MÜSLÜMAN DÜŞÜNÜRLERİN DEVLET TASAVVURUNDAKİ KAFA KARIŞIKLILĞI
MÜSLÜMAN DÜŞÜNÜRLERİN DEVLET
TASAVVURUNDAKİ KAFA KARIŞIKLILĞI
Son elli yıl boyunca gerek Türkiye’de,
gerek halkı Müslüman olan ülkelerde pek çok Müslüman veya islami grup enerjisinin
büyük kısmını modern devlet kalıplarına uyan bir ‘İslam devleti’ tasarımı
oluşturup uygulanabilir kılmaya çalışmıştır.
Bu alanda Kur’an ayetlerine
atıfta bulunan onlarca kitap yazılmış olsa bile, dikkatli bir Kur’an
araştırması sonucu, onun belli bir ‘devlet tasarımı’ sunmadığı, ayrıca bir
‘anayasa kitabı’ da olmadığı anlaşılmaktadır. ‘İnsan’ı muhatap alan İlâhî
Kelam’da zamanla aşınmaya veya eskimeye mahkûm belirli herhangi bir ‘devlet
modeli’ yerine; ‘insan’ olarak bir arada yaşayan herkes için her çağda temel
ölçü ve esaslar sunulmaktadır. Bunlar: Adalet, ehliyet ve şuradır. Bu esaslar
dahilinde nasıl bir yönetim biçiminin oluşturulacağı insana bırakılmaktadır. “Kur’an’da
Anahtar Siyasî Kavramlar”ı çalışan Manzuruddin Ahmed şöyle demektedir: “Modern
siyaset bilimine göre anlaşılan devlet kavramını, Kur’anî terminoloji
çerçevesinde keşfetme gayreti abestir...” Zira, “İslam’da buna tekabül
eden bir devlet teorisi bulamayız.”[1]
Hz. Peygamberin Medine’de başında olduğu
yönetimin, ne dünün Bizans veya Sasanî yönetim kalıplarıyla, ne de bugünün
‘modern devlet’ tasarımıyla, ne de Türkiye’deki devlet yapısıyla bir ilgisi
vardır. Peygamber ve ashabının Medine’de sergilediği yönetim bir ihtiyaçtan doğmuş
ve var oluşundan itibaren gerçek kişilerin hukukunun ‘tüzel kişilik’ adına
çiğnenmesi türü yaklaşımlara asla göz kırpmamıştır. Yine Manzuruddin Ahmed’in
dikkat çektiği gibi, ‘modern siyaset bilimine göre, devlet kavramı,
belirli bir toprak parçasında yaşayan bir halk, hukukî olarak oluşturulan bir
hükûmet, toplum içinde yüksek bir iktidar ve yabancı kontrolünden bağımsızlık
gibi unsurların toplamından teşekkül eden soyut bir hukukî şahsiyet’ iken,
Medine ‘devlet’i organik bir nitelik arzetmektedir.[2]
Hz. Peygamber, Medine’ye hicretten sonra
Medine’deki müslüman olan ve olmayan bütün unsurların benimsediği bir anayasal belge
hazırlayarak dinin öngördüğü ilke ve hedeflerle uyumlu bir siyasî yapı
oluşturmaya başlamış ve bu istikamette Medine toplumunu kendi siyasî otoritesi
altında toplamıştır.[3]
Osmanlı Devleti, bugün Türkiye’de İslami
kesimi temsil eden çoğunluğun gözünde bir ‘ideal devlet’ modeli olarak yüceltiliyor
olmakla birlikte, İslami çizgi açısından, devleti önceleyen bir tavrın
zaaflarıyla mâluldür. Meselâ, bu dönemde devletin bekası uğruna masumların
katline verilen cevaz, İslami bir asla dayanmayan; bilakis zorlamalı ‘maslahat’
izahlarına dayandırılmaya çalışılan ‘zalimâne’ bir hükümdür.
