MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN KUR’AN’A BAKIŞI (II)
MUSTAFA
İSLAMOĞLU’NUN KUR’AN’A BAKIŞI (ıI)
Kadere İmanın Hakikati
Kader meselesi İslamın yumuşak
karnıdır. Hz. Peygamber'in ardından Ümeyyeoğullarının Mekke'nin fethi ile
kaybettikleri siyasi hâkimiyetlerini yeniden kazanmak için ellerini
sıvadıklarına tarihten şahidiz. Hz. Osman'ın şehadeti, Muaviye’nin meşru
halifeye karşı gelişi ve Sıffin savaşı itikadi fırkaların teşekkülüne zemin
hazırlamıştır. İlk olarak iman-amel bütünlüğü ve kader konuları tartışmaya
başlandı. Her fırka düşüncesini Kur’an’a söyletmeye başladı.
Cebriye ve Mürcie gibi fırkalar,
Müslüman kanı dökmekte beis görmeyen Emevi iktidarını meşrulaştırmak için,
iman-amel bağını koparan ve insan iradesini yok sayan anlayışlar geliştirdiler.
Cebriyye, “İnsanın hayatı rüzgâr karşısındaki yaprağa benzer, kader onu nereye
sürüklerse o ameli işler." şeklindeki yanlış kader anlayışını ortaya
attı. Mürcie, "Kâfirlikle birlikte
yapılan itaatin hiçbir faydası olmadığı gibi, imanla birlikte günah işlemenin
de imana hiçbir zararı olmayacağı, amelsiz bir imanın da makbul olacağı"
şeklindeki iman-amel bağını koparan anlayışları ortaya attı. İyiliği emr,
kötülükten nehy ve cihad gibi temel İslami yükümlülükleri içermeyen
"İslam'ın şartları" öğretisi, zalim sultana itaat anlayışı gibi
sapmalar da sürecin üzerine atılan cila gibi oldu. Bu anlayışlar günümüze kadar
gelen anlayışların kaynağı oldu. İslam dünyası, bu derin eksen kaymasının
sıkıntılarını asırlardır çekmektedir.
İman esaslarını Kur’an bildirir.
Kur’an’da iman edilmesi gereken hususlar şu iki ayette beyan edilmiştir:
İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı
taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret
gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine
rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından
dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru
kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve
zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum
ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı
gelmekten sakınanların ta kendileridir. (Bakara 2:177)
Ey iman edenler! Allah’a,
Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman
edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr
ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur. (Nisa 4:136)
Kur’an’da kader ile ilgili ayetler
Allah’ın her şeyi bir ölçüye göre yarattığını anlatır.
“Onu beklemediği yerden rızıklandırır.
Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine
getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talak 65:3)
“Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve
dengede yarattık.” (Kamer 54:49)
“…Allah, gece ve gündüzü düzenleyip
takdir eder… (Müzzemmil73:20)[1]
Müellif “İman Yazıları” isimli kitabında kader konusunda şunları
söylemektedir:
“… İşte bu
dönemler! Biz bunu insanlar arasında döndürür dururuz…” (Al-i İmran/140).
Kur’an bunu söylerken ilahi bir yasaya işaret
ediyor. Bu, tarihin ve toplumun yasasıdır. Tüm yasalara Kur’an’da Allah’a
nispet edilir. Ayette alt-üst oluşların, dönemlerin toplumlar arsında nöbet
değiştirmesinin Allah’a nispet edilmesinin hikmeti de bu.
Elbet bununla Allah’ın zamana müdahil olduğunu
gerçeğini göz ardı ediyor değiliz. Allah’ın zamana müdahalesi iki türlüdür:
Statik müdahale, dinamik müdahale.
Statik müdahale: İradesiz varlıklar için tabi
kıldığı statik ve sabit yasalardır. Bunlar değişmez ve değiştirilemez. İradesiz
varlıklar bu yaslar çerçevesinde deveran ederler. Bu yaslar çerçevesinde
vazifelerini eda eder, bu yasalar çerçevesinde görevlerini tamamlarlar. Bunlara
kevn ve fesad (oluş ve bozuluş) yasaları denir.
Bunlar tabir caizse bir uçağın elektronik/otomatik
pilotuna benzer. Kalkış ve iniş koordinatları yüklenmiştir. Yol güzergâhı
verilmiştir. Yükseklik ve hız sabitlenmiştir. Merkezi hafızada yüklü olan bu
verilere yol alır uçak. Uçağın içindekilerin telaşı ne olursa olsun, araç
bundan etkilenmez. O kendisi için konulan proğram uyarınca hareket eder.
