DAVET VE DİN DİLİ İLİŞKİSİ

 

DAVET VE DİN DİLİ İLİŞKİSİ

 

Dindar arı gibidir. Çiçekten çiçeğe konar.

Amacı bal yapmaktır.

Hem kendi beslenir hem de başkalarını besler.

Mustafa İSLAMOĞLU

 

Kur’an, çeyrek asra yakın bir zaman diliminde, tarihte eşine rastlanmayan büyük bir inkılâp/devrim gerçekleştirmiştir. Kur’an’ın ifadesiyle uçurumun kenarında olan, hiçbir düzen ve hiçbir hukuk tanımayan sorumsuz fertlerden insanlara önder, örnek ve imam olmuş bir topluluk inşa etmiştir. Bu değişimin en büyük amili, Kur’an’ın muhtevası, eşsiz üslûbu, gönüllere nüfuz eden derin manası ve Rasulü Ekrem’in onu okuyup hayata geçirmesidir. Burada Hz. Peygamberin misyonu hastaya ilaç tedavisi yapan bir hekime benziyor. Bir ilaç ne kadar tesirli olursa olsun, hastaya uygun dozajda verilmezse şifa iken zehir olur. Kur’an’ın sunmuş olduğu değerler manzumesi, ne kadar yüce ve değerli olursa olsun, insanlar buna münasip bir din dili ile davet edilmezse netice alınamaz.

 

Mezhepler, Tarikatlar ve Dinî Cemaatler, toplumsal realitelerdir. İslam’ı  doğru ve özgün şekliyle, Kur’an merkezli  ve Hz. Peygamber’in  örnekliği doğrultusunda  sundukları sürece  her hangi bir sorun oluşturmamaktadır. Ancak; insanların  düşünce özgürlüğünü kısıtlamaları, belirli eserlerin dışında kitapların okunmasına izin verilmemesi, liderleri ve eserlerini kutsallaştırmaları ulaşılmaz göstermeleri, kendilerini İslam’la özdeşleştirmeleri, İslam’ın tek temsilcisi olduklarını iddia etmeleri ve bir ruhban sınıfı oluşturmaya kalkmaları durumunda, din dili ve davet metodu tartışılmalıdır. Çünkü Nahl/125 daveti “Rabbinin yoluna” -  bir cemaatin bir zihniyetin yoluna değil - olarak tanımlaması manidardır. Bu yönde yapılacak eleştiriler;  mezhep, tarikat ve cemaat karşıtı bir tavır/söylem olarak telakki edilmek yerine, yapının Kur’an eksenli ve merkezli bir çizgide olup olmadığı şeklinde anlaşılmalıdır.

 

Davet ile ilgili sorunların bir yönünü din dilinin statükocu oluşu oluşturduğu gibi diğer bir yönünü de muhatabın tanınmaması oluşturmaktadır. Ders, vaaz, hutbe, konferans, kurs, seminer vb. davete yönelik proğramlar genelde muhatabın ihtiyaçları, özellikleri ve sorunları çerçevesinde değil, proğramları düzenleyenlerin anlayış ve önceliklerine göre düzenlenmektedir. TV. ve radyolardaki proğramlar sıkıcı, ezberci, ilgi uyandırmıyor. Bu davetçi ve davet edilen arasında gerek iletişim dili, gerekse de din dili problemini doğurmaktadır. Bu proğramların toplumun bilinçlenmesine yönelik etkilerinin ne olduğu da ayrıca bir araştırma konusudur.  Bazı araştırmalar mevcut uygulamaların cami cemaatinin din anlayışı noktasında önemli bir etkiye sahip olmadığını göstermektedir.[1]

 

Yeni bir din dilinin kurgulanması için; toplumdaki din anlayışları, dini sapma ve yabancılaşmanın nedenleri, din düşmanlığı gibi sorunların tespit ve analizi yapılmalıdır.  Yeni bir din dili kurgusu, mezhep, tarikat ve cemaatler üstü bir yapı olmalıdır.