Devletin selameti adına ferdin hukukunu
çiğnemenin İslami ölçülere uygunsuzluğu, bilakis açık bir zulüm olduğu hususu
berrak biçimde ortada olduğu halde, Osmanlı dönemi bir ‘tabu’ hükmündedir.
Osmanlı tarihinde, Yıldırım Bayezid’den başlayarak sergilenen ‘kardeş katli’
olayları, bir mü’minin ‘haklı’ görüp savunacağı olaylar olmadığı halde, bu
konuda akıl almaz te’villere girişilmektedir.
Ne yazık ki, çok az Müslüman bu konuda
Said Nursî kadar keskin ve nettir. Said Nursî’nin bu konudaki kanaatini anlamak
için ise, şu üç ifade herhalde kâfidir: “... insanın, cüz’î ve zahirî ve
muvakkat bir hâkimiyeti için kardeşini ve evlâdını zalimâne öldürmesi...”
(Şuâlar, s. 128). “Çok padişahlar, bu redd-i müdahale haysiyetiyle, masum
evladlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler.” (Lem’alar, s.
305). “Vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul
ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki:
‘Cemaatin selameti için fert feda edilir. Vatanın selameti için eşhasın hukuku
nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selameti için cüz’î zulümler nazara
alınmaz.’...” (Emirdağ Lahikası, II, s. 82).
Kur’an açısından, aslolan saltanat ve
siyaset değil; adalettir. Siyaset nazarı çoğunluğun rahatı, devletin bekası,
vatanın selameti adına çok zulümlere fetva verdirir. Ama Kur’ani adalet, tek
bir masumun hayatını ve kanını ‘insanlık nev’inin umumu’ adına dahi heder
görmeye ve feda etmeye izin vermez. “Bir insanı haksız yere öldüren bütün
insanları öldürmüş gibidir.” (Maide 5:32) ayeti bireyin hukuku ve adalet
yönünde ciddi bir hassasiyeti emretmektedir.
İslam hukuku alanında kaleme alınan
eserlerde ve özellikle “Ahkâmü’s-Sultâniyye” ve “Siyasetü’ş-Şer’iyye” türünde
yazılan eserlerde bir yandan siyasal iktidarla ilgili fiilî durum ve
uygulamalarda görülen sapmalar İslamî prensipler ışığında değerlendirilmeye, Kur’an
ve Sünnet’e dayanan bir siyaset ve devlet teorisi geliştirilmeye çalışılırken;
öte yandan içerisinde bulunulan sosyopolitik şartlar dikkate alınmak suretiyle
ve saltanatın baskısı sebebiyle fiilî durum bir anlamda meşrulaştırılmış,
devlet anlayışı siyasî gerçekliğin İslam hukuku açısından yorumlanması ve yönlendirilmesi
şeklinde ortaya konmuştur.[4]
“Allah’ın her asırda halkın içerisinden
birini seçerek onu padişahlık sanatlarıyla süslediği, sonra da halkın
huzurundan sorumlu tuttuğunu” belirten Nizâmülmülk de, iktidar sahibinin,
Allah’ın inayetiyle idaresini üstlendiği toplumun haklarına riayet etmesi ve bütün
düzenlemelerini Allah’ın emirleri ölçüsünde yapması gerektiğini vurgular.[5]
Devletin var oluş sebebinden söz ederek onun kutsallığı konusunda açıklamalar
yapar.[6]
Modernite öncesi yaşanan İslami yönetim
biçimlerinin İslamcılığın kurguladığı ideolojik İslam Devleti ütopyası ile bir
alakası yoktur. Modernite sonrası oluşan uluslararası sistemde bir
“İslam Devleti” kurmaya çalışmanın imkansızlığını çözümlemesi açısından Wael B.
Hallaq’ın “İmkansız Devlet” adlı eseri incelenmelidir.
Devletin mahiyeti, ideal bir devletin
nitelikleri ve bu devletin fiiliyatta karşılığının olup olmadığı meselesi hem
felsefi düşünce tarihinin hem de dinin hâkim olduğu çağlarda dini düşüncenin
felsefi düşünceyle etkileşimi neticesinde farklı dini geleneklerin değişmez
gündem maddesi olagelmiş ve bu bağlamda değişik teoriler geliştirilmiştir.
