ÜMMETİN PARADİGMASI: KUR’AN’IN REHBERLİĞİ
ÜMMETİN PARADİGMASI: KUR’AN’IN
REHBERLİĞİ
Nesneleşmiş bir akıl,özne bir dil kuramaz.
Mustafa
İSLAMOĞLU
Tarihi süreç içinde İslam
ümmeti, Kur'an hakkındaki algılarını nefsi, itikadi, usuli etkilenmelerle
bulandırdı. Emeviler döneminde başlayan yönetim planındaki cahili sapmalar,
peşi sıra yakasına yapışan Yahudi ve Hristiyan ilahiyatının, Hint mitolojisinin
ve Yunan felsefesinin istilasıyla ümmetin aklının felci kaçınılmaz oldu.
Tevhidi bilinçle oluşan ümmet bilinci, gerek ilahiyat alanında gerek yönetim
mekanizmasında Kur'an'ı ölçü edinmekten uzaklaştıkça iç zindeliğini yitirdi.
Kur’an, baştan sona kadar önce
anlamayı gerçekleştirerek inanmayı talep eden bir çağrı iken; klasik İslami
düşünce, Kur’an’ı önce inanılacak, sonra anlaşılacak bir inanç nesnesine
dönüştürerek Kur’an’ın yaptığını tersine çevirdi.[1]
Ümmetin bir paradimaya ihtiyacı var. Bir paradigma
yada diriliş teolojisi kurgulamak için önce bir İslam metodolojisi inşa
etmeliyiz. En başta Şafi’nin ortaya koyduğu metodoloji ile ve haberi vahidlerin
dindeki otoritesiyle hesaplaşılması gerekiyor. Bugün Hanefi mezhebi bile
ehli-rey kimliğinden çıkartılarak Şafi’nin metodolojisinin güdümüne
sokulmuştur. Kuran’ın otoritesini
genişleten, haberi vahidlerin otoritesini sorgulayan bir metodoloji inşa
edilmelidir. Dinin insan aklına geniş
bir alan bağışladığını gösteren bir metodolojinin oluşturulması gerekiyor.
Metodoloji geliştirilirken dikkat edilecek en temel hususlar şunlar olabilir:
Kur’an otoritesini artırmak; Kur’an’ı, mezhebin ve mezhepçiliğin önüne
geçirmek; Dine ilave yapan sahte otoriteleri deşifre etmek; İndirilen dini,
uydurulan dinin önüne geçirmek; Küresel güçlerin sahte değerlerini dine
uydurmamak.
İslam
dünyasında yaşayan ve yaşatılmaya çalışılan teoloji ortaçağda kurgulandı. 9-13.
yüzyıllar arasında etkin olan ve bugün geçerliliği sorgulanan İslamın Sünni
yorumunun “Eş’ari-rivayet” kanadıdır. Bu
teoloji 14. yüzyıldan itibaren de maalesef kendini yenileyemedi. Sünni yorumun
“Maturidi-rey ekolü” ise hep teoride kaldı. Pratik hayata geçmesine siyasi erk
hiçbir zaman izin vermedi. Geçen 10
asırda gelenekçiler hüküm sürdü. Gelenekçiler; Selefiler, Eş’ariler, Rivayet
Ekolü ve Sufilerdir. Selefiler(Eş’ariler, Rivayet Ekolü) müslümanları dünyadan,
Eşariler ise akıldan uzaklaştırdılar. Bunların zihni bugüne değil, geçmişe
dönüktür. İnsanları geçmişe ve geçmişte yaşamaya çağırırlar. Dünyacı ve akılcı
değillerdir. Dinin merkezine metafizik âlemi koyarlar. Oysa metafizik alem
dinin maksadı değil, neticesidir. Yenilikçiler, Rey Ekolü, Mutezile, Felsefe ve
Bilim Ekolüdür. Bunların zihni geçmişe değil, bugüne ve geleceğe dönüktür.
Teolojinin
kurgulanması tasavvurların yeniden inşasını gerektirmektedir. Kuran’ın ortaya
koyduğu tasavvurlar ya içi boşaltılmış ya da anlamları kaydırılmış durumda.