 

Davetin geleneksel uygulamalarında kişide olumsuz duygular oluşturup psikoljik sorunlar meydana getiren, korkuya dayalı, korku yaratıcı, cezalarla tehdit edici hakim yapı bugünde ağırlığını korumaktadır. İslam dünyasında din dili  “korku” ile bütünleşmiştir. Hz. Peygamber’in, “müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz” uyarısına rağmen, dini söylem biçiminde korku egemendir. İnsanlar, günah korkusu ve suçluluk duygusuyla din içerisinde tutulmaya çalışılmaktadır. İslam korkuyu bütünüyle göz ardı etmez. Ancak, İslam’da esas olan Allah’ın rahmetinin her şeyi, kuşatmış olmasıdır. Allah, Rahman’dır; merhamet O’nun en belirgin niteliğidir. Allah’ı doğru anlamak, ancak O’nun “özünde merhametli” olduğu gerçeğini algı biçiminin merkezine yerleştirmekle mümkün olabilir.

 

Dinin korku merkezli dilini anlayabilmek için birazcık gerilere gitmek gerekmektedir. İslam toplumu asırlardır korkularla yaşamaktadır. Bu korkular, özne bir ümmeti nesne bir ümmet haline getirmiştir. Hala birbirimizle uğraşmaktan, birbirimizi suçlamaktan vazgeçemedik. Bu durum bizi mağlup medeniyet olmaya götürmüştür. Din dilinin korku merkezli olması, çok ciddi sorunları beraberinde getirmektedir. Her şeyden önce, din birleştiricilik vasfını kaybetmektedir. Siyasetin ürettiği birtakım olumsuzluklar, korku egemen din dili sayesinde toplumda kalıcı hale gelmeye başlamaktadır (yanlış kader anlayışı gibi). Daha açık bir ifadeyle korku kültürü, hem dinin etkinliğini azaltmakta, hem de din istismarını kolaylaştırmaktadır. Bütün dini yapılarda okumaktan insanlar hala korkmakta ve yapılarda bunu onaylayıp körüklemektedir.

 

Zahiren dinle hiç alakası yokmuş veya olmayacakmış gibi görünen insanlarla Kur’an merkezli konuştuğunuzda; “Ben de tam böyle düşünüyorum. Düşüncelerime tercüman oldunuz.” sözlerine sanırım şahit olmayanınız yoktur. Sizce bunun nedeni nedir? Cahillerin dine yaptıkları ziyadelerin din diye insanlara dayatılmasıdır. Bu sorunun kökleri çok eskilere dayanıyor.

 

Tarihte ortaya çıkan en önemli kırılmalardan biri de siyasi farklılık/çekişmelerin dini alana çekilerek din dilinin belli bir kitleyi savunan ve kendi dışındakileri öteki gören bir söyleme dönüşmesidir(sünnilik, şiilik gibi). Siyasi alanda yaşananlar, (Muaviye ile başlayan iktidar oyunları) din dilinin çerçevesinin sapmasına, sebep olmuştur. Böylece din dili kavramlar dünyasına olmadık anlamlar, kavramlar  (kadercilik gibi) sokulmuş, yüklenmiş; din belli bir grubun, kurumu veya gücü elde tutmanın bir aygıtı haline dönüştürülmüştür. Dolayısıyla ortaya çıkan din dili ümmeti bir araya toplamaktan çok ayrıştırmaya hizmet etmiştir.

 

İslami davette Kur’an merkezli bir din dili birliği sağlamak çok önemli bir husustur. Bunun için de dinin sabit ve değişkenleri bilinmelidir. Dinin sabitleri: Allah’a, ahirete, kitaplara, peygamberlere, meleklere iman; adaleti her alanda ayakta tutmak, emri bilmaruf – nehyi anilmünker, ahlak ve ahkamdır. Ancak topluma ulaştırılacak bu sabitler herhangi bir mezhep, tarikat veya cemaatin yorumları olmamalıdır. Toplumda din noktasındaki kafa karışıklığının giderilmesi için analitik düşünmeyi öğretmek gerekiyor. Dinin değişkenleri noktasında farklı yorumların olabileceğini, ayrı düşünmenin ayrılmayı gerektirmeyeceği hususunda davetçi güzel bir din dili kullanmalıdır.

 

Davet kadar davetçi de çok önemlidir. Dincilik yapan bir davetçi bütün çabaları boşa çıkarabilir. Kimin din dilini, kimin dincilik dilini kullandığı eylemlerinden belli olur.