Modern dönemle birlikte modern devlet
teorisinin ortaya çıkması dini düşünceyi savunma modern devlet teorisini din
adına meşrulaştırma sürecine sokmuştur. Müslümanlar
Liberal Demokratik ya da Marksist versiyonlarıyla modern ulus devlete alternatif
bir paradigma sunmadığı gibi aksine modern ulus devleti İslamlaştırmaya
çalışmaktadırlar. Bu bağlamda “İslam Devleti” gerek Sünni “Hilafet Devleti”
versiyonuyla gerekse de Şii “Velayet-i Fakih Devleti” versiyonuyla modern ulus
devletin tüm yapısal özelliklerini kabullenen bir modeldir.
Ulusal devlet sınırları olan, toplumu
yukarıdan aşağıya devlet eliyle şekillendiren, tahakkümcü ve totaliter bir güç
aygıtının yeşile boyanmasını “İslam Devleti” olarak tanımlamak zulümden başka
bir şey değildir.
“İslam Devleti” ifadesi İslami yani
İslam’a uygun devlet demektir. İslam’a uygunluktan sadece had cezalarının
uygulanmasını anlamak ise çarpık bir din anlayışının ifadesidir.
Devlet, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak
ve onun simgesi olmak için vardır. Siyasal yozlaşmanın olduğu yerde ise devlet
toplumun tamamını temsil etmeyerek yalnızca kendisini yönetenlerin ve onların
etrafındaki dar bir zümrenin çıkarlarına hizmet eder. Devlete kutsallık
atfetmek ise bu erdemli davranışı gerçekleştirmenin önünde çok büyük bir engel
oluşturur çünkü kutsal saydığımız şeyleri eleştiremeyiz. Devleti kutsal
saydığımız zaman onu yönetenlerin buyruklarına veya devlet eliyle gerçekleştirilen
hukuksuzluklara karşı çıkma hakkını kendimizde arayamayız, diğer insanlara
karşı yapılan haksızlıkları desteklemiş olarak tarihe geçeriz. Hiçbir devlet
kutsal değildir. İslam devleti olsa bile bu böyledir. Kutsal olan devlet değil,
Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın tevhid ve adalet eksenli ilke ve ölçüleridir.
Yalnızca Allah’ın ölçülerini, ahkâmını kutsal bilerek devleti o ölçülere tâbi
kılmak İslam devleti mefhumunu doğururken, devleti kutsallaştırmanın siyaset
bilimindeki karşılığı teokrasidir.
Müslüman Düşünürlerden İslam ve
Demokrasiyi Bağdaştıranlar
İslam dünyasında da demokrasinin İslam ile bağdaşabileceğini, en azından ters
düşmeyeceğini savunan isimler vardır. Bu isimlerin önde gelenleri arasında
Malik b. Nebi, Raşid Gannuşi, Abdulkerim Suruş, Muhammed Abid El-Cabiri ve
Yusuf El-Karadavi yer almaktadır. Aslında bu düşünürlerin ileri sürdüğü
fikirler pek de yeni sayılmaz. İslamcılık ideolojisinin ortaya çıktığı dönemde,
Namık Kemal, Ali Suavi, Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Said Halim Paşa,
Said Nursi gibi birçok isim, “hükümet-i meşruta” adı altında demokrasi
talebinde bulunmaktaydı. Dolayısıyla günümüzde de bu iddiayı dillendiren
İslamcılar mevcuttur.
