DEPREMLE DEPREŞEN SORUNLAR

 

DEPREMLE DEPREŞEN SORUNLAR

Tarih boyunca deprem nedeniyle ortaya çıkan acı tablolar insanlar arasında çeşitli yorumları beraberinde getirmiştir.  Acaba can kayıplarına neden olan deprem, insanlara verilen bir ceza mı, yoksa bir uyarı mı veya tabiat kanunlarına göre gerçekleşen bir doğal olay mı yahut birey ve toplum için önceden takdir edilmiş ilahi bir kader ve kaza mı? İnsanın burada, sorumluluğu ve ihmali var mı? Varsa bu sorumluluk hangi düzeydedir? Bireye mi, topluma mı yönetenlere mi aittir? gibi sorular, sürekli zihinleri meşgul etmiştir.

İslâm bilginleri başlangıçtan itibaren depremin, Allah’ın koyduğu yasalar çerçevesinde gerçekleştiğini ifade etmişlerdir. Kur’ân’da birey ve toplumun başına gelen bazı felaket ve musibetlerin üzerinde insanların kendi elleriyle işledikleri olumsuzlukların payının da bulunduğuna dikkat çekilmiştir: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Bununla beraber o çoğunu affeder.”(Şûrâ 42:30). Yani Allah’ın tabiat ayeti olan fayı okumadan bilmeden ve ona uygun binalar yapmamakla felaketi kendi ellerimizle çağırıyoruz.

Müslüman bilim adamlarının, Endülüs, Abbâsîler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde günün teknik imkânlarıyla inşa ettikleri han, hamam, kervan saray, konak, çarşı, medrese ve cami gibi tarihi eserler yüz yıllar boyunca doğal afetlere karşı ayakta durmuşlardır. Oysa bugün sahip olunan sanayi, teknoloji, ulaşım ve iletişim imkânları değerlendirildiğinde daha sağlam ve kalıcı eserlerin inşa edilmesinin önünde hiçbir engel yoktur.

Tedbirsiz Tevekkül Olmaz

İnsanlar olağanüstü bir olayla yüz yüze geldiklerinde tevekküle sığınmayı tercih ederler. Olup bitenler, sorgulanmadan ve kusurunun olup olmadığına bakılmaksızın: “Ne yapalım Allah’ın emri böyle imiş, yapılacak bir şey yok.” diyerek doğal olayların tevekkül ile ilişkilendirilmesi, kolaycı bir çözümdür. Oysa karada ve denizde meydana gelen olumsuzluklarda, insanın da sorumluluk payı vardır. Kur’ân bu hususa şöyle değinmiştir: “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm 30:41). Görüldüğü gibi Kur’ân, karada ve denizde muhataplarının sebep oldukları bazı olumsuzluklardan dolayı uyarıda bulunmuştur. Çünkü her geçen gün teknolojik gelişmelerin yol açtığı çevresel ve biyolojik felaketler; iklimi, üretimi ve beslenmeyi riskli hale getirmektedir.

Ayette geçen; “İnsanların kendi elleriyle yapıp- ettikleri yüzünden” cümlesi, bir başka yoruma göre ise birey ve toplum her şeyi yerli yerince yapmadığı için; taşkınlıkları ve ilahi sınırı aşmaları sebebiyle insanın karada ve denizde çeşitli problemlerin ortağı haline gelmesi şeklinde değerlendirilmiştir.[1]

Kader ve Deprem

Kur'ân’da açıklandığı üzere âlem, bir düzen, hesap, ölçü ve denge içerisinde yaratılmıştır: “Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık.” (Kamer 54:49). “O her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkân: 25:2). “Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna yükledik (çabasına bağlı kıldık).” (İsrâ 17:13).

Başka bir ayette de başa gelen iyiliğin Allah’tan, kötülüğün ise, insanın kendisinden olduğu açıklanmıştır: “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisâ 4:79). Bu ayet de İslâm’ın hayır, şer, kader ve kaza konusu ile ilgili inanç ve anlayışına ışık tutulmaktadır. İnsanlar genel olarak başarılarıyla övünürler. Felaket, kötülük ve başarısızlıkları ise yükleyecek başka bir yer aramaktadırlar. Her şeye rağmen kendilerini kınamak ve suçlamaktan kaçınırlar. İnsanın işlediği hata, suç ve kötülük kendi bağımsız iradesinin bir eseridir.

