Selçuklular
ve Osmanlılar döneminde günün teknik imkânlarıyla inşa ettikleri han, hamam,
kervan saray, konak, çarşı, medrese ve cami gibi tarihi eserler yüz yıllar
boyunca doğal afetlere karşı ayakta durmuşlardır. Oysa bugün sahip olunan
sanayi, teknoloji, ulaşım ve iletişim imkânları değerlendirildiğinde daha
sağlam ve kalıcı eserlerin inşa edilmesinin önünde hiçbir engel yoktur.
Tedbirsiz Tevekkül Olmaz
İnsanlar olağanüstü bir olayla yüz yüze geldiklerinde
tevekküle sığınmayı tercih ederler. Olup bitenler, sorgulanmadan ve kusurunun
olup olmadığına bakılmaksızın: “Ne yapalım Allah’ın emri böyle imiş, yapılacak
bir şey yok.” diyerek doğal olayların tevekkül ile ilişkilendirilmesi, kolaycı
bir çözümdür. Oysa karada ve denizde meydana
gelen olumsuzluklarda, insanın da sorumluluk payı vardır. Kur’ân bu hususa
şöyle değinmiştir: “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada
ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı
(kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm 30:41). Görüldüğü gibi
Kur’ân, karada ve denizde muhataplarının sebep oldukları bazı olumsuzluklardan
dolayı uyarıda bulunmuştur. Çünkü her geçen gün teknolojik gelişmelerin yol açtığı
çevresel ve biyolojik felaketler; iklimi, üretimi ve beslenmeyi riskli hale
getirmektedir.
Ayette geçen; “İnsanların kendi elleriyle yapıp- ettikleri yüzünden” cümlesi, bir başka yoruma göre ise birey ve toplum her şeyi yerli yerince yapmadığı için; taşkınlıkları ve ilahi sınırı aşmaları sebebiyle insanın karada ve denizde çeşitli problemlerin ortağı haline gelmesi şeklinde değerlendirilmiştir.[1]
Kader ve Deprem
Kur'ân’da açıklandığı üzere âlem, bir düzen, hesap, ölçü ve
denge içerisinde yaratılmıştır: “Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede
yarattık.” (Kamer 54:49). “O her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir
ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkân: 25:2). “Her insanın amelini (veya
kaderini) boynuna yükledik (çabasına bağlı kıldık).” (İsrâ 17:13).
Başka bir ayette de başa gelen iyiliğin Allah’tan, kötülüğün
ise, insanın kendisinden olduğu açıklanmıştır: “Sana ne iyilik gelirse
Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisâ 4:79). Bu ayet de
İslâm’ın hayır, şer, kader ve kaza konusu ile ilgili inanç ve anlayışına ışık
tutulmaktadır. İnsanlar genel olarak başarılarıyla övünürler. Felaket, kötülük
ve başarısızlıkları ise yükleyecek başka bir yer aramaktadırlar. Her şeye
rağmen kendilerini kınamak ve suçlamaktan kaçınırlar. İnsanın işlediği hata,
suç ve kötülük kendi bağımsız iradesinin bir eseridir.
İnsan, kader böyleymiş diyerek kendi yapması gerekenleri
Allah’a yıkamaz. Bunu yaparsa Allah’a zulüm isnat etmiş olur. Allah adaletlidir
kuluna zulmetmez. Günahkârlar için masumları cezalandırmaz. Hiçbir fert, kendi
kusurunu, kendi tedbirsizliğini kadere hamlederek kendisini mazur göstermekte
haklı olamaz.
Allah’ın düşünme, akıl etme emrine uymayıp hırsına, aç
gözlülüğüne yenilen insan kader planına sığınıp sorumluluğundan kaçamaz. Din
dili asla bunu onaylamaz. Aksine bunu Allah’a karşı bir iftira ve zulüm olarak
kabul eder. Allah, dünyayı canlıların yaşayabileceği, birbirinden
faydalanabileceği hikmetlerle yaratmıştır. Dünyadaki sistemler insan aklı
tarafından keşfedilebilir. Bu sayede yağmurun nasıl ve ne zaman yağacağını,
kuraklığı, seli, soğuğu ve sıcağı önceden tahmin edebiliyoruz. Bu düzen ve
imkân ise bize olaylar hakkında önceden tedbir alma imkânını sağlamaktadır.