İslam ve demokrasini birbiri ile uyumlu olabileceğini düşünen isimlerden birisi
Malik b. Nebi’dir. Bin Nebi, “İslam ve Demokrasi” adlı eserinde, demokrasiyi
basit bir olgu olarak değerlendirmenin yanlış olduğunu ifade etmektedir. Bin
Nebi’ye göre Müslümanlar, “demokrasiyi klasik Fransız demokrasi ananesinin
şiddetli tesiri altında kalmış bir lügat ve aynı tabirin Arapçaya kazandırmış
olduğu bir yeni tabirin ifade ettiği mana yardımıyla ele almaya” çalıştılar.[7] Ancak
demokrasiyi başka bir müstakil tarz ile yani İslam gibi bir mefhum ile tarif
etmek de mümkündür. Bin Nebi, demokrasiyi ikiye ayırır: seküler demokrasi ve
İslami demokrasi. Seküler demokrasi, insanda hümanitenin ve toplumun varlığını ortaya
çıkarır. İslami demokrasi kavramı ise insanda Tanrı’nın varlığını gerçekleştirir.
Birinci tür demokrasiyi eleştiren Bin Nebi, bu demokrasinin hümanite Tanrı
arasındaki bağı kopardığını ifade eder. İslami demokrasinin ise hem siyasal hem
de sosyal demokrasiyi içeren bir sentez olduğunu ifade eder. Ona göre gerçek
demokrasi de budur.
İslam dünyasında demokrasiye olumlu bakan bir diğer önemli isim ise Faslı düşünür
Muhammed Abid El-Cabiri’dir. Demokrasi yanlısı bir bakışa sahip olduğunu ifade
eden Cabiri’ye göre İslam hem din hem de devlettir. Yani laik bir yapı Müslümanlar
için söz konusu olamaz. İslam’ın hem din hem de devlet olmasından kaynaklı olarak
bir devlet düzeni vardır. Ancak dine ilişkin yaptığı düzenlemeler gibi devlet konusunda
düzenleme yapmamıştır.[8]
Cabiri’ye göre din mutlak ve değişmez olan alanı, siyaset ise göreli ve
değişken alanı temsil etmektedir.[9] Göreli
ve değişken bir yapı olan siyaset, içtihat aracılığıyla çağın şartlarına göre
düzenlenebilir bir boyuttadır. Cabiri demokrasiyi, beşeri egemenlikte ortaklık
olarak tanımlamaktadır.[10]
Dolayısıyla İslam’ın demokrasiye karşıt olduğunu düşünenlerin ileri sürdüğü
“Allah’ın hâkimiyeti-Kulun hâkimiyeti” zıtlığı, Cabiri’de bu şekilde aşılmaya çalışılmaktadır.
İslam ve
demokrasi tartışmalarının son dönemdeki en önemli isimlerinden birisi, Raşid
el-Gannuşi’dir. Gannuşi’ye göre “devlet, üzerinde anlaşma sağlanmış bir
güvenlik aygıtıdır”[11] ve
“İslam, Peygamber ve halifelerin örneğinde olduğu gibi millete bağlı ve onun
hizmetkârı basit bir devlet modeli sunar.” Bu açıdan devlet, bizatihi kutsal ve
tek bir belirlenmiş modele sahip bir varlık değildir. Demokrasiyi uygulanabilir
bir sistem olarak gören Gannuşi’ye göre, demokrasi konusunda bazı İslamcılar ile
İslam düşmanları aynı görüşe sahipler: İslam demokrasiye karşıdır. Bu yaklaşımı
oldukça garip bulan Gannuşi,[12],
siyasi bilimlerde uzman olmayan İslamcıların konumu, nesneleri basit bir
şekilde sınıflandırmaları sonucu bu noktaya ulaştıklarını ifade etmektedir.
“İslami yönetim Allah’ın yönetimidir, demokrasi ise halkın yönetimidir” şeklinde
indirgeyici yaklaşımların sağlıklı olmadığını belirten Gannuşi[13] , Müslümanların
hem modernliğe hem de demokrasiye Fransız, Amerikan veya Rus kapısından girmek
zorunda olmadıklarını ifade etmektedir. Batı, modernizme kendi kapısından, yani
Yunan, Roma ve Hıristiyan mirasından girmiştir. Ancak İslam dünyası, modernizme
sadece laiklikle birlikte ve Batının girdiği kapıdan girmek zorunda değildir.