Dinamik müdahale: Bu iradeli varlıklar için
geçerlidir. Bunun bir adına da “dinamik kader” diyebiliriz. Çünkü Allah iradeli
varlıklara irade verirken onların dilemesini dilemiştir. Onların dilemesi
“kader”dir. İradeli varlıklara iradeyi kader kılan Allah’tır. Onlar irade
yokmuş gibi hareket ettiklerinde kaderlerine karşı gelmiş olurlar. İradelerini
kullandıklarında kadere iman etmiş ve tabi olmuş olurlar.
İradeyi inkâr eden her kaderci tavır, “kadere iman”
değil, hakikatte kaderi inkârdır. Şeytan
kaderciydi. İradeyi inkâr etti. Bunu şeytanlığına şeytani bir mazeret olarak
sundu. Nasıl ki şirk koşan kâfirler “Eğer dileseydi biz şirk koşmazdık.”
(En’am, 148); ya da “Eğer Allah dilesydi Allah’tan başkasına kulluk etmez,
hiçbir şeyi O’na ortak koşmazdık.” (Nahl,35) diyerek “kadere iman” adı altında
Allah’a iftira ettilerse şeytanda Allah’a iftira etti. “Rabbim! Beni yoldan
çıkardığın için…” (Hicr, 39) dedi. Yine “Mademki Sen beni yoldan çıkardın, ben
de…” (A’raf, 16) dedi. Yani, kendisini Allah’ın saptırdığı iftirasında
bulundu. Sapanın kendisi olduğunu inkâr
etti. Kadercilik yaptı, iradeyi yok saydı. Şeytanlık işte bu.
Dinamik kadere tabi varlıklar Allah’ın dinamik
müdahalesine maruz kalırlar. Yani Allah’ın dilemesiyle iradeli varlıkların
dilemesi arsında nedensellik ilişkisi vardır. Bu da ilahi bir kaderdir. “Allah
dilemedikçe siz asla dileyemezsiniz”. Bu mealdeki ayetlerin tümü Allah’ın
insana verdiği iradeye işaret eder. Yani insana irade veren Allah, bununla
insanın “dilemesini” dilemiştir. İşte bunun anlamı budur.
Bu ilk dilemenin ardından gelen ilahi dilemeler
insanın dilemesini dikkate alır. Yani insan iyiyi dilemişse, Allah bunu görür
ve ona göre kendi dileğini tecelli ettirir. İnsan kötüyü dilemişse, Allah bunu
da görür ve kendi mutlak iradesini buna göre tecelli ettirir.
Böyle olmasaydı günah ve sevap, doğru ve yanlış
olmazdı. Cennet ve cehennemin var oluş sebebi kalmazdı. İnsan iradesi işlevsiz
kalır, hiçbir işe yaramazdı. İnsan iradesi ile ilahi irade arasındaki
sebep-sonuç ilişkisinin en güzel delili Ra’d Suresi’nin 11. ayetidir:
“Bir toplumun bireyleri kendi benliklerini
değiştirmedikçe, Allah o toplumun halini değiştirmez.”
Bunun açık anlamı şudur: Herkes tek tek kendini
değiştirme iradesini sergilesin, Allah da o toplumun istihkakını değiştirsin.
Girişteki ayete yeniden dönecek olursak, “Allah’ın
insanlar arasındaki döndürüp durduğu o dönemler” ile ne kastedilmektedir?
İnsan teki gibi toplumların ve uygarlıkların da
halden hale, kılıktan kılığa, varlıktan yokluğa, doğumdan ölüme yürüdükleri
söylenmektedir. Yani, insanlar döndüğü için Allah da Kadrelerini
döndürmektedir. Toplumlar yüzlerini hangi hale dönerse, Allah o hale uygun
sonuçla onları karşılaştırmaktadır. Unutmayalım ki Allah, vermeyi dilemesydi
dilemeyi vermezdi.
Mesela İsrailoğulları… Allah’a yönelen
İsrailoğulları, Musa’yı Firavun’un sarayında da olsa bulmuştu. Aynı kavim
Allah’a sırt dönünce, belasını Sina çölünde buldu. Birincisinde Musa uzaktaydı.
Allah onu sarayda prens olma yerine Medyen’de çoban olmaya razı etti.