İnsan, kader böyleymiş diyerek kendi yapması gerekenleri Allah’a yıkamaz. Bunu yaparsa Allah’a zulüm isnat etmiş olur. Allah adaletlidir kuluna zulmetmez. Günahkârlar için masumları cezalandırmaz. Hiçbir fert, kendi kusurunu, kendi tedbirsizliğini kadere hamlederek kendisini mazur göstermekte haklı olamaz.

Allah’ın düşünme, akıl etme emrine uymayıp hırsına, aç gözlülüğüne yenilen insan kader planına sığınıp sorumluluğundan kaçamaz. Din dili asla bunu onaylamaz. Aksine bunu Allah’a karşı bir iftira ve zulüm olarak kabul eder. Allah, dünyayı canlıların yaşayabileceği, birbirinden faydalanabileceği hikmetlerle yaratmıştır. Dünyadaki sistemler insan aklı tarafından keşfedilebilir. Bu sayede yağmurun nasıl ve ne zaman yağacağını, kuraklığı, seli, soğuğu ve sıcağı önceden tahmin edebiliyoruz. Bu düzen ve imkân ise bize olaylar hakkında önceden tedbir alma imkânını sağlamaktadır.

Deprem Allah’ın bir cezası değil tedbirsizliğimiz nedeniyle doğa olayını felakete dönüştürüyoruz. Allah’ın kevni ayetleri yani doğa ve tabiatı düşünme, araştırma emrine uysaydık, aklımızı kullansaydık, birbirimizi aldatmasaydık, rüşvet alıp vermeseydik, çalmasaydık, hesap sorabilseydik bu kadar yıkıcı bir felaketle karşılaşmazdık. Evet, deprem bir cezadır ama akılsızlığımızın ve içimizdeki aç gözlülüğümüzün bir cezasıdır. Bu yüzden suçu kadere atmak yerine bizi sorumluluğa çağıran, kader planındaki seçimleri doğru ve akıllıca yapmaya davet eden din diline kulak vermeliyiz. Unutmayalım ki başımıza gelen her şey kendi tercihlerimiz, seçimimiz nedeniyledir.

Musibetlerin insanların kendi yaptıkları şeylerin sonucu olduğunu Allah Kur’ân’da bildirmiş (Kasas 28:47, Nisa 4:62, Al-i İmran 3:165) ve tefsir sahipleri afeti yaratma fiilinin Allah’a ait olduğunu ve insanın iradesi sonucu ortaya çıkan davranışlarından dolayı da insana ait olduğunu açıklamışlardır.

Fay hattının kırılmasının doğurduğu yıkım için: “Allah’tan geldi.” yargısı doğru değildir. Fayın kırılması Allah’ın doğaya koyduğu bir yasa (:kader)dır.  Bunun yıkıma dönüşmesinin sebepleri cehalet, ihmal ve ihanettir.

Depremdeki ölümleri “kader” kavramı ile Allah’a bağlayanlar; dinciler ve bu yanlış yorumun işine geldiği siyasilerdir. İnsanın, kendi ihmali veya ihanetinin ortaya çıkardığı yıkımı, “kader” kavramı ile Allah’ın üzerine atması, dindarlık görünümlü ahlaksızlıktır.

Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişki Kur’ân’da “sünnetullah” kavramı (Ahzab 33:62, Fatır 35:43)” ile ifade edilir; “kader” kavramı ile değil. Bu ilişkinin işletilmesi de, insanın özgür iradesine bağlanmıştır: “Bir toplum, kendi durumunu değiştirmedikçe; Allah, onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d 13:11).

Kısaca, Kur'ân'da anlatılan "kader" kozmoloji için konan ölçüleri, yasaları ifade eder.[2] İnsanın kaderi de "özgür iradesi ile yaptığı seçimler" ekseninde ölçülendirilir.[3]

Sorumluluğu Allah’a atmak bir Emevi mirasıdır. Özellikle de sorumluluk toplumsal ise yani siyasi liderler kendi sorumluluklarındaki eylemleri meşrulaştırmak, bu icraatları sorgulatmamak için "Biz yapmıyoruz; bunları bize Allah yaptırıyor" derler. Bu tarihin en eski siyasi manipülasyonudur. Allah'ı kendine kalkan edinip, sorumluyken kendilerini sorgulanamaz kılmak… Yöneticilerin kaderi kullanıp Allah'ı istismar etme taktiklerinin Müslümanların tarihindeki ilk izdüşümünü Muaviye'de rastlıyoruz.[4]