Deprem
Allah’ın bir cezası
değil tedbirsizliğimiz nedeniyle doğa olayını felakete dönüştürüyoruz. Allah’ın
kevni ayetleri yani doğa ve tabiatı düşünme, araştırma emrine uysaydık,
aklımızı kullansaydık, birbirimizi aldatmasaydık, rüşvet alıp vermeseydik, çalmasaydık,
hesap sorabilseydik bu kadar yıkıcı bir felaketle karşılaşmazdık. Evet, deprem
bir cezadır ama akılsızlığımızın ve içimizdeki aç gözlülüğümüzün bir cezasıdır.
Bu yüzden suçu kadere atmak yerine bizi sorumluluğa çağıran, kader planındaki
seçimleri doğru ve akıllıca yapmaya davet eden din diline kulak vermeliyiz.
Unutmayalım ki başımıza gelen her şey kendi tercihlerimiz, seçimimiz
nedeniyledir.
Musibetlerin insanların kendi yaptıkları şeylerin sonucu
olduğunu Allah Kur’ân’da bildirmiş (Kasas 28:47, Nisa 4:62, Al-i İmran 3:165)
ve tefsir sahipleri afeti yaratma fiilinin Allah’a ait olduğunu ve insanın
iradesi sonucu ortaya çıkan davranışlarından dolayı da insana ait olduğunu
açıklamışlardır.
Fay hattının kırılmasının doğurduğu yıkım için: “Allah’tan
geldi.” yargısı doğru değildir. Fayın kırılması Allah’ın doğaya koyduğu bir
yasa (:kader)dır. Bunun yıkıma
dönüşmesinin sebepleri cehalet, ihmal ve ihanettir.
Depremdeki ölümleri “kader” kavramı ile Allah’a bağlayanlar;
dinciler ve bu yanlış yorumun işine geldiği siyasilerdir. İnsanın, kendi ihmali
veya ihanetinin ortaya çıkardığı yıkımı, “kader” kavramı ile Allah’ın üzerine
atması, dindarlık görünümlü ahlaksızlıktır.
Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişki Kur’ân’da “sünnetullah”
kavramı (Ahzab 33:62, Fatır 35:43)” ile ifade edilir; “kader” kavramı ile
değil. Bu ilişkinin işletilmesi de, insanın özgür iradesine bağlanmıştır: “Bir
toplum, kendi durumunu değiştirmedikçe; Allah, onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d
13:11).
Kısaca, Kur'ân'da anlatılan "kader" kozmoloji için
konan ölçüleri, yasaları ifade eder.[2]
İnsanın kaderi de "özgür
iradesi ile yaptığı seçimler" ekseninde ölçülendirilir.[3]
Sorumluluğu Allah’a atmak bir Emevi mirasıdır. Özellikle de
sorumluluk toplumsal ise yani siyasi liderler kendi sorumluluklarındaki
eylemleri meşrulaştırmak, bu icraatları sorgulatmamak için "Biz yapmıyoruz; bunları bize
Allah yaptırıyor" derler. Bu tarihin en eski siyasi
manipülasyonudur. Allah'ı kendine kalkan edinip, sorumluyken kendilerini sorgulanamaz
kılmak… Yöneticilerin kaderi kullanıp Allah'ı istismar etme taktiklerinin Müslümanların tarihindeki ilk izdüşümünü Muaviye'de rastlıyoruz.[4]
Hasan-ı Basri, İslam Kelam tarihinde oldukça meşhur olan
risalesinde özetle şunları söylemiştir: İnsanın
irade ve sorumluluğunu ortadan kaldıran bu kader anlayışı açık bir dille
reddetmek ve özgür iradeyi savunmak gerekir. Hasan-ı Basri, ısrarla
"insanın özgür irade sahibi olduğunu, kulların fiillerinden bizzat
kendilerinin sorumlu olduğunu, başımıza gelenlerin önceden tayin edilmediğini,
zulümlerin ve kötülüklerin O'na nispet edilmesinin Allah'ın adaletine
sığmayacağını anlatmıştır."[5]
Hasan el-Basrî, Ma’bed el-Cühenî ve Gaylan ed-Dımeşkî’nin
Emevî siyaset algısı ve anlayışına eleştiriler getiren üç önemli isimdir. Ortak
noktaları, Emevî otoritesinin cebir ideolojisi bağlamında oluşturmuş olduğu
kader fikrini reddetmektir. Onların düşüncelerinde, Allah’ı ve insanı devre
dışı bırakan kader anlayışlarına onay verilmemiştir. Emevi yöneticilerinin
ilâhî kader anlayışına dayanarak bütün tasarruflarını bu kapsamda değerlendirmeleri,
bu sayede sorumluluklarından kaçma çabaları kabul edilmemiştir. Bu alimlerin
kader konusundaki yaklaşımları, sonraki dönemlerde insanın iradesini önceleyen
özgür irade sahibi düşünce ekollerinin doğmasına katkı sağlamıştır.