Teoloji kurgusu; akidede tasavvurların (Allah, peygamber, Kuran) inşası,
hukukta metodolojinin inşası, yani tevhid ve adaletin yeniden inşası demektir.
Tasavvur,
bilgilenme sürecinin başlangıç noktasıdır. İnsanoğlunun ölçme ve değerlendirmede
kullandığı temel değerlerin oluştuğu yer, tasavvurdur. Bu açıdan tasavvur,
aklın kurucu öznesidir… Dolayısıyla aklın doğru çalışması, tasavvurun doğru
inşa edilmesine bağlıdır. Yanlış inşa edilmiş bir tasavvur, insanı yanlış
muhakemeye sürükler. Yanlış muhakeme, zorunlu olarak yanlış davranışı
doğuracaktır.[2] Örneğin
peygamber tasavvurumuzu inşa eden Kur’an O’nu bize örnek gösterir. “Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve
Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır
(33/21)”. Ancak peygamber
tasavvurumuzu “örnek alınanı”, “taklit
edilen” olarak inşa ettiğimizde; bu muhakeme bizi sonu alınmaz yanlış inanış ve
davranışlara itecektir. Yani peygamber aleyhisselamın her yaptığı şey
nedenselliği araştırılmadan taklit edilecektir. Dişini misvaklaması taklit
edilecek… Asa taşıması taklit edilecek… Kaşık kullanmaması taklit edilecek…
Sonunda bu, insanları kendi koydukları
“taklit edilen” bir peygamber tasavvurunu dahi inkâr edip, böyle bir
peygamber taklit edilemez deyip vazgeçecekler.
İslam
teolojisinin dünya görüşü olabilmesi, rey ekolünün/yenilikçilerin hayata
geçirilmesine bağlıdır. Rey Ekolü tarihte hep teoride kalmış ve siyasi erk bu
düşüncenin hayata geçmesine engel olmuştur. Çünkü rey Ekolü statükocu değil,
devrimciydi. İki ekolünde teoloji kurgusu birbirinden tamamen farklıdır.
Rivayet aklı dışlar, rey aklı gerekli görür. Rivayet mezhebi dinleştirir, rey
mezhepten faydalanmayı öngörür. Rivayet içtihat kapsını kapatır, rey o kapının
açık kalmasını savunur. Rivayet tarihi kutsar, rey tarihten ders çıkarılmasını
ister. Rivayetin nassı okuma şekli lafzi, reyin nassı okuma biçimi maksada
yöneliktir. Rivayet dini duvar gibi geçilmez görürken, rey dini insana çözüm ve
geçiş sunan bir kapı görür. Rivayet Allah’ın fiillerinde keyfiliği savunurken,
rey ahlakiliği ve gayeliliği savunur. Örneğin Gazali ayete rağmen, “Allah
insana gücünün yetmediği şeyi yükler” demektedir. Rivayet Hz. Peygamberi (as)
“taklit edilen” olarak algılarken, rey O’nu “örnek alınan” olarak algılar. Rivayet Kuran’ı nesne, rey
ise özne olarak görür.
Ümmeti ancak
Kur’an rehberliği kurtarır!
Kur’an’ın
deyimiyle, dini de kulluğu da Allah’a has kılmanın tek yolu, Kur’an’ı; yalnız
ve yalnız Kur’an’ı dinin tek kaynağı olarak görmektir. Evet, dinin tek kaynağı Kur’an’dır. Kur’an’ın
dışında kalan her ne varsa, onlar ancak bilgi değeri olan şeyler olarak
görülmelidir. Bunlar, Müslümanların kültürel değerleridir. Ve elbette
yararlanılmaları konusunda büyük bir öneme sahiptirler. Dinin tek kaynağı Kur’an’dır derken kastımız
şudur: Kur’an’da yer almayan hiçbir şey din değildir. Allah’ın gönderdiği din, Kur’an’dan
ibarettir. Ve Allah kendisine ortak kabul etmediği gibi, dinine de hiçbir şeyi
ortak etmemiştir.