İslam ve
demokrasinin bağdaşabileceğini düşünen isimlerden biri de, yaşayan en önemli
fıkıh âlimlerinden olan Yusuf El-Karadavi’dir. Karadavi, demokrasinin ve
İslam’ın özünün bir olduğunu ifade etmektedir. Ona göre[14]
“bizim dikkatlerin üzerinde yoğunlaşmasını istediğimiz husus; daha işin başında
işaret ettiğimiz gibi demokrasinin özüdür. O da hiç şüphesizi İslam’ın özü ile
birdir.” Hatta Karadavi’ye göre İslam yerleştirmiş olduğu kuralların özü
açısından demokrasiden ileridedir. Fakat İslam ayrıntıları, dinin temel
kurallarına, dünya hayatının gereklerine, gelen yenilik ve değişime uygun
olarak Müslümanların içtihadına bırakmıştır.[15] Bu
anlamda Müslümanlar, içtihat aracılığıyla, Müslüman olmayanların tecrübelerinden
faydalanarak, günün şartlarına uygun düşecek gelişmeleri model alabilir. Ona
göre[16]
“teorik bir düşüncenin veya pratik bir çözümün, Müslüman olmayanlardan
alınmasına şer’an bir engel yoktur.” demektedir. Örnek olarak da Ahzab (Hendek)
savaşını vermektedir.
İslam ve demokrasi tartışmalarında bir başka yaklaşım ise İslam’ın demokrasi
ile bağdaştığı yönündeki görüşlerdir. Bu kategoride de hem Batılı sosyal
bilimci isimler, hem de İslamcı isimler mevcuttur. Demokrasiye ilişkin algılama
biçimlerinde Touraine’in belirttiği gibi bir rejim olarak demokrasi ve bir
yönetim mekanizması olarak demokrasi olmak üzere iki algılama biçimi vardır. Bu
bağlamda, İslam’ın demokrasi ile bağdaşabileceğini düşünenler içerisindeki İslamcı
isimler, demokrasiyi bir rejimden ziyade bir yönetim mekanizması olarak
tanımlamaktadırlar.
Müslüman Düşünürlerden İslam ve
Demokrasiyi Bağdaştırmayanlar
İslam ve
demokrasinin bağdaşamayacağını ileri süren iki grup vardır. Birinci grup Batılı
sosyal bilimciler, ikinci grup ise İslamcılar içerisindeki bazı isimlerdir.
Aslında İslam’ın demokrasi ile bağdaşmadığını ifade eden kesimin dile getirdiği
zıtlık, daha çok Batılı anlamıyla liberal demokrasi karşıtlığıdır. Bu anlamda,
çalışmada ele alınacak demokrasi karşıtı hareketlerin ve isimlerin düşünceleri
ile Huntington, Fukuyama, Lewis, vb. isimlerin görüşleri birbirine benzer
görüşlerdir. Temel problem, İslam’ın laik-liberal değerlerle örtüşmemesi veya
İslam’ın değerlerinin, laik liberal değerlerle uyuşmaması problemidir.
İslam’ın
demokrasi ile uyuşmadığı ileri sürenler sadece Batılı sosyal bilimciler
değildir. İslam dünyasında da bu fikrin savunucuları mevcuttur. İslam’ın
demokrasi ile bağdaşmayacağı görüşünü savunanların beslenme kaynakları olarak
öne çıkan isimler arasında İhvan-ı Müslimin ve İhvan içinde özellikle Seyyid
Kutup, Mevdudi ve Cemaat-i İslami Hizbut Tahrir ve özellikle 1960 sonrasında
ortaya çıkan radikal selefi (cihatçı selefi) hareketlerdir. Bu gruptaki
isimlerin temel iddiası İslam’ın kendine has bir devlet modeli olduğudur.[17] Bu
devlet modelinde bazı özellikler demokrasi ile bağdaşır gibi görünse de, nihai
noktada demokrasiden farklılaşır. Bu farklılaşmadaki en temel öğe, “hâkimiyet”
öğesidir. “İslam sisteminde hâkimiyet, kanun koyma yetkisi yalnız ve yalnız tek
bir merciye aittir. O merci ise Allah’tır.”[18] Bu durumda “hâkimiyet kayıtsız şartsız
milletindir” ifadesi akidevi bir probleme yol açarak, Müslümanları şirke bulaştırmaktadır.