Kader tartışmalarının tarihi arka planında birçok unsur
etkili olsa da en etkili olanı siyasettir. Özellikle siyasi iradenin toplum
nezdindeki meşruiyeti sorgulandığı zamanlarda kader konusu veya ilahî irade,
siyasetin bu kavramlara yüklediği yeni anlamlarla, toplumları kontrol altında tutmak
için kullanılmıştır. Emevi cebir ideolojisinin iktidar-reaya ilişkisini,
insani/reel düzlemden teolojik/ilahi düzleme taşıma çabalarını bu bağlamda
değerlendirmek mümkündür. Çünkü yeni düzlemde (teolojik) insani olan bir durum
ilahî olanla ilişkilendirilerek sunulmuş, siyasi yapılanma meşruiyetini dinden
aldığı için eleştirilerin dışında bırakılmıştır.
Zihniyet Devrimi
Zihniyet; anlama, anlamlandırma, olup biteni birbiriyle
ilişkilendirip bağlam oluşturma, düşünme ve tasarım biçimidir. Algılamadan
eylemlere, olaylara karşı tavır almaya ve yeni üretimlere kadar tüm zihinsel
fiillerin asıl belirleyici unsuru ve kavramsal çerçevesi olan zihniyet, bireyin
‘şimdiki zaman’daki somut, ‘gelecek’teki soyut varoluş formudur.
Bu yönüyle o, sırf zihinde kapalı kalmış bir fikir değil, bireyin eylemleriyle somutlaşan
kabuller şemasıdır. Bireyler ve siyasal gruplar kendilerini zihniyet yapılarına
göre dışa açıp temsil ederler. Buradan da doğal olarak, temsilde veya dışa
açmada, dış dünyada olup bitenler karşısındaki anlama ve tavır alışta, çözüm
üretmede, yani çözülmeyi bekleyen sorunlara çözüm üretememe veya kısır çözümler
üretme noktasında bir problem varsa, bunun, zihniyetten kaynaklandığı sonucu
çıkar. Bu sorunun aşılması da ancak düşünme biçiminin değiştirilmesiyle, bir
zihniyet devrimiyle mümkün olur.
Zihniyet; toplumların ve bireylerin bilgi, gelenek, duygu,
bilinç, kültür, inanç faktörlerinin etkisiyle gelişen düşünme biçimidir. Bu
düşünme biçimi toplumsal aklın inşası anlamına da gelmektedir. Aslında
toplumların yükseliş ve çöküş zeminini hazırlayan bu unsur olmaktadır. Bu
noktada ezen, sömüren, ötekileştiren, tahakkümcü akıl, kötü zihniyeti temsil
ederken; adalet, özgürlük, kurtuluş, merhamet, hakikat, hukuk temelleri üzerine
inşa edilen akıl ise yükseliş zihniyetini temsil etmektedir.
Depremin felakete dönüşmesinde tek sebep zihniyettir. Çünkü
içinde yaşadığımız coğrafyanın deprem kuşağında olduğu siyaset çevrelerince
bilinmektedir. Zihniyet devrimi olmadan benzeri felaketler hep yaşanacaktır.