 

Adam dini değerler üretiyorsa ona “dindar” derler. Yok dini değerleri tüketiyorsa ona da “dinci” derler. Dindar olanlar dini tezgâhlamazlar, dinci olanlar dini tezgâhlarlar. Gerçek dindarlar dini değerleri tüketmezler, aksine üretirler… Dindar arı gibidir. Çiçekten çiçeğe konar. Amacı bal yapmaktır. Hem kendi beslenir hem de başkalarını besler. Dinci sinek gibidir. Başkalarının yaptığı ballara konar. Ağzıyla ve ayaklarıyla mikrop taşır temiz ballara. Konduğu balı da berbat eder.[2]

Din dilindeki görülen sapmalardan biri de dinin bilimle karıştırılarak, din dili kavramlar dünyasını, bilimsel bir dilin istila etmesine kapı aralamaktır. Bu anlayış modern bilgiyi eksene alarak buluşların, icatların vahye tasdik ettirilmesine çalışmaktadır. Her şeye bilimsel bir kılıf aramaya çalışılır. Kur’an ayetlerini modern bilimin verileri çerçevesinde yorumlama çabası bugün de belli ölçüde devam etmektedir. Günümüzde, İslâm’ın modern bilimle uzlaşma içerisinde olduğunu, batı dünyasının söylemlerine yakın durduğunu kanıtlayabilmek için, adeta batıdan özür dilercesine İslâmî nitelikli birçok eser kaleme alınmakta, ayet ve hadisler bu yaklaşımla yorumlanmaya çalışılmaktadır. Bu durum Kur’an tasavvurunda ve din dilinde sapmaya neden olmaktadır.

Beşeri bilimlerin verilerini Kur’an’a doğrulatmak ve Kur’an’ı hidayet rehberi konumundan modern bilimin şifrelerinin gizli olduğu bir bilim kitabı olarak algılamak ve algılatmak kesinlikle doğru değildir. Çünkü bilimsel bilgi günden güne değişmektedir. Dolayısıyla yanlışlanma ihtimallerine çok açıktır.  Bazen oluyor ki bir sonraki gelişme bir önceki bilginin yanlış olduğunu ortaya koyabiliyor. Kur’an’ı sürekli bu gelişmelere uyarlamaya çalışmak; Kur’an’ın insanlar nazarında değersizleşmesine, nesne konumuna düşmesine ve evrensel ilke ve değerlerinin güncel bilimsel bilgilerin payandası konumuna indirgemek olacaktır. Bu, ayetlerin her buluşa göre yeniden yorumlanması gibi sakat bir anlayışın doğmasına da neden olabilir.

 

İlmi tefsiri Kur’an’la temellendirmek isteyenler, “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (En’am, 38); “Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın.” (En’am, 59); “Sana her şeyi açıklayıcı kitabı indirdik.” (Nahl, 89) ayetlerini delil getirip çeşitli ilimleri Kur’an’da aramayı denemişlerdir. Fakat bilinmelidir ki bu ayetler Kur’an’ın bir hidayet kitabı olması dolayısıyla “din” e ait, hiçbir şeyin eksik bırakılmadığını (En’am,38), her şeyin açıklandığını da (Nahl,89) anlatmaktadır.

 

Seyyid Kutub, âyetlerin bilimsel teorilerle açıklanmasını şiddetle eleştirenler arasında yer alır. Kur’an-ı Kerim’de olmayan şeyleri Kur'ân’a isnat etmeye ve Kur'ân'ın kastetmediği şeyleri üzerine yüklemeye çalışan, tıp, kimya, astronomi ve benzeri ilimlere dair cüz’i şeyler istihsal etmeye çalışan cüretkârların budalalığına hayret ettiğini söyler.[3]

 

Kur'ân'ınumûmî işaretlerini her an değiştirilebilen, hatta katiyet ihtimali pek az olan nazariyelere bağlamanın evvel emirde bir metot hatası olduğunu iddia eden Kutub, böyle bir alaka kurulmaya çalışıldığı takdirde şu üç hususla karşı karşıya kalınacağını söyler:

 

1. Böyle bir hareket her şeyden evvel dahili bir hezimetin ifadesidir. Bunun neticesinde esas hâkimiyetin ilimde olduğu, Kur'ân'ın ona tabi durumda bulunduğu vehmi doğar.