Kuran
algısındaki kırılmanın farkına varma teoloji kurgusunun temelini
oluşturacaktır. Mustafa İslamoğlu bu konuya şöyle izahat getirmektedir: Vahiy
inşa edici bir özne olmaktan çıkarılıp ‘kutsal nesne’ haline getirilmesi üç
aşamada gerçekleşti:
Birinci aşama: Lafız, mana ve
maksattan oluşan vahyin makro ayağı olan “maksat” ihmal edilerek, vahiy lafız
ve manaya indirgendi. Oysa lafız ve mananın hakemi maksat idi. Hakem
dışlanınca, ilahi vahyin muradını anlamak güçleşti. Yalnız lafız ve manaya dayanarak
anlama çabaları, bir takım anlama sorunlarına kapı açtı. Maksadı göz ardı
edilen vahyin, inşa edici bir özne olmaktan çıkarılması doğaldı. Çünkü inşa
edicilik doğrudan vahyin maksadıyla alakalıydı.
İkinci aşama: Lafız ve manaya
indirgenen vahyi anlama işi, bu kez ikinci ayağından da mahrum kalarak sadece
lafza indirgendi. Bu, yukarıdaki şekilde başlayan sürecin doğal sonucuydu. Bu
sonuç ise, anlamın kendi kendini üretmesine engel oldu. Vahyin muhatapları
vahiyle diyalog kurmak, onu diyalojik bir tasavvurla “okumak” yerine
“hatmetmeye” başladılar. Aslında bu, anlamın yokluğundan doğan açığı, lafzı
abartarak kapatmak demekti.
Üçüncü aşama: Vahiy sadece
lafza indirgenince, Kur’an da sadece “mushaf” a indirgendi. O artık inşa eden
bir özne değildi. Çünkü o artık muhataplarını değil, muhatapları onu
‘yüceltiyorlardı’. Oysaki vahiy kendiliğinden yüceydi ve onun insan tarafından
yüceltilmeye değil, anlaşılmaya ve yaşanmaya ihtiyacı vardı. Vahyi
nesneleştiren muhataplar, onu nesneleştirmenin bedelini “yücelterek” ödeme
çabası içine girdiler. Bu âdete vahye verilmiş bir “sus payı”na dönüştü. O
muhataplarının hayatından bir şeyleri imha edip yeni bir şeyler inşa etmeyecek,
muhatapları da vahyi ne kadar becerebilirlerse o kadar yükseğe kaldıracaklardı.[3]
Bizler Allah
Rasulünün, gönderildiği dönemde egemen cahili paradigma ve onun ürettiği
sorunlar içinde çırpınıp duran toplumunu vahy eşliğinde nasıl dönüştürdüğünü;
İslami paradigma ekseninde ideal bir toplum modelini inşa etme sürecine kadar
hangi adımları takip ettiğini incelemeliyiz.
Siz, insanlar
için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; marufu (iyiliği) emreder, münker
(kötülük)den sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış
olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır,
fakat çoğunluğu fasıklardır. (3/110)
Kur’an’a
bakıldığında "müminlerin ancak kardeş olabilecekleri (49/10)",
"ancak müminlerin birbirini velî edinebilecekleri (9/71)",
"gayr-i Müslimlerin, kendi dinlerinden olmayanlardan razı olmayacakları
(2/120)" nın defalarca ifade edildiği görülecektir. Bu ilâhî düsturlar asla
değişmez, çağdaş allamalar ve pullamalar bizi aldatmamalıdır.
Topluca Allah’ın
ipine sarılın. Fırkalaşmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini
hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını ısındırdı ve
siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz, tam ateş çukurunun
kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah,
size ayetlerini böyle açıklar. (3/103) Sizden; hayra çağıran, marufu (iyiliği)
emreden ve münkerden (kötülükten) sakındıran bir ümmet (topluluk) bulunsun.