Hasan-ı Basri, İslam Kelam tarihinde oldukça meşhur olan risalesinde özetle şunları söylemiştir: İnsanın irade ve sorumluluğunu ortadan kaldıran bu kader anlayışı açık bir dille reddetmek ve özgür iradeyi savunmak gerekir. Hasan-ı Basri, ısrarla "insanın özgür irade sahibi olduğunu, kulların fiillerinden bizzat kendilerinin sorumlu olduğunu, başımıza gelenlerin önceden tayin edilmediğini, zulümlerin ve kötülüklerin O'na nispet edilmesinin Allah'ın adaletine sığmayacağını anlatmıştır."[5]

Hasan el-Basrî, Ma’bed el-Cühenî ve Gaylan ed-Dımeşkî’nin Emevî siyaset algısı ve anlayışına eleştiriler getiren üç önemli isimdir. Ortak noktaları, Emevî otoritesinin cebir ideolojisi bağlamında oluşturmuş olduğu kader fikrini reddetmektir. Onların düşüncelerinde, Allah’ı ve insanı devre dışı bırakan kader anlayışlarına onay verilmemiştir. Emevi yöneticilerinin ilâhî kader anlayışına dayanarak bütün tasarruflarını bu kapsamda değerlendirmeleri, bu sayede sorumluluklarından kaçma çabaları kabul edilmemiştir. Bu alimlerin kader konusundaki yaklaşımları, sonraki dönemlerde insanın iradesini önceleyen özgür irade sahibi düşünce ekollerinin doğmasına katkı sağlamıştır.

Kader tartışmalarının tarihi arka planında birçok unsur etkili olsa da en etkili olanı siyasettir. Özellikle siyasi iradenin toplum nezdindeki meşruiyeti sorgulandığı zamanlarda kader konusu veya ilahî irade, siyasetin bu kavramlara yüklediği yeni anlamlarla, toplumları kontrol altında tutmak için kullanılmıştır. Emevi cebir ideolojisinin iktidar-reaya ilişkisini, insani/reel düzlemden teolojik/ilahi düzleme taşıma çabalarını bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Çünkü yeni düzlemde (teolojik) insani olan bir durum ilahî olanla ilişkilendirilerek sunulmuş, siyasi yapılanma meşruiyetini dinden aldığı için eleştirilerin dışında bırakılmıştır.

Zihniyet Devrimi

Zihniyet; anlama, anlamlandırma, olup biteni birbiriyle ilişkilendirip bağlam oluşturma, düşünme ve tasarım biçimidir. Algılamadan eylemlere, olaylara karşı tavır almaya ve yeni üretimlere kadar tüm zihinsel fiillerin asıl belirleyici unsuru ve kavramsal çerçevesi olan zihniyet, bireyin ‘şimdiki zaman’daki somut, ‘gelecek’teki soyut varoluş formudur. Bu yönüyle o, sırf zihinde kapalı kalmış bir fikir değil, bireyin eylemleriyle somutlaşan kabuller şemasıdır. Bireyler ve siyasal gruplar kendilerini zihniyet yapılarına göre dışa açıp temsil ederler. Buradan da doğal olarak, temsilde veya dışa açmada, dış dünyada olup bitenler karşısındaki anlama ve tavır alışta, çözüm üretmede, yani çözülmeyi bekleyen sorunlara çözüm üretememe veya kısır çözümler üretme noktasında bir problem varsa, bunun, zihniyetten kaynaklandığı sonucu çıkar. Bu sorunun aşılması da ancak düşünme biçiminin değiştirilmesiyle, bir zihniyet devrimiyle mümkün olur.

Zihniyet; toplumların ve bireylerin bilgi, gelenek, duygu, bilinç, kültür, inanç faktörlerinin etkisiyle gelişen düşünme biçimidir. Bu düşünme biçimi toplumsal aklın inşası anlamına da gelmektedir. Aslında toplumların yükseliş ve çöküş zeminini hazırlayan bu unsur olmaktadır. Bu noktada ezen, sömüren, ötekileştiren, tahakkümcü akıl, kötü zihniyeti temsil ederken; adalet, özgürlük, kurtuluş, merhamet, hakikat, hukuk temelleri üzerine inşa edilen akıl ise yükseliş zihniyetini temsil etmektedir.