2. Kur'ân-ı Kerim’in mahiyetini ve vazifesini yanlış anlamış oluruz.

3. Her gün yeni bir şekle giren ve durmadan değişen bilimsel nazariyeler karşısında kendimizi zorlayarak Kur'ân âyetlerini devamlı te’vil etme yollarına saparız.[4]

 

Mevdûdî de, Kutub kadar olmasa da bilimsel tefsiri eleştirenler arasında sayılabilir. Mevdûdî, “Sana bu Kitabı, her şeyiaçıklayan ve Müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik” (Nahl, 89) âyetinin açıklamasında şunları söyler:  Kur'ân'da bu ve buna benzer cümlelerde, Allah'ın ‘her şey’ ile bütün ilimler ve sanatları kastettiğini savunan ve bu yorumun doğruluğunu ispatlamak için Kur'ân'ın gerçek anlamını değiştiren bazı kimselerin düştüğü hataya düşmemeye dikkat etmek gerekir.[5]

 

İzzet Derveze, Kur'ân âyetlerini bilimsel nazariyelerle açıklamanın, Kur'ân âyetlerini asıl manasından uzaklaştıracağını, onu kutsiyetinden ve gayesinden uzaklaştıracağını ve Kur’an’ı, tartışmalara maruz bırakacağını savunur.

 

Kur’an’ı indiği dönemde, varlıkları alanlara ayırıp, inceleyen bilimler yoktu. İz sürme, astroloji simya ve kehanet gibi mitolojik ile karışık düşünsel-bilgisel faaliyetler vardı. Kur’an müşrik Araplara tek Allah inancını yerleştirmek amacıyla, bir başka deyimle “ibret” maksadıyla bilim dallarına giren varlık ve olaylardan (Güneş, Ay, kuşlar, çeşitli hayvanlar, bitkiler, gece, gündüz, yıldırım vs.) bahsetmiştir. Bu bahislerde elbette insanlar, bu varlıklar ve olaylar üzerinde düşünülmeye çağrılmıştır. Fakat Kur’an’ın hiçbir yerinde bu varlık ve olaylar hakkında insana “bilimsel bilgi” veya ileride keşfedilsin diye şifreli formüller verilmemiştir. Kur’an’ın kastı tamamen dini amaçlıdır.[6]

 

Yaratılıştaki taklit edilemezliği, hikmetleri, mükemmelliği nazara vermek için bilimden Kur’an’a değil, Kur’an’dan bilime doğru bir okuma/araştırma/bakış açısı geliştirmeliyiz. Bu Allah’ın varlığa bakmamızı emreden ayetlerinden hareketle –beşeri ilimlerin temelini atan ilk alimler gibi- varlığı araştırarak hikmetler derleyip kainat ayetlerini okumak ve okutmak şeklinde olmalıdır. Örneğin, dünyanın niçin geometrik şekiller içinde yüzey alanı bakımından en küçük yüzeye sahip olan küre şeklinde yaratıldığını okumaya/araştırmaya yönelik olmalıdır. Yerin yuvarlaklığını ayetlerle izah etme şeklinde olmamalıdır. Bu iş astronomi ile olur. Fakat Allah dağlarla dünyanın yüzey alanını genişletmiş, dağları da madenlere ve sulara mahzen, yeryüzüne gemi direği, atmosferi temizleyen aspiratör gibi yaratmıştır. Kur’an’dan bilime doğru tutulan yol, farkındalık oluşturma açısından istikametli bir yoldur.

 

Mevcut din dili, genel bir dil değil; kelam, felsefe, tasavvuf, fıkıh, hadis, tefsir gibi ilmi disiplinlerin ortak dilinden oluşan özel bir dildir. Bu disiplinlerin hepsinde de zamanın siyasal anlayışlarının etkisi vardır. Bu dil ile bugün kitlelere, dinin içeriği ve mesajını iletmek mümkün olamamaktadır. Yani din diye aktardığımız şey tarihin ta kendisi olmaktadır. Diğer bir ifadeyle bir zaman dilimindeki din algılarını din diye sunmaktır. Bu dille yazılmış metinleri ancak ilahiyatçılar veya özel gayret sarf edenler anlayabilmektedir. Yani bu disiplinlerin kavramlar dünyasını anlamak, özümsemek ve yeni bir kalıba dökme işi zor bir iştir. Mevcut din dilini doğrulayanlar; istisnasız herkesin bu işi yapabileceğini iddia etmiş oluyorlar. Bu disiplinlerin dili özel bir dildir. İsteyenler bu alanda kendilerini yetiştirmelidir ve bu elzemdir. Fakat buralardaki mesaj ve sadra şifa düşünceler bu özel dil içerisinde kaybolup gitmektedir. Genel bir dil olmadan, düşünceler yerleşmez, topluma ulaşmaz, toplumdan rağbet görmez.