Felaha kurtuluşa erenler işte bunlardır. (3/104)
Müfessirler, bu ayetin
emri uyarınca, Müslümanlar içinde, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir
sosyal kontrol teşkilatının veya müessesesinin bulunmasının farz-ı kifâye
olduğunu belirtmişler, ancak, bu görevi üstlenen kişilerde, görevin iyi ve
hakkaniyete uygun olarak yerine getirilmesini mümkün kılacak bazı şartların
bulunması gerektiğine de işaret etmişlerdir.
Bu gün, iki
milyarı bulmuş ümmetin bir şeyler yapamaması, ayaklar altında ezilmesi
utanılacak, bir durumdur. Niçin? Çünkü
yüzlerce klikçiliği, ekolculuğu, cemaatçiliği, mezhepçilği yaşadığımız içindir.
Ümmeti içine düşmüş olduğu durumdan kurtaracak iki reçete vardır. Onlar: Kur’an
ve aklı özne durumuna getirmektir.
Kuran’ın
ve Aklın Nesneleştirilmesi
Ümmetin
1400 yıldır ayaklarına takılan iki pranga var: Kur’an’ı nesneleştirme,
aklı
nesneleştirme.
Kur’an, insanlığı
inşa etmek, onları akıl tutulmalarından kurtarıp, selim akla ulaştırmak için
indirilmiştir. Kur’an’a kendini muhatap kılanı, mutluğa kavuşturur. Kur’an’ın
hedefi bu iken, göz ardı edip, onu mehcur bıraktık. Kur’an’a hicret edeceğimize
Kur’an’dan hicret ettik. Kur’an’a inşa eden bir özne değil, inşa edilen bir nesne
muamelesi yaptık. Kur’an’ı
nesneleştirirken aslında kendi aklımızı nesneleştiriyorduk. Kur’an kendisini
“tertil” ile okumamızı istedi, biz ise onu “tecvit” ile okuduk. Yani bizden
hayatı güzelleştirmemizi istedi, biz ise okuyuşu güzelleştirdik… Onun için
Kur’an’ı yeniden hayatımızın öznesi kılmak için; lafızdan manaya, manadan
maksada, tecvitten tertile geçiş kaçınılmazdır. Aksi halde ümmetin
nesneleşme süreci devam edecektir. Zaten Kur’an’ı nesneleştirmenin cezasını
çağın nesnesi olmakla çekmiyor muyuz?!
Akıl, layık
olduğu yere konmayınca nesneleşti. Nesne olan aklın çalışıp sahibini özne
kılması ve dahası ona Kur’an’ı anlamada yardımcı olması mümkün değildi. Hâlbuki
Kur‘an, sürekli “düşünen bir kavme/li kavmin yetefekkerun”
e çağrıda bulunuyordu. Bu da gösteriyor
ki vahyi anlamada aklın yeri küçümsenecek gibi değildir. Akıl ile vahiy, birleştirilmesi gereken şeylerdendir. Zira bu iki unsur hakikatin iki parçası
gibidir. Hakikat parçalanınca da hakikat olmaktan çıkar. Ümmetin temel
rahatsızlığı bu ikisini ayrıştırmasıdır. Akıl vahiyden ayrılınca din hurafeye
döndü; vahiy akıldan ayrılınca akıl görmeyen bir göz gibi olup inkar
vadilerinde dolaşmaya başladı. Yeniden bir dirilişin gerçekleşmesi için ümmetin
temel dinamikleri olan temel özelliklerine geri dönmesi onlara hayat vermesi,
onların da ümmete hayat vermesi ile mümkündür.
İslam Ümmetinin Temel Özellikleri
Bir
akıl ve bilinç bütünlüğüne sahip olarak etnik ve ulusalcı alanları aşabilmemiz,
bir ümmet ve gelecek perspektifine sahip olabilmemiz; esasa, temellere ilişkin
konuları gündemimize almamız, küresel dünyada etkileyici ve dönüştürücü İslami
bir rol üstlenmemiz hayati önemi olan, öncelikli uğraşımız olmalıdır. Bu
bağlamda gerçeklik anlayışımızı kimim şekillendirdiği konusu halen tartışmaya
açık bir konudur. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz küresel kültür, açıkça güçlü
bir tahakküm kaynağıdır. Her şeyin büyük bir alaca karanlık içerisinde
bulunduğu bir dünyada, öncelikli sorumluluğumuz İslami konumumuzu, saflarımızı,
tarzımızı yeniden seçmek olmalıdır. Bizler, Müslümanlar olarak geçmişten miras
alarak aldığımız birikimi tüketiyoruz. 21. Yüzyıl üzerinde etkili olabilecek,
yankısı olabilecek, yeni bir birikim, bilinç, kültür üretmiyoruz. Bağımsız bir
birikim, bilinç, kültür üretecek entelektüellere, alimlere sahip değiliz.