Bu bakış açısından hareketle demokrasi, Allah’ın hükmü olmayıp, halkın yasamada
bulunması ya da Tağut’un hükmüdür.[19] Oysa
Allah, Enam Suresi 116. Ayette “yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan,
seni Allah’ın yolundan saptırırlar” buyurmaktadır. Benzeri ayetlerle
görüşlerini destekleyen El-Makdisi,[20]
nihayetinde demokrasiyi Allah’ın hâkimiyetine karşı kulun hâkimiyeti perspektifinden
değerlendirmektedir. Hâkimiyet meselesini demokrasinin zıttı olarak algılayan
kesimin demokrasi yaklaşımı, imani reddiyeciler olarak adlandırılır.[21]
İslam’ın
demokrasi ile bağdaşmadığına ilişkin görüşlerin en önemli kaynaklarından bir
tanesi, Pakistanlı düşünür Ebu’l A’la El-Mevdudi’dir. Mevdudi’ye göre İslam ile
Batı demokrasisinin hiçbir benzerliği yoktur.[22]
Meseleye demokrasinin felsefe boyutu çerçevesinde yaklaşan Mevdudi’ye göre
İslam, halk hâkimiyeti felsefesini tamamen reddeder. Ona göre İslam’ın yönetim
anlayışı Allah’ın hâkimiyeti ve insanın halifeliği üzerine kuruludur. Bu
meseleyi Uluhiyyet (Mutlak ilahlık) ile bağlantılandıran Mevdudi, İlah olarak
Allah’ın mutlak egemenlik sahibi olduğunu, mutlak egemenlik sahibi olan Allah’ın
külli bir nizam olarak İslam’ı insanlığa sunduğunu, uluhiyyetin ise otorite gerektirdiğini
ve bu otoritenin parçalanma kabul etmediğini ileri sürmektedir.[23] Fakat
Kışlakçı’ya göre[24] Mevdudi, siyasi alanda
demokrasi ve anayasal sistem gibi batılı kurumların içeriğini değiştirerek
benimsemektedir. Kendisinin ifadesi ile “teodemokrasi” İslami bir yönetim
biçimi olarak ifade edilebilir. İlahi demokratik bir hükümet, Allah’ın
hükümdarlığı altındaki halka sınırlı bir hâkimiyet verir. Örneğin şeriatta,
hakkında hiçbir açık nass bulunmayan;fakat yapılması gereken büyün husus ve meseleler,
diğer nasslara aykırı olmayan bir şekilde Müslümanlar arasındaki katılım ve
fikir birliği ile halledilir.[25]
Ancak bu işlerin, açıkça belirtilmiş nasslara, yani Allah’ın hükümlerine aykırı
olmaması gerekmektedir.
Müslüman Devlet Tasavvuru İnsanı Ve
İnsanlık Değerlerini Merkeze Alır
Müslüman Devlet tasavvuru İslam devleti veya Din Devleti değil Emin belde
anlayışına dayanır. Bu anlayış bozulmuş dinsel algı ile “din adamı” sınıfının
hegemonyasını sağlamak için üretilen Tanrı devletini amaçlamaz. (çünkü hiç
kimse Tanrı adına konuşamaz) Hatta adına “İslam devleti” veya “şeriat devleti”
denilen yapılanmalar kimi kere “emin belde” sıfatını taşımazken
Gayrimüslimlerin egemen olduğu kimi devletler emin belde sıfatını taşıyabilir.
Müslüman Devlet tasavvuru insanı esas alan; dini de insanın mutluluk ve
huzuru için bir doğru yol (sırat-ı müstakim ) gören algıya dayanır. Müslümanın
devlet tasavvuru yüce Kur’an’ın adını koyduğu ‘Emin Belde’dir. Irk, sınıf,
cemaat, din, aşiret v.b. devleti değildir.