Deprem ve Ötekileştirme
Ötekileştirmek; bir insanı, bir topluluğu, bir grubu vb.
düşüncesi, dini, dili, ırkı, mezhebi, kimliği, fikri nedeniyle yok saymak,
görmezden gelmek, değersizleştirmek, kabul etmemek, düşman görmek demektir.
Ötekileştiren güç,
ötekileştirdiğini aşağılar, suçlar. Ötekileştirilen ise suçsuzluğunu
ispatlayana kadar suçludur.’ demişti Franz Fanon.
Felaketler nasıl ki ideoloji ayrımı yapmıyorsa insanlığın da
felaketler karşısında ideolojik ayrım yapmaması gerekir. Depremde her
ideolojiden insan enkaz altında kalmış, felaketten de her ideolojiden insan
etkilenmiştir. Ama maalesef bu felaket karşısında da ideolojilerimizden
arınamıyoruz. Felaketler karşısındaki bir kör taassup en az felaket kadar
toplumun canını yakıyor, insanlarımıza acı veriyor.
Normal şartlarda afetlerin insanı daha bir insanileştireceği ve azgınlığını bir nebze giderdiği beklenir. Ama maalesef bu depremde de ötekileştirmenin ırkçılığın tavizsiz sürdürüldüğünü görüyoruz. Özellikle Suriye ve Afgan mültecilere karşı adeta iftira kampanyaları yürütülüyor. İftiranın biri bitiyor ötekisi başlatılıyor.
Depremin Teopolitiği
6 Şubat 2023 depreminde de 17 ağustos depreminde 28 Şubat
gölgesindeki yönetimin kör taassubuna benzer uygulamaları duymak gerçekten çok
üzüntü vericidir. 1999 Depremi sırasında hükümetin valiliklerin yaptıklarını
hatırlayalım. “Yönetim depremzedelerin yaralarını sarmak için söze gelir hiçbir
şey yapmadığı halde yardım etmek isteyenlerin de önlerine çeşitli engeller
çıkartmıştı. Örneğin İstanbul valiliği uluslararası insani yardım
kuruluşlarından olan IHH'nın ve Türkiye'nin tanınmış insan hakları
kuruluşlarından olan Mazlum-Der'in depremzedelere yardım amacıyla açmış
oldukları banka hesaplarını bloke etmişti. Öte yandan Bolu Valiliği,
Türkiye'nin ileri gelen holdinglerinden olan Kombassan'ın yardımlarını
depremzedelere ulaştırmasına engel olmuştu. Oysa Kombassan depremin ilk
günlerinden itibaren depremden zarar görenlere yardım etmeye başlamış ve kısa
sürede toplam üç trilyon lira (6 milyon 750 bin dolar) yardım etmişti. Depremin
evsiz bıraktığı insanları çadırlara yerleştirmek için hükümet söze gelir bir
şey yapmazken Kombassan binlerce insanı çadırlara yerleştirmek için bir
çadırkent kurmuştu.” Dünün mazlumları da aynı hataya düştü, değişen bir şey
yok.
Felaket anında yaşanan problemlerden biri de olup bitenlerden
ötekini sorumlu tutmak veya suçlamaktır. Sebep ne olursa olsun felaketin enkazı
üzerinden birbirini suçlayarak tartışmak doğru değildir. Ancak sağlam bilgi ve
belgelerin bulunması durumunda suçluların tespit edilmesi ve usulüne uygun
olarak gereğinin yapılması doğal karşılanmalıdır. Özellikle ortaya çıkan
zorluklarla ilgili, teknik ve mesleki yorumlar, bilim uzmanlarının görüşlerine
bırakılmasına özen gösterilmelidir. Deprem gibi tabiat olayları (insani
tedbirleri azami derecede almak şartıyla) bazen; yeryüzünde böbürlenerek
dolaşan, gururuna tapan, özgüveni arttıkça kendini Allah’tan müstağni
sayanların; aczini anlaması, varoluş sebebini kavraması ve yüce kudret sahibine
yönelmesi için güzel bir fırsat tanımaktadır. Bu fırsat, kendisini çevreleyen
iç ve dış âleme ibret gözüyle bakarak gerçekleri daha yakından tanımaya ve aczini
kavramaya vesile olabilir.