Özellikle genç Müslümanların geçmişe özgü mirası, birikimi çoğaltmak,
zenginleştirmek, güncelleştirmek yönünde çabaları olmalı.[4]
İslam Ümmetini
diğer toplumlardan ayıran bazı özellikler vardır. Bu özellikleri tam olarak hayata
taşımadığı sürece bir toplum ümmet olma vasfını kazanamaz. Bu özellikler:
a) Vasat olması: İslam toplumu
her türlü aşırılıktan kaçınan orta yolu tutmuş, dengeli bir toplumdur.
"Sizi, işte böyle vasat bir ümmet kıldık ki insanlara şahit olasınız ve
peygamber de size şahit olsun..." (2/143)
"Onlardan
vasat/aşırılıklardan kaçınan bir ümmet de vardı. Onlardan çoğunun yaptığı ne
kötü idi." (5/Maide: 66)
b) Adil olması: İslam toplumunun
temel özelliklerinden birisi de adalet ilkesidir. Her müslümanın fert olarak
adaleti gözetmesi gerektiği gibi toplum olarak da Müslümanlar adil olmak
zorundadırlar. Adaleti sadece Müslümanlar arasında değil bütün insanlar, hatta
canlı cansız tüm varlıklar için de uygulamalıdırlar. Mü'min bir insanın hakkını
nasıl korumak zorunda ise bir gayri müslimin hakkını da aynen korumak
zorundadırlar. Mü'min olmadığı için hiç kimse yaşama ve insani haklardan
yararlanmaktan mahrum edilemez. 7/159, 181
c) İyiliği emr, kötülüğü nehy: İslam
toplumunun bir diğer özelliği de iyiliği emredici olması, kötülüğe de engel
olmasıdır. İktidar ancak güç ile temsil edilir. Yaptırım gücünü elinde
bulundurmayan kimseler başkaları tarafından yaptırıma zorlanır. Bunun için İslam
toplumu yaptırım gücünü elinde bulundurur ve bu gücün kötüye kullanılmasına
engel olur. Bu gücü ifsat, zulüm ve taşkınlık için kullanacakların önünü keser
ve o gücü yalnızca adaletin tecellisi için kullanır.
"Sizden
hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülüğe engel olan bir ümmet olsun. İşte
kurtuluşa erecekler bunlardır." (3/Al-i İmran: 104).
"İçlerinden
bir topluluk: "Allah'ın kendilerini helak edeceğini, yahut şiddetli bir
azaba uğrayacak olan bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?" demişti de,
onlar: "Rabbinize karşı bir mazeret olsun diye.. umulur ki
korkarlar." diye cevap vermişlerdi." (7/A'raf: 164)
d) Yardımlaşma: İslam toplumunun
önemli özelliklerinden birisi de yardımlaşmadır. Bu yardımlaşma ekonomik,
siyasi, kültürel, askeri, sosyal vb. her sahada yapılır.
"..İyilik ve
takva hususunda yardımlaşın, günah işlemek ve düşmanlık için yardımlaşmayın.
Allah'tan korkun..."(5/Maide: 2)
e) Ortak tavır/hareket (şûrâ): İslam
toplumunun siyasi yapısı şuraya dayanır. Çünkü müslüman toplum anlayışının
temelinde şura vardır. Ortak hareket etmek arzusu vardır. Zaten toplumları
helake sürükleyen ve güç kaybettiren sebeplerin başında istişareye dayanmayan,
baskıcı, zorba ve dayatmacı anlayışlar gelir. Bu konuda Allah, Peygamberin bile
'musaytır' (bir işi zorla yaptıracak diktatör) olmadığını açıklıyor. Mü'minlere
karşı yumuşak ve merhametle hareket etmesini emrediyor. Önceki toplumların
aralarındaki bağy sebebiyle paramparça olduklarını açıklıyor.