İkincisinde ise Musa aralarında idi, fakat bu durum onların bela üstüne belaya
duçar olmalarına mani olamadı.
Avrupa’nın kaderi de döner, Afrika’nın kaderi de.
Neye döneceğini toplumların gidişatı belirleyecek.
Akıbetim hayrolsun diyen, hayra talip olsun.
Ama sakın kader adı altında Allah’a iftira edip
şeytanın yolunu istemesin. Sorumluluğunu yerine getirsin ve iradesinin hakkını
versin.[2]
Mushaf’a
Abdestsiz Dokunulur mu?
Mushafa
abdestsiz dokunulamayacağına delil getirilen ayeti tefsir için müellif şunları
söyler:
“Ona ancak temizler
dokunabilir.” (Vakıa, 79).
Yani: “Onu kaynağından
tahrif etmek için hiçbir şeytan ona el uzatamaz”. Bu ayet Şuara 211-212
ışığında anlaşılmalıdır. Bu ayetin mushafa abdestli dokunmanın hükmüyle hiçbir
alakası yoktur. Çünkü:
1. Bu ayet indiğinde
henüz elde “kitap” denilebilecek bir “mushaf” bulunmamaktadır.
2. O dönemde henüz
abdesti farz kılan Maide 6 inmemişti.
3. Ayetin hitap bağlamı
müminler değil kâfirlerdir.
4. Ayetin konusu
insanlar değil cin ve melek gibi görünmeyen varlıklardır.
5. Ayetteki temizlik de
maddi değil 3:35, 8:11, 9:103 gibi bir çok ayette kullanıldığı üzere manevi
temizliktir ki, vahyin sayfaları “temiz sayfalar” olarak anılır (98:2).
6. İnşa değil haber
cümlesidir. Yani; “dokunmasın” değil istese de “dokunamaz” denilmektedir,
7. Ayet ahkam ayeti
değildir çünkü Mekkîdir.
8. Meknun kitap, “yani
korunmuş/saklanmış kitap” elle tutulup gözle görülemez.[3]
“La
yemessuhu” nehiy la’sı (yasaklama) değil, nefiy (olumsuzlama) la’sıdır.
Kurtubî,
Zemahşerî, İbni Kesir, Alusi, İbnulCevzî, Suyutî, Cessas, Abdurrahman
el-Cezirî, Sabunî, AbdulğaniAbdulhalık, Elmalılı, Ömer Nasuhi Bilmen, Asım
Köksal, Fikri Yavuz, Hamdi Döndüren, Mehmet Zihni Efendi, Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi Mushafa abdestsiz dokunulmasının haram olduğunu söyleyenler
arasındadır.[4]
İbni Abbas,
Şa’bi, Dahhak, Zeyd bin Ali, İbnuHazm, Hammad b. Süleyman, Mevdudî,
SeyyidKutub, Metin Ö. Mengüşoğlu, Taberî, Razî, Begavî, Muhammed Esed, Hüseyin Atay, Hidayet Aydar, Hasan
Elik, Mehmet Yaşar Soyalan, Süleyman Ateş, Mushaf’ın abdestsiz okunacağı
görüşündeler.
Bir şeye
“farz” demek “haram” demek ciddi bir
iştir. Allah’a atfen verilmiş bir hükümdür, kimse keyfi olarak “farz” veya
“haram” ilan edemez. Kur’an’ı abdestli okumak adaptandır, ahkamdan değildir.[5]
Bu ayetle ilgili
olarak Mustafa Öztürk şunları söylemektedir: Bu ayetteki la yemessuhu
illelmutahharun ifadesi Mushaf’a abdestsiz dokunulmasının caiz olmadığına
delil gösterilmektedir. Ancak siyak-sibaktanda anlaşılacağı gibi bu ayetin
Mushaf ve ona abdestsiz dokunmakla ilgisi yoktur. Kaldı ki abdestle ilgili
ayet, Medine döneminde inen Maide suresinde yer almaktadır. Oysa bu sure
Mekkî’dir. Ayrıca bu surenin indiği dönemde Mushaf diye bir şey de mevcut
değildir. Ayetteki “mutahharun” kelimesinden maksat, meleklerdir. Dolayısıyla
ayette anlatılan husus, Kur’an’ın şair ve kahin sözü olmadığı, bilakis onun Allah
kelamı olduğu ve onun ilminde korunduğudur. Bununla birlikte, İslam ulemasının
bu ayete atıfla Mushaf’a abdestsiz dokunmanın caiz olmadığını söylemesi, dini
duyarlılık açısından bakıldığında kesinlikle isabetlidir. Çünkü Kur’an ve onun
cisimleşmiş şekli olan Mushaf, Allah kelamıdır ve her türlü hürmete layıktır.