Deprem üzerinden yıllar geçtikçe o günlerde din adına
yapılmış bazı yorumların ne kadar yersiz, ne kadar komik olabileceğini
algılayabiliyoruz. Hep öyle olmuyor mu? Süreci sağlıklı yürütmek olayın
içindeyken mümkün olmuyor. Yaşanılan şokun etkisiyle soğukkanlı yorumlar
yapılamıyor. Herkesten çok, olayı
yaşayan, evlerini, yakınlarını kaybeden insanlar depremi sadece ceza boyutuyla
algılama psikolojisi içine gir(diril)iyorlar.
Depremi Allah’ın özel bir cezası olarak algıl(at)ıyorlar. Depreme maruz
kalan bölge insanının önemli bir kısmına depremi günahlara karşılık gönderilmiş
bir ceza olarak algıl(at)ıyorlar.
İktidarda sol hükümet olsa bir takım gazeteler 7.7 ve 7.6
depremler yetmedi mi diye manşet atarlardı! Bazı tarikat hocaları kendisini Allah’ın
sözcüsü yerine koyup günahlar yüzünden Allah cezalandır diyorlar! Bir kimse
Allah’ın sözcüsü gibi insanlar depremde günahtan dolayı öldüler derse şirke
girer.” şeklinde ilmihallere deprem
fıkhı eklenmeli!
Depremi Dini
Referanslarla Yorumlamak
Günümüzde deprem ilgili olarak çeşitli dini söylemler mevcuttur.
Bazıları kendilerini yargı makamına konumlandırarak sosyal medya üzerinden
henüz sıcak yaralarını saramayan insanlara yönelik, uluorta azap, ceza ve
intikam gibi dini söylemlerle tehdit dilini kullanmaktadır. Hiç kimse yaşanan
mağduriyetleri gerekçe göstererek dini referanslarla ötekini uluorta suçlama ve
uhrevi ceza ile tehdit etme hakkına sahip değildir. İnsan hayatını merkeze alan
İslâm; olağanüstü olaylara inançlı, sosyal destek arayışı, sabır, tahammül,
iyimser, umutlu ve çözümleyici bir anlayışla yaklaşmayı ön görmüştür.
Kur’ân’da geçmiş milletlerin bir takım afetlerle helak
olduğuna ilişkin ifade edilen deliller bugüne olduğu gibi uygulanamaz. Bunun en
büyük nedeni helak olan kavimlere peygamber gönderilmiş ve mucizeler
gösterilmiş olmasıdır. Helak edilecek her kavme doğrudan vahiy ve ihtar
gelmiştir. Bu konuda Allah Şuara 26:227. ayetinde şöyle der; “Hiçbir kent
halkını kendilerine öğüt veren uyarıcılar gelmeden yok etmedik. Biz zalim
değiliz.” Ayrıca Allah Fatır 35:45. ayetinde; “Eğer Allah, insanları işleyip
kazandıkları (günahlar) yüzünden hemen yakalayıp sorgulayarak cezalandırsaydı,
yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı.” buyurmuştur. Dolaysıyla Allah’ın
demediğini diyerek günahlar ya da birilerinin intikamı için Allah’ın
toplumları, şehirleri cezalandıracağını iddia edemeyiz.
Deprem Coğrafi
Kaderimizdir Siyasal Kaderimiz Değil
Türkiye coğrafyası fay kuşağında olması dolayısıyla deprem
bizim coğrafi kaderimizdir. Büyük tehlike,
bizler bu bilimsel gerçekliği örterek görmezden gelerek deprem sonucu
yıkımları toplumsal ve siyasal kaderimiz haline getiririz. Yani depremler
öldürmüyor siyasal kaderimiz (plansızlığımız) öldürüyor.
Özetle: Depremde ölüm oluyorsa, tedbirde
noksanlık var demektir. Noksanlıkların giderilmesinin yolu; bilime ve
mühendislik hizmetlerine başvurmaktır. Mühendislik hizmeti almayan, bilime ve
bilimin uyarılarına kulak tıkayan ülkeler ve uluslar yerin her doğal hareketinde
can vermeye devam edeceklerdir.