"..Aralarındaki
bağy sebebiyle, kendilerine ilim geldikten sonra fırka fırka oldular..."
(42/Şura: 14)
"(Mü'min
toplumun) … işleri aralarında şura iledir.." (42/Şura: 38)
Ümmeti arada
tutacak olan bu beş unsurun hayat bulması, ümmete önderlik edecek aydın ve
ulemanın bir direniş teolojisi kurgulamaları; ümmetinde bunu hayata geçirmeyi
kendilerine verilmiş bir ödev telakki etmeleri gerekir.
Bütün dinlere tarih boyu musallat olan kötü bir kader
vardır. Daha doğrusu bu kader, dinin kabahati değil; insanın trajedisidir. Bu
talihsizlik, Ali Şeriati’nin “Dine Karşı Din” adlı kitabında gösterdiği gibi,
iktidarların dini “afyon” olarak kullanıp iktidarlarını sürdürmeleridir.
“Metafizik inançlar aracılığı ile, Tanrı ve tanrılara inanç, ahiret hayatına
inanç, mukaddesata inanç, gaybi güçlere inanç aracılığı ile statükoyu meşru göstermek
ve ona gerekçe hazırlamak bu şirk dinin amacıdır. Bu din, gerçek din adına şunu
yapar: Halk olup bitenin, toplumsal durumun zorunlu olduğuna, bunun ilahi irade
gereği olduğuna inanmalıdır. Bu yazgıdır, takdirdir.” (Şeriati, Dine Karşı Din,
çev: H. Hatemi. İstanbul.1987. 34) Dolayısıyla dini “kimin” anladığı ve “ne
için” yorumladığı, dinin “ne” olduğundan daha önemlidir. Kur’an’ın kendisi,
dini bir Tevhid davası olduğu kadar, aynı zamanda ahlaki ve siyasal bir “adalet
davası”nın doğuş sürecine eşlik ettiği gibi, bir “Direniş Teolojisi” de işgal
durumlarında direniş eylemi sürecinden doğmalı. F. İshak’ın dediği gibi: “Dogma
praxisi (âdet, pratik) önceleyebilir; fakat özgürlük/kurtuluş sürecinde oluşan
teolojiyi önceleyemez. Baskı altındaki toplumlar için teoloji, özgürlük
praxisini takip eden refleksiyondan doğar. “Bizim yolumuzda mücadele edenlere
(doğru)yollarımızı gösteririz.” (29/69) ayeti, bize teoloji “yapma”nın doğru
yolunu gösterir.[5]
Ümmeti birleştirecek unsurlar:
Fertlerin vahiy bilinci ile eğitimi (Kültür
Birliği), fertlerin velayet bağını kurmaları (Sosyal Birlik), Kur'an
eksenli bütünlük (Kur'an'ın Belirleyici Rehberliği), Hukuk Birliği, Ortak
Dil, Fedakarlık, Şûra, Kardeşlik Bilinci.
Emperyalistler;
susan, konuşmayan, yürümeyen, donuk, geçmişle ve geçmişte yaşayan Müslümanlığı
meşru; yürüyen, konuşan ve geleceğe yönelen Müslümanlığı ise gayri meşru
saymaktadır. Emperyalist propaganda faaliyetlerinin bir sonucu olarak bugün
Müslümanlar da dahil olmak üzere herkes, yürüyen İslam’lara son derece temkinli
yaklaşmaktadırlar.[6]
Ümmeti parçalayan unsurlar: Fitne/fısk, zulüm, bağy, cehalet, kavmiyetçilik
ve grupçuluk/mezhepçilik taassubu, seçkin toplum anlayışı, iktidar hırsı vb…
Dört halife ve
Ömer b. Abdulaziz zamanı hariç Müslümanlar yürekleri fethetmeden devlet(ler)i
ele geçirme hastalığından kurtulamamışlardır, ivedilikle bu akıl tutulmasından vazgeçmelidirler.