Depremin felakete dönüşmesinde tek sebep zihniyettir. Çünkü içinde yaşadığımız coğrafyanın deprem kuşağında olduğu siyaset çevrelerince bilinmektedir. Zihniyet devrimi olmadan benzeri felaketler hep yaşanacaktır.

Deprem ve Ötekileştirme

Ötekileştirmek; bir insanı, bir topluluğu, bir grubu vb. düşüncesi, dini, dili, ırkı, mezhebi, kimliği, fikri nedeniyle yok saymak, görmezden gelmek, değersizleştirmek, kabul etmemek, düşman görmek demektir.

Ötekileştiren güç, ötekileştirdiğini aşağılar, suçlar. Ötekileştirilen ise suçsuzluğunu ispatlayana kadar suçludur.’ demişti Franz Fanon.

Felaketler nasıl ki ideoloji ayrımı yapmıyorsa insanlığın da felaketler karşısında ideolojik ayrım yapmaması gerekir. Depremde her ideolojiden insan enkaz altında kalmış, felaketten de her ideolojiden insan etkilenmiştir. Ama maalesef bu felaket karşısında da ideolojilerimizden arınamıyoruz. Felaketler karşısındaki bir kör taassup en az felaket kadar toplumun canını yakıyor, insanlarımıza acı veriyor.

Normal şartlarda afetlerin insanı daha bir insanileştireceği ve azgınlığını bir nebze giderdiği beklenir. Ama maalesef bu depremde de ötekileştirmenin ırkçılığın tavizsiz sürdürüldüğünü görüyoruz. Özellikle Suriye ve Afgan mültecilere karşı adeta iftira kampanyaları yürütülüyor. İftiranın biri bitiyor ötekisi başlatılıyor.

Depremin Teopolitiği

6 Şubat 2023 depreminde de 17 ağustos depreminde 28 Şubat gölgesindeki yönetimin kör taassubuna benzer uygulamaları duymak gerçekten çok üzüntü vericidir. 1999 Depremi sırasında hükümetin valiliklerin yaptıklarını hatırlayalım. “Yönetim depremzedelerin yaralarını sarmak için söze gelir hiçbir şey yapmadığı halde yardım etmek isteyenlerin de önlerine çeşitli engeller çıkartmıştı. Örneğin İstanbul valiliği uluslararası insani yardım kuruluşlarından olan IHH'nın ve Türkiye'nin tanınmış insan hakları kuruluşlarından olan Mazlum-Der'in depremzedelere yardım amacıyla açmış oldukları banka hesaplarını bloke etmişti. Öte yandan Bolu Valiliği, Türkiye'nin ileri gelen holdinglerinden olan Kombassan'ın yardımlarını depremzedelere ulaştırmasına engel olmuştu. Oysa Kombassan depremin ilk günlerinden itibaren depremden zarar görenlere yardım etmeye başlamış ve kısa sürede toplam üç trilyon lira (6 milyon 750 bin dolar) yardım etmişti. Depremin evsiz bıraktığı insanları çadırlara yerleştirmek için hükümet söze gelir bir şey yapmazken Kombassan binlerce insanı çadırlara yerleştirmek için bir çadırkent kurmuştu.” Dünün mazlumları da aynı hataya düştü, değişen bir şey yok.

Felaket anında yaşanan problemlerden biri de olup bitenlerden ötekini sorumlu tutmak veya suçlamaktır. Sebep ne olursa olsun felaketin enkazı üzerinden birbirini suçlayarak tartışmak doğru değildir. Ancak sağlam bilgi ve belgelerin bulunması durumunda suçluların tespit edilmesi ve usulüne uygun olarak gereğinin yapılması doğal karşılanmalıdır. Özellikle ortaya çıkan zorluklarla ilgili, teknik ve mesleki yorumlar, bilim uzmanlarının görüşlerine bırakılmasına özen gösterilmelidir. Deprem gibi tabiat olayları (insani tedbirleri azami derecede almak şartıyla) bazen; yeryüzünde böbürlenerek dolaşan, gururuna tapan, özgüveni arttıkça kendini Allah’tan müstağni sayanların; aczini anlaması, varoluş sebebini kavraması ve yüce kudret sahibine yönelmesi için güzel bir fırsat tanımaktadır. Bu fırsat, kendisini çevreleyen iç ve dış âleme ibret gözüyle bakarak gerçekleri daha yakından tanımaya ve aczini kavramaya vesile olabilir.