Bu itibarla, Mushaf’a abdestli dokunulmalı, Kur’an abdestli okunmalıdır.
Kur’an’a hürmetin bir icabı da budur.[6]
Ayet (Vakıa)
Kur’an’ın kaynağını ve Peygamber’e nasıl indirildiğini anlatmaktadır. Müşrikler
Kur’an’ın kaynağının şeytan ve cinler olduğunu, onların Kur’an’ı düzenleyip onu
Peygamber’e vahyettiklerini söylüyorlardı. Kur’an birçok yerde onların bu
iddialarından söz etmekte ve buna cevap vermektedir. Mesela Şuara suresinde:
“Gerçekten o (Kur'an),
alemlerin Rabbinin (bir) indirmesidir.
Onu Ruhu'l-emin indirdi.” (Şuara, 192-193).
“Onu
(Kur'an'ı) şeytanlar indirmemiştir. Bu, onlara yaraşmaz ve güç de
yetiremezler.” (Şuara, 210-211).
Abdestle
ilgili olduklarını söyledikleri ayetlerde aynı konuyu (Şuara, 192-193; Şura,
210-211) anlatmaktadır.
Bazıları “la yemessuhu” ifadesinde geçen “la”
edatının nefiy olmakla birlikte bununla nehyin kastedildiğini ileri sürerler.
Arap dilinde nefiy ile nehyin kastedileceği doğrudur. Ancak nefiy ile nehyin
kastedildiğine dair bir karine olmalıdır. Böyle bir karine olmaksızın her
nefyin geçtiği yerde bununla nehiy kastediliyor, denilemez.[7]
“Salat”ın
Anlamı
Salat dua, destek ve namaz anlamlarına
gelen çok anlamlı kelimelerden biridir. Ancak mealler baktığımızda “salat”ın
isim formunda geçtiği her yerde namaz olarak çevrildiği görülmektedir. Ahzab
56. ayette ise fiil formunda geçmektedir. Bu ayeti Peygamberimize salavat
getirmeye delil getirenlerin mantığıyla ayete meal verirsek, ayetin anlamından
nasıl saptırıldığını görürüz.
“Şüphesiz Allah ve melekleri
Peygamber'e salavat getiriyorlar. Ey
iman edenler! Siz de ona salavat getirin, selâm edin.” Bu mantığa göreayetin ikinci kısmında anlam kaybı
oluşmuyor. Fakat birinci kısmında şöyle bir anlam sapması oluşuyor: Allah ve
melekleri peygambere “Allahümesalli ala seyyidinamuhammed. Ve ala ali
seyyidinamuhammed.” diyerek salavat getiriyorlar demektir.
Mustafa
İSLAMOĞLU ayete verdiği meal ve dipnotlarla bu ayeti gerçek anlamına şöyle
kavuşturmuştur:
“Şu kesin ki Allah ve O’nun melekleri Peygamber’i
desteklerler; ey iman edenler, sizde onu destekleyin (1) ve tam bir
teslimiyetle (onun örnekliğine) teslim olun (b)!” (Ahzab, 56).
(1) Lafzen: “…salat ederler… salat
edin”. Burada Allah ve meleklerinin Peygamber için yaptığı eylemi müminlerin de
yapması emredilmektedir. Bu ayetin kapsamı, Allah ve meleklerinin Müminleri
desteklediğinden (yusallialeykum ve melaiketuhu) söz eden 43. ayetle birlikte
(krş: 2/157; 9:99,103) değerlendirilmelidir. Müminler gibi Peygamber de vahiyle
desteklenmiştir. Hemen üstteki ayetler bu desteğin açık göstergesidir.
Kelimenin türetildiği sala zaten “destek” anlamına gelmektedir (87:15, not 15).