İktidarı elde etme, zamanla güce tapmayı
peşinden getiriyor. Müslümanların tarihleri bunun örnekleriyle doludur. Bu
eksen kaymasından, akıl tutulmasından kurtulmak için gelecek paragraf kurucu
paradigma olabilir:
İslam,
referanslarında, “dini” hiçbir zaman “devlete” izafe ederek devlete kutsallık
atfetmez. İslam, insanı, yani toplumu (millet, ümmet) devlete önceler ve
kendisini ona izafe eder; hakka ve hayra çağıran bir toplumun (ümmet) olmasını
şart koşar Kur’an. Eğer iktidarı, gücü, devleti “halife” ilan ederseniz, toplum
“iktidar”ın merkebi olacaktır; eğer toplumu “halife” ederseniz, bu kez, tersi
olacak, devlet ve iktidar toplumun “merkebi” olacaktır.[7]
Bütün bunların,
aklın hürriyetine kavuşturulmasıyla gerçekleşeceği hakikati
unutulmamalıdır…
Emperyalist
irade; İslam’ın bir takım kültürel fanteziler halinde yaşatılmasını
istemektedir. Emperyalist irade; hayatın bütün alanlarında Müslüman halkların
susmaya devam etmesini arzu etmektedir. Emperyalist irade; Müslüman kökenli
halkların, ulusal ve tarihsel masallar anlatmaktan ibaret bir tür dini hayatı
canlı tutmasını beklemektedir.[8] İslam’ı
bir folklor mirası olarak kullanma geleneği yüzünden, bugün İslam toplumları
çok boyutlu bir çözülmeyi yaşamaya devem etmektedir. İslam fiilen hayata
müdahale etmeyi ve hayatı düzenlemeyi teklif ederken, kimi çevreler ve
eğilimlerce bir ‘din’ haline getirilen folklorik ve mistik gelenek, hayata
müdahaleyi ve hayatı düzenleme düşüncesini inkar etmektedir.[9]
Özet
olarak: Ümmet; iman toplumudur. Önce iman etmek
gerekir, gerisi peşinden gelir… Kur’an ümmeti inşa eder, ümmeti hayata taşır.
Kur’an ve ümmet et ve kemik gibidir; biri diğeri olmadan düşünülemez. Kur’an
ümmetin aklıdır. Ümmet; zulüm yerine adaleti,
cehalet yerine ilmi, mezhepler yerine Kur’an’ı, fırkalaşmak yerine
şurayı, günahta yardımlaşmak yerine takvada yarışmayı, pasif iyi yerine iyiliği
emir ve kötülükten nehyetmeyi, ifrat ve tefrit yerine dengeyi koymadıkları
müddetçe dirilişi, varlığını ortaya koyması mümkün değildir. Ümmetin ihyası
fıtri ayet olan aklın ihyası ve kavli ayet olan Kur’an’ ın ihyası ile
gerçekleşebilir. Bu ikisini ihya etmek ve onlarla ihya olmak için gayret gösterenlere
selam olsun…
[1] İlhami
Güler, Dini, Teolojik Aforizmalar, 166
[2] Mustafa
İslamoğlu, Hayatın Yeniden İnşası İçin, 39-40
[3] Mustafa
İslamoğlu, Hayatın Yeniden İnşası İçin, 32-33
[4] Atasoy
Müftüoğlu, Küresel Çağda Varolmak, 156
[5] İlhami
Güler, “Sürekli Devrim: "Direniş Teolojisi" makalesinden
[6] Atasoy
Müftüoğlu, Göklerin Ve Yerin Dili, 61
[7] Mustafa
İslamoğlu, Ümmet Yazıları, 21
[8] Atasoy
Müftüoğlu, Göklerin Ve Yerin Dili, 61
[9] Atasoy
Müftüoğlu, Göklerin Ve Yerin Dili, 65
Yorumlar
Yorum Gönder