 

Kitlelere dinin mesajını iletmek, onlara dini bilgileri yüklemek değildir. Maalesef bugün din götürüyoruz diye, ağdalı bir dille dinin belki de kabı götürülmektedir. Yani içinde din olmayan boş bir kap. Bu komşunuza boş tabak verip, kendinizi tatlı götürdüm diye kandırmaktır. Bu durum toplumda istenilen davranışların, yani dinin hayata dönüşmemesini netice vermektedir.

 

Nahl Suresi’nin 125. Ayeti davet, davetçi ve din dili ilişkisinde çok önemli mesajlar sunmaktadır. Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir. (Nahl, 125).

 

Tefhim müellifi bu hususta şunları söyler: Onlar şu iki şeyi de göz önünde bulundurmalıdırlar: "Hikmet" ve "güzel öğüt" Hikmet; kişinin tebliği sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitap edilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarının göz önünde bulundurulmasını ve mesaj'ın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. Bundan başka aynı metot herkese veya her gruba uygulanmamalı, aksine önce muhatabın hastalığı teşhis edilmeli, ona göre zihin ve kalbi uyarılarak tedavi edilmelidir.

 

"Güzel öğüt" iki noktayı vurgulamak ister:

 

1. Kişi muhatabını sadece mantıki ikna metotlarıyla değil aynı zamanda duygularını cezp ederek de inandırmaya çalışmalıdır. Aynı şekilde kişi sadece sapıklık ve kötülüklerin yasak olduğu konusu üzerinde durmamalı, aynı zamanda insan doğasında var olan kötülük aleyhtarı tutumu, karşısındaki insanda da uyandırmaya çalışmalıdır. Bu kötülüklerin sonuçlarıyla da muhatabını uyarmalıdır. Bunun yanısıra kişi karşısındakine hidayetin ve iyi amellerin mükemmel ve doğru olduğunu mantıken kabul ettirmeye çalışmakla kalmayıp aynı zamanda onu sevdirmeye de çalışmalıdır.

 

2. Öğüt, karşıdakinin mutluluğu ve refahını düşündüğünü gösterir bir tarzda olmalıdır. Öğüt verenin karşısındakini küçük gördüğünü veya kendi üstünlüğü ile övündüğünü gösterecek hiç bir davranışı olmamalıdır. Aksine karşıdaki kimse, öğüt verenin kendisini düzeltmeye ve mutluluğa ulaştırmaya çabaladığını hissetmelidir.


"En güzel şekilde mücadele et" emri, kişinin tatlı bir dile sahip olması, soylu bir davranış göstermesi, akli ve cezp edici fikirler öne sürmesi ve polemik, tartışma ve karşıtlıklar içine düşmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Başkalarıyla en güzel şekilde mücadele eden kimse, suçlamalara, çarpık fikir ve iğneli sözlere yönelmez; karşısındakini mat etmek ve tartışmada kendi üstünlüğünün alkışlanması için onunla alay da etmez. Çünkü bu tür davranışlar inatçılık ve dikbaşlılığa neden olur. Bunun tam tersine öğüt veren kişi karşısındakini alçak gönüllü ve basit bir şekilde ikna etmeye çalışır ve karşısındakinin çarpık fikir ve kısır döngülere girdiğini gördüğü zaman onun daha çok sapıtmaması için tartışmayı bırakır.[7]

 

Nahl Suresi 125. ayet meselenin hassasiyetine dikkat çekerken; din, tarihi süreçte din adamları(!) tarafından dogmaya dönüştürülmüştür. Allah’ın boyası iken Allah’ın sopası haline getirilmiştir. Annelerin “Allah seni yakar”, “Allah seni taş eder” gibi sözleri bunun delidir. Böylece, şifa zehire, hidayet dalalete, iman itikada inkılâp etmiştir. Bu dönüşümden sonra, dinin üç gayesinde eksen kayması meydana gelmiş; tevhidin yerine şirk, vicdanın yerine heva, adaletin yerine zulüm ikame edilmiştir. Tevhit ulûhiyetin, vicdan ahlakın, adalet siyasetin sigortasıdır. Hâsılı kelam, tedavülde sigortası attırılmış, meta haline getirilmiş bir din tüketime sunulmuştur. Geni değiştirilmiş din, geni değiştirilmiş meyve ve sebze gibi şifa iken zehir oluyor.