Salat’ın “dua” manasına bu kökten yola çıkılarak ulaşılmıştır. Fakat Allah’ın
kuluna “dua etmesi” caiz olmayacağı için, ayetin yorumunda ilk otoriteler
farklı görüşler dile getirmişlerdir. İbn Abbas bunu “tebrik etmek” olarak
anlamıştır (Taberi). Süfyan Allah’ın salatı “rahmet”, meleklerinki “dua”
demiştir. Ata “Rahmetim gazabımı geçti” ayetini okumuştur. Said b. Cübeyrİbn
Abbas’tan bu ayetin tefsiri sadedinde şunu nakletmiştir.: “İsrailoğulları
Musa’ya “Rabbin seni destekliyor (yusallialeyke) mu?” diye sordular. Musa’nı
Rabbi nida etti: “Evet Ben de meleklerimle birlikte tüm nebi ve rasullerimi
destekliyorum”. Cabir’in eşi Rasulullah’tan kendine ve eşine salat etmesini
istedi, Rasulullah ona “Allah sana ve eşine salat etsin (sallallahualeyke ve
ala zevcike)” diye dua etti (İbn Kesir). Bütün bunlar salat’ın bir destek emri olduğunu, Allah’ın ve
meleklerinin bu salat’ı vahyi gönderip indirerek yaptıkları, müminlerinse fiili
dua ile risalet mirasını desteklemeleri gerektiğini göstermektedir. Aslında
peygamber için dua olan salavat da bu desteğin sözlü boyutudur.[8]
Salat’ın bu ayetteki anlamının “destek” olduğunu
İhsan Eliaçık ve Mustafa Öztürk’de ifade etmektedir.
Allah ve melekleri peygamberi
destekliyor; hiç kuşku yok. Ey iman edenler! Siz de onu destekleyin ve canı
gönülden barış ve esenlik dileyin.[9]
Allah ve melekleri peygamber’in üzerine
titremekte; ona her türlü yardım ve desteği vermektedir. Ey Müminler! Siz de
ona destek olun; onun emirlerine tam bir teslimiyetle uyun.[10]
Hem surenin 57. ayetinde, incitilen ve
dolayısıyla desteğe ihtiyacı olan bir peygamberden bahsediyor: Çünkü Allah ve
peygamberini incitenleri, Allah dünyada ve ahirette dışlamış ve onlara
kesinlikle aşağılık bir azap hazırlamıştır.
Kur’an’da Nesh Yoktur
Sözlükte "iptal etmek,
gidermek, yok etmek, nakletmek" gibi anlamlara gelen nesh (nesih), İslâmî
bir terim olarak "dinî bir hükmün yürürlükten kaldırılması veya daha
sonra gelen bir hükümle değiştirilmesi" anlamında kullanılır. Sadece
buyruk ve yasaklarda nesih söz konusu olabilir. Ortadan kaldırılan hükme
mensuh, onu ortadan kaldırana da nâsih denir.[11]
Prensip olarak neshin aklen
mümkün olduğu, ayrıca diğer dinlerde de fiilen meydana geldiği hususunda görüş
birliği vardır. Nitekim Tevrat'ın bazı hükümleri İncil ile yürürlükten
kaldırılmıştır. Aynı şekilde Tevrat ve İncil'deki hükümlerin bir kısmı da
Kur'ân-ı Kerîm tarafından değiştirilmiş veya kaldırılmıştır. Ayrıca Hz.
Peygamber'in kabir ziyaretiyle İlgili hadislerinde olduğu gibi İslâm'ın gelişme
sürecine bağlı olarak önceki bazı hükümler sonradan değiştirilmiştir. Ancak
Kur'ân-ı Kerîm'de neshedilmiş ayetler bulunup bulunmadığı konusu tartışmalıdır,
İslâm bilginlerinin çoğunluğu bazı ayetlerin sonradan gelen başka ayetler veya
hadislerle neshedildiğini savunurken bazı alimler de bu görüşü
reddetmişlerdir. Bu arada Kur'an'da neshi mümkün görenler de mensuh ayetlerin
sayısıyla ilgili olarak 5 ile 200 arasında değişen farklı rakamlar ileri
sürmüşlerdir.[12]
Daha çok son dönem İslâm
bilginlerinin tercih ettiği ve bizce de isabetli olan anlayışa göre bir konuda
iki farklı hüküm içeren iki ayetten, sonra gelenin -nihâî bir düzenleme getirme
amacının açıkça anlaşıldığı durumlar dışında- öncekinin hükmünü tamamen ortadan
kaldırdığını kabul etmek yerine, her iki ayetin de kendi şartlarında geçerli
ve yürürlükte olduğunu, hangisinin indiği şartlar mevcutsa onun hükmünün
uygulanması gerektiğini, böylece duruma göre birinin veya ötekinin
uygulanabileceğini, eğer birinin şartlan artık sonsuz olarak tekrar doğmazsa
pratikte o hükmü uygulamaya da imkân bulunmayacağını düşünmek daha isabetli
görülmektedir.[13]
Müellif nesh konusunda şunları
söylemektedir:
Biz bir ayetin(risalet) yerine bir başka ayeti(risalet)
getirdiğimizde -ki Allah adım adım ne indirdiğini bütünüyle bilmektedir- (hakkı
inkar edenler), "Sen sadece uyduruyorsun!" derler. Oysa onların çoğu
bilmeyen, anlamayan kimselerdir! (Nahl,101).