Deprem üzerinden yıllar geçtikçe o günlerde din adına yapılmış bazı yorumların ne kadar yersiz, ne kadar komik olabileceğini algılayabiliyoruz. Hep öyle olmuyor mu? Süreci sağlıklı yürütmek olayın içindeyken mümkün olmuyor. Yaşanılan şokun etkisiyle soğukkanlı yorumlar yapılamıyor.  Herkesten çok, olayı yaşayan, evlerini, yakınlarını kaybeden insanlar depremi sadece ceza boyutuyla algılama psikolojisi içine gir(diril)iyorlar.  Depremi Allah’ın özel bir cezası olarak algıl(at)ıyorlar. Depreme maruz kalan bölge insanının önemli bir kısmına depremi günahlara karşılık gönderilmiş bir ceza olarak algıl(at)ıyorlar.

İktidarda sol hükümet olsa bir takım gazeteler 7.7 ve 7.6 depremler yetmedi mi diye manşet atarlardı! Bazı tarikat hocaları kendisini Allah’ın sözcüsü yerine koyup günahlar yüzünden Allah cezalandır diyorlar! Bir kimse Allah’ın sözcüsü gibi insanlar depremde günahtan dolayı öldüler derse şirke girer.” şeklinde ilmihallere deprem fıkhı eklenmeli!

Depremi Dini Referanslarla Yorumlamak

Günümüzde deprem ilgili olarak çeşitli dini söylemler mevcuttur. Bazıları kendilerini yargı makamına konumlandırarak sosyal medya üzerinden henüz sıcak yaralarını saramayan insanlara yönelik, uluorta azap, ceza ve intikam gibi dini söylemlerle tehdit dilini kullanmaktadır. Hiç kimse yaşanan mağduriyetleri gerekçe göstererek dini referanslarla ötekini uluorta suçlama ve uhrevi ceza ile tehdit etme hakkına sahip değildir. İnsan hayatını merkeze alan İslâm; olağanüstü olaylara inançlı, sosyal destek arayışı, sabır, tahammül, iyimser, umutlu ve çözümleyici bir anlayışla yaklaşmayı ön görmüştür.

Kur’ân’da geçmiş milletlerin bir takım afetlerle helak olduğuna ilişkin ifade edilen deliller bugüne olduğu gibi uygulanamaz. Bunun en büyük nedeni helak olan kavimlere peygamber gönderilmiş ve mucizeler gösterilmiş olmasıdır. Helak edilecek her kavme doğrudan vahiy ve ihtar gelmiştir. Bu konuda Allah Şuara 26:227. ayetinde şöyle der; “Hiçbir kent halkını kendilerine öğüt veren uyarıcılar gelmeden yok etmedik. Biz zalim değiliz.” Ayrıca Allah Fatır 35:45. ayetinde; “Eğer Allah, insanları işleyip kazandıkları (günahlar) yüzünden hemen yakalayıp sorgulayarak cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı.” buyurmuştur. Dolaysıyla Allah’ın demediğini diyerek günahlar ya da birilerinin intikamı için Allah’ın toplumları, şehirleri cezalandıracağını iddia edemeyiz.  

Deprem Coğrafi Kaderimizdir Siyasal Kaderimiz Değil

Türkiye coğrafyası fay kuşağında olması dolayısıyla deprem bizim coğrafi kaderimizdir. Büyük tehlike,  bizler bu bilimsel gerçekliği örterek görmezden gelerek deprem sonucu yıkımları toplumsal ve siyasal kaderimiz haline getiririz. Yani depremler öldürmüyor siyasal kaderimiz (plansızlığımız) öldürüyor.

Özetle: Depremde ölüm oluyorsa, tedbirde noksanlık var demektir. Noksanlıkların giderilmesinin yolu; bilime ve mühendislik hizmetlerine başvurmaktır. Mühendislik hizmeti almayan, bilime ve bilimin uyarılarına kulak tıkayan ülkeler ve uluslar yerin her doğal hareketinde can vermeye devam edeceklerdir.