Deprem, sel, heyelan, çığ düşmesi ve benzeri doğal olaylar,
Dünya’nın yaratılışından beri meydana gelen ve gelecekte de meydana gelecek
olan doğal olaylardır. Aslolan bu doğa olaylarını, bir afete, bir felakete
dönüşmeden önleme becerisini göstermektir.
Örgütlü toplumların kurduğu en önemli örgüt devlettir.
Devletin görevi; vatandaşların yaşam kalitesini yükseltmek ve yaşam hakkını
güvence altına almaktır. Aynı zamanda sağlam konutlarda yaşamayı da
vatandaşlarına sağlamak devletin öncelikli görevlerindendir.
Bilim ve mühendislik her alanda olduğu gibi, yaşamın
sürdürüldüğü her yapıda, insanlığa hizmet etmektedir.
Hiçbir tedbir almadan, günlük demeçlerle siyaset yapan
anlayışlar, yurttaşlarının deprem korkusuyla yaşamlarına, çaresizlik içinde
ölümü beklemelerine neden olmaktadırlar.
Japonya gibi, binalarında ve her tür yapılarında;
zeminden-çatıya mühendislik-mimarlık hizmeti alan, kentsel dönüşümde,
zemin-yapı ilişkisinde; Jeofizik, Jeoloji ve İnşaat Mühendisliği biliminden
faydalanan ülkeler korkusuzca yaşamlarını sürdürmektedirler.
İslam'ın erken dönemlerinde başlayan dini siyasallaştırma
(politize), halkı da siyaset dışı bırakma (depolitize) sürecinde kader inancı
çeşitli şekillerde kullanılmış ve bu konu hakkında birçok tartışmalar
yaşanmıştır. O günlerden beri zaman zaman bir takım siyaset adamlarının,
yönetimi altındaki halk üzerinde baskıcı ya da uyutmacı bir yönetim biçimi
sergilemeleri ve üstelik bir takım hadisleri de kullanarak, yaptıklarını kadere
bağlamaları nedeniyle, yüzyıllardan beri İslam toplumları yanlış ve çelişkili
bir kader anlayışına sürüklenmiştir. Böylece, kaderci (fatalist) bir zihniyet
yapılanması içerisinde bulunan, kendi sorunlarının çözümünü kendi dışında
arayan; hazırcı, bedbin, miskin ve tembel insanların çoğalmasına, üstelik bu
anlayışın İslam toplumlarında hakim görüş haline gelmesine sebep olunmuştur. Bu
bakımdan çağımızda İslam toplumlarının sorunlarına çözümler getirebilecek
ilkeler içeren, Müslüman kültürünün biçimlendirdiği tarihsel düşünce
hareketlerinin dini okuma-yorumlama ve insana bakış açıları yeniden
değerlendirilmelidir.
[1] Muhammed bin Cerir Et-Taberî,
Taberî Tefsiri, çev. Mehmet Keskin (İstanbul: Sağlam Yayınevi, 2019), 4: 346.
[2] İgili ayetler: Talak
65: 3, Enam 6:61, Hac 22:74, Zümer 39: 67, Ahzab 33: 38, Bakara 2: 236, Ra'd
13: 17, Hıcr 15: 21, Ta Ha 20: 40, Müminun 23: 18, Şûra 42: 27, Zuhruf 43: 11,
Kamer 54: 49, Mürselat 77: 22
[3] Kehf 18: 29, Fussilet 41: 40, İnsan 76: 2-3, Bakara 2: 220; En‘âm
6: 35; 104-107, 149; Ra‘d 13:31; Şu‘arâ 26: 3-4; Hûd 11: 15, 28; Kâfirûn 109:
6; Yûnus 10: 99, 108; Teğâbün 64: 2; Zümer 39:7, 15; Nahl 16: 9, 36, 93, 99;
Secde 32: 13; Mâide 5: 48; İsrâ 17: 15, 18; Şûrâ 42: 20, 48; Ğâşiye 88: 21-22;
Nisâ 4: 80; Beled 90: 10.
[4] Bülent Şahin Erdeğer,
Independent Türkçe, 1 Ocak 2022
[5] Bülent Şahin Erdeğer,
Independent Türkçe, 1 Ocak 2022
Yorumlar
Yorum Gönder