 

Din dilini kurgulamak için yorumlarda da otorite olmuş karizma aydın ve alimlere ihtiyaç olduğu gibi, bunun topluma taşınmasında da misyonu temsil, tahlil ve terkip yapacak derinleşmiş insanlar omuzlaması gerekiyor.  Tedavüldeki din dili; ürküten, soğutan, korkutan, ilgi uyandırmayan bir mahiyete sahiptir. Mesajı taşıyan insan kaynakları da tabiri caizse merdiven altı üretim gibi derinlik ve formasyondan maalesef yoksundur.

 

Din dili, Kur’an mesajının maksada yönelik derin okumalarla güncellenmesinden hâsıl olan bir dildir. Fakat Kur’an’dan başka kitaplara tekrar ona dönmemek üzere hicret edildiği için bu dil maalesef teşekkül ettirilemiyor. Kur’an’dan uzaklaşan kitleler içinde okuduklarını teorik değil ama pratikte kutsallaştıranlar ortaya çıktı. Arkoun da öyle demiyor muydu? Tek kitaplı topluluktan, çok kitaplı topluluklara...

 

Din dili, muhatapta huşu/kalbi saygı, hayret ve hayranlık uyandıran bir mahiyette olmalıdır. Akla ve kalbe hitap etmelidir. Hayret ve hayranlık uyandıran mesaj yüklü din dili akla hitap edip insanı imanın kapısına getirirken;  kalbe hitap eden din dili ise pratik ahlakı ve sorumluluk bilincini yeşertecektir.

 

Davette çok önemli yer teşkil eden yeni din dilinin öne çıkarması gereken başlıklarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Kur’an’ı önceleyen bir bakış açısı sunmalıdır.: Hz. Ali,âlimi Kur’an’ın önüne hiçbir şeyi geçirmeyen olarak tanımlar. Toplumda dini kaynağından öğrenme bilinç ve ahlakının yerleşmesine temine çalışılırsa, toplumda Kur’an’ın önüne bir şeyi geçirmeyecektir.

2. Dinin kapı olduğu duvar olmadığını pratiğe çıkarmalıdır: Dindar insanların bireysel, ekonomik, toplumsal, mezhebi, mesleki durumlarından dolayı yaşadıkları sorunlar mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatçilik duvarlarıyla örülmekte ve çözümsüzlük sunularak bütün çıkış kapıları din adına kapatılmaktadır. Din kapı iken duvar yapılmaktadır. Din, tıpkı kapısı ve penceresi olmayan tavanı kapalı bir odaya(!) dönüştürülmektedir.

3. Rivayet kültürünün değerlendirilmesinde metot takip etmelidir: Bir rivayet, Kur’an’a, akla, sünnete, tarihe ve bilime arz edilmelidir. Rivayetin konusuna göre yerine göre birine veya hepsine arz edilmelidir.

4. İnsanda farkındalık meydana getirmelidir: Kainat, insan, hadisat kitaplarını Kur’an paydasıyla okuma becerisi geliştirecek bir dil olmalıdır.

5. “Din dili, yaşayan imanın dili, müminlerin anlayışlarını yönlendiren ve hayatlarına yön veren temel bakış açısı ve tutumları dile getiren bir dildir. Bu bakımdan din dilini emprik(deneyci) dünyaya işaret eden veya tanımlar arasında ilgi kuran (analitik) bir dil değil, bizim nihai mukadderatımıza ilişkin kanaatlerimizin dile getirildiği bir dil olarak görmek gerekir.”[8]

6. Hasan HANEFİ’ nin dediği gibi din dili teolojik dilin gölgesinden ve ağdalı anlatımından soyutlanmalıdır.

 

Özetle; din dili insanların dini anlama ve ona yönelmelerinde üzerinde hassasiyetle durulması gereken konulardandır. Din dili; mezhep, tarikat ve cemaat etkilerinden arındırılarak yeniden yapılandırılmalıdır. Ümmeti ayrıştırıcı değil birleştirici bir dil olmalıdır. Dinin ana ilkelerini öne çıkaran bir dil olmalıdır.

 

 

 



[1] Mehmet Kamil Coşkun, Türkiye’de Cami Cemaatinin Kur’an Anlayışı, İslamiyat c. 4, sayı 1, s.89-104

[2] Mustafa İSLAMOĞLU, DİN YAZILARI, 23-24

[3]Kutub, I, 377

[4]Kutub, I, 378-379

[5] Tefhim, III, 47

[6] İlhami GÜLER, Dine Yeni Yaklaşımlar, 107

[7]Mevdudi, TEFHİMUL KUR’AN 3/70-71

[8] Turan KOÇ, Din Dili, 17

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

KEVSER SURESİNİN İNCELENMESİ