İslam dünyasında da İslamcı anlayışın sahiplendiği İslam devleti söyleminin
özellikle 1. dünya harbinden sonra büyük bir imparatorluk kaybetmemizle alakalı
olduğu düşünülmelidir. Hilafetin ihyası yoluyla Müslüman dünyayı
bir araya getirme gibi bir anlayışa yaslanan bu söylem beraberinde çok ciddi
totaliter anlayışların vücut bulmasına zemin hazırlamıştır. Yenilgi duygusu
daima, elde etme, kazanma ve intikam duygularını besler. Bu da sağlıklı
düşünmenin önündeki en büyük engeldir. Yenilginin sadece siyasal erki
kaybetme olduğunu zannetmek başlı başına bir problemdir.
Kur’an’da devlet kelimesi ne sözlük ne de bugün kullandığımız anlamında
kullanılmaktadır. Ancak kelimenin hemen hemen aynı anlama gelebilen “dûlet”
şeklinde bir telaffuzu geçmektedir: “Mallar içinizdeki zenginler arasında
dolaşıp durmasın” (Haşr, 59:7). Bir diğer ayette de zafer, galibiyet ve
yaralanmalar gibi hususlar hakkında “Bu gibi günleri insanlar arasında
bazen lehe ve bazen de aleyhe döndürüp dururuz” (Âl-i İmran, 3:140) derken
geçmektedir. Şu halde her iki ayette geçen anlamlar üzerinde semantik bir bağ
oluşturursak; mal ve mülkün kazandırdığı zenginlik ile savaşlarda elde edilen
galibiyetin siyasi iktidarın önemli kaynaklarından olduğu hükmüne varırız.
Kur’an’a göre devlet konusunda bugün anayasalarla anladığımız biçimde
ayrıntılı bir tarif yapma imkanımız yoktur.
Kur’an, devlet kelimesini kullanmadığı gibi bir devlet şekli de önermez.
Yoksa Kur’an’ın iktidar olgusuyla ilgilenmediği anlamına gelmez. Kelimenin yokluğu,
kavramın yokluğunu gerektirmez prensibinden hareketle Kur’an’da yönetici,
iktidar, insan toplulukları vs. ile ilgili kelimeler kullanılmaktadır: Hüküm,
mülk, ümmet, imamet, velayet, halife, itaat, biat, ulu’l-emr gibi siyasi anlam
taşıyan kelimelerin kullanıldığını görürüz. Zaten Kur’an’ın en temel ve
evrensel vasıflarından birisi de fert ve toplum bazında, insan hayatının bütün
normatif alanlarını kendi ilke, ölçü ve değer yargılarıyla kuşatmasıdır.
Esasen, hoşgörü, barış, düzen ve adaletin sağlanması için yeryüzünde insan
topluluklarının kendilerine yöneticiler edinmeleri ve siyasi anlamda
örgütlenmeleri en doğal yoldur. O halde Kur’an’ın insanın sosyal ve siyasi
ihtiyaçları doğrultusunda ortaya koyduğu düzenleyici bir takım ilke ve ölçüler
ışığında Kur’an’ın devlet telakkisini tespit etmek mümkündür.
[1] Manzuruddin Ahmed, “Kur’an’da Anahtar Siyasî
Kavramlar,” İslam’da Siyaset Düşüncesi içinde, çev. Kâzım
Güleçyüz, İstanbul: İnsan Yayınları, 1996, s. 90-1.
[2] Manzuruddin Ahmed, “Kur’an’da Anahtar Siyasî
Kavramlar,” İslam’da Siyaset Düşüncesi içinde, çev. Kâzım
Güleçyüz, İstanbul: İnsan Yayınları, 1996, s. 90-1.
[3] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul 1980,
I, 220-228.
[4]
Örnek
olarak bkz. Mâverdî, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, Ebû Ya’lâ el-Ferrâ, el-Ahkâmü’s-
Sultâniyye, İbn Teymiyye , es-Siyasetü’ş-Şer’iyye
[5] Siyasetnâme, s.