Deprem, sel, heyelan, çığ düşmesi ve benzeri doğal olaylar, Dünya’nın yaratılışından beri meydana gelen ve gelecekte de meydana gelecek olan doğal olaylardır. Aslolan bu doğa olaylarını, bir afete, bir felakete dönüşmeden önleme becerisini göstermektir.

Örgütlü toplumların kurduğu en önemli örgüt devlettir. Devletin görevi; vatandaşların yaşam kalitesini yükseltmek ve yaşam hakkını güvence altına almaktır. Aynı zamanda sağlam konutlarda yaşamayı da vatandaşlarına sağlamak devletin öncelikli görevlerindendir.

Bilim ve mühendislik her alanda olduğu gibi, yaşamın sürdürüldüğü her yapıda, insanlığa hizmet etmektedir.

Hiçbir tedbir almadan, günlük demeçlerle siyaset yapan anlayışlar, yurttaşlarının deprem korkusuyla yaşamlarına, çaresizlik içinde ölümü beklemelerine neden olmaktadırlar.

Japonya gibi, binalarında ve her tür yapılarında; zeminden-çatıya mühendislik-mimarlık hizmeti alan, kentsel dönüşümde, zemin-yapı ilişkisinde; Jeofizik, Jeoloji ve İnşaat Mühendisliği biliminden faydalanan ülkeler korkusuzca yaşamlarını sürdürmektedirler.

İslam'ın erken dönemlerinde başlayan dini siyasallaştırma (politize), halkı da siyaset dışı bırakma (depolitize) sürecinde kader inancı çeşitli şekillerde kullanılmış ve bu konu hakkında birçok tartışmalar yaşanmıştır. O günlerden beri zaman zaman bir takım siyaset adamlarının, yönetimi altındaki halk üzerinde baskıcı ya da uyutmacı bir yönetim biçimi sergilemeleri ve üstelik bir takım hadisleri de kullanarak, yaptıklarını kadere bağlamaları nedeniyle, yüzyıllardan beri İslam toplumları yanlış ve çelişkili bir kader anlayışına sürüklenmiştir. Böylece, kaderci (fatalist) bir zihniyet yapılanması içerisinde bulunan, kendi sorunlarının çözümünü kendi dışında arayan; hazırcı, bedbin, miskin ve tembel insanların çoğalmasına, üstelik bu anlayışın İslam toplumlarında hakim görüş haline gelmesine sebep olunmuştur. Bu bakımdan çağımızda İslam toplumlarının sorunlarına çözümler getirebilecek ilkeler içeren, Müslüman kültürünün biçimlendirdiği tarihsel düşünce hareketlerinin dini okuma-yorumlama ve insana bakış açıları yeniden değerlendirilmelidir.



[1] Muhammed bin Cerir Et-Taberî, Taberî Tefsiri, çev. Mehmet Keskin (İstanbul: Sağlam Yayınevi, 2019), 4: 346.

[2] İgili ayetler: Talak 65: 3, Enam 6:61, Hac 22:74, Zümer 39: 67, Ahzab 33: 38, Bakara 2: 236, Ra'd 13: 17, Hıcr 15: 21, Ta Ha 20: 40, Müminun 23: 18, Şûra 42: 27, Zuhruf 43: 11, Kamer 54: 49, Mürselat 77: 22

[3]  Kehf 18: 29, Fussilet 41: 40, İnsan 76: 2-3, Bakara 2: 220; En‘âm 6: 35; 104-107, 149; Ra‘d 13:31; Şu‘arâ 26: 3-4; Hûd 11: 15, 28; Kâfirûn 109: 6; Yûnus 10: 99, 108; Teğâbün 64: 2; Zümer 39:7, 15; Nahl 16: 9, 36, 93, 99; Secde 32: 13; Mâide 5: 48; İsrâ 17: 15, 18; Şûrâ 42: 20, 48; Ğâşiye 88: 21-22; Nisâ 4: 80; Beled 90: 10.

[4] Bülent Şahin Erdeğer, Independent Türkçe, 1 Ocak 2022

[5] Bülent Şahin Erdeğer, Independent Türkçe, 1 Ocak 2022

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

KEVSER SURESİNİN İNCELENMESİ