28-29..
[6] Siyasetnâme, s.
30-34.
[7] Bin
Nebi, M. (1992), İslam ve Demokrasi, (2. Baskı), E. Göze (Çev.), İstanbul:
Boğaziçi Yayınları.
[8]
Cabiri, M. A. (1997), İslam’da Siyasal Akıl, V. Akyüz (Çev.), İstanbul: Kitabevi
Yayınları.
[9]
Keskin, İ. (2009), Bir Yapısalcı Olarak Muhammed Abid el-Cabiri’de Din- Kültür
İlişkisi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri
Anabilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, Bursa.
[10] Keskin, İ. (2009), Bir Yapısalcı Olarak Muhammed
Abid el-Cabiri’de Din- Kültür İlişkisi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim
Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, Bursa.
[11]
Gannuşi, R. (2013), İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler, O. Tunç (Çev.).
İstanbul: Mana Yayınları; Gannuşi, R. (2010), Laiklik ve Sivil Toplum,
G. Topçu (Çev.). İstanbul: Mana Yayınları.
[12]
Gannuşi,
R. (2010), Laiklik ve Sivil Toplum, G. Topçu (Çev.). İstanbul: Mana
Yayınları.
[13]
Gannuşi, R. (2010), Laiklik ve Sivil Toplum, G. Topçu (Çev.). İstanbul:Mana
Yayınları.
[14]
El-Karadavi, Y. (1996), Çağdaş
Meselelere Fetvalar-4, (Birinci Baskı), V.
İnce (Çev.), İstanbul: Tahir Yayıncılık.
[15]
El-Karadavi, Y. (1996), Çağdaş
Meselelere Fetvalar-4, (Birinci Baskı), V.
İnce (Çev.), İstanbul: Tahir
Yayıncılık.
[16]
El-Karadavi, Y. (1996), Çağdaş Meselelere Fetvalar-4, (Birinci Baskı),
V.İnce (Çev.), İstanbul: Tahir Yayıncılık.
[17] Aydın,
M. (2000), Din, Siyaset ve Demokrasi, İslam ve Demokrasi, A. Bardakoğlu,
İ. Kurt, S.A. Tüz (Ed.), (39-52), İstanbul: Ensar Neşriyat; Adanalı, A. H.
(2010), İslam ve Demokrasi, Evrensel Mesajlar: İslam’a
Giriş, M. Paçacı (Ed.), (441-450), İstanbul: Yeni Şafak Kültür Armağanı.
[18]
El-Muhacir, A. (1434 H.), İslam’ın Hareket Metodu-1, E. Aslan (Çev.), İstanbul:
Hak Yayınları.
[19]
El-Makdisi, (2010), Demokrasi Bir Dindir, (3. Baskı), S. Yılmaz (Çev.), İstanbul:
Şehadet Yayınları.
[20]
Adanalı,
A. H. (2010), İslam ve Demokrasi, Evrensel Mesajlar: İslam’a
Giriş, M. Paçacı (Ed.), (441-450), İstanbul: Yeni Şafak Kültür Armağanı.
[21]
Çapık, K. (2014), Sevimsiz Kavram Demokrasi, Umran Dergisi, S. 240, (56-63).
[22]
Mevdudi, E.A. (1997), İslam’da Siyasi Sistem, (4. Baskı), A. Seçkin (Çev.).
İstanbul: Özgün Yayınları.
[23]
Mevdudi, E.A. (1991), Kuran’a Göre Dört Terim, (17. Baskı), O. Cilacı,
İ. Kaya (Çev.), İstanbul: Beyan Yayınları.
[24] Kışlakçı,
T. (2010), Mevdudi,
(3. Baskı), İstanbul: İlke Yayınları.
[25] Mevdudi, E.A.
(1997), İslam’da Siyasi Sistem, (4. Baskı), A. Seçkin (Çev.). İstanbul:
Özgün Yayınları.
Yorumlar
Yorum Gönder