Bu
ayet nesh teorisini savunanların dayandıkları iki ayetten biridir. Mustafa
İSLAMOĞLU, ibaredeki (ve izabeddelnaayeten) “ayet” kelimesinin
risalet anlamına geldiğini uzun dipnotunda şöyle izah eder:
Yani:
“Bir risaleti diğeriyle değiştirdiğimizde”. Buradaki “ayet”in en münasip
karşılığı “risalet” olsa gerektir. Zira
bu ayet 44. ayetteki bi’lbeyyinative’z-zuburadıyla anılan ve tüm peygamberler
verildiği iddia edilen vahyin bir devamı ve parçasıdır. Bu ayet klasik nesih
teorisinin savunulmasında ilk sırada yer alır. Ne var ki bu, yine bu teoriyi
savunanların koydukları “nesh, inançla ilgili ayetler için değil, dini
hükümlerle ilgili ayetler için geçerlidir” kuralına aykırıdır. Çünkü bu sure
Mekkidir. Kaldı ki buradaki ayeten kelimesi, “ilahi mesaj, vahiy, mucize ve
hakikatin belgesi” manalarına gelir. Şu durumda bu ayetin, klasik nesh
teorisine delil olması mümkün görünmemektedir. Bu ayette nesh’ten değil
tebdil’den söz edilmektedir. Öte yandan bu ayet indiğinde, nesh teorisini
savunanların değiştiğini iddia ettikleri “ahkâm ayetleri” henüz indirilmemişti.
Hemen arkasından gelen yunezzilu fiili aslında bu ayetteki tebdilin nasıl
anlaşılması gerektiğinin de anahtarını verir. Bu anahtardan yola çıkarak, bir
ayetin başka bir ayetle değiştirilmesi, bir süreç içerisinde parça parça inen
vahyin farklı zaman ve şartlara göre söyleminin ve talimatlarının da
farklılaşması şeklinde anlaşılabilir. İbn Abbas, “bir ayeti diğeriyle
değiştirme” ibaresini, “daha sert ayetlerin yerini söylem olarak daha yumuşak
ayetlere terk etmesi” olarak, yani üslup değişikliği biçiminde anlamıştır
(Mukatil). Ayeti klasik nesh teorisi dışında yorumlayan bu anlayış, iç ve dış
bağlama da uygun düşmektedir. Vahyin söylemindeki her faklılaşma bir öncekinin
hükmünü geçersiz kılmayı değil, “Rabbin yoluna hikmetle çağır” talimatının,
vahiy tarafından bizzat uygulandığını ifade eder.[14]
Biz yürürlükten kaldırdığımız veya unutturduğumuz her hangi
bir mesajı mutlaka daha iyisi veya benzeri ile değiştiririz. Allah'ın her şeye
kâdir olduğunu bilmez misin? (Bakara, 106).
Bu
ayet nesh teorisini savunanların dayandıkları iki ayetten diğeridir. Ebu Müslim
bu ayetin neshe delil gösterilemeyeceğini üç maddeyle özetler: 1) Burada sözü
edilen ayetler Tevrat ve İncil’de yer alan cumartesi yasağı, doğuya ve batıya
yönelerek ibadet gibi hükümlerdir. 2) Neshin anlamı “istinsah”, yani ilahi
kelamın levhimahfuz’dan aktarılmasıdır. 3) Bir şart-cevap cümlesi olan bu ayet
Kur’an’da neshin vuku bulduğuna değil, olması halinde daha iyisinin ikamesine
delildir. Bu ayetin ait olduğu pasaj, daha önce kendilerine vahiy ile hitap
edilen toplulukların ilahi kelama sırt çevirmeleri ve buna da gerekçe
üretmelerinin anlatıldığı bir pasajın hemen ardından gelmektedir. Açıktır ki
ayette, Yahudilerin Hz. Muhammed’e gelen mesaja karşı sırt dönme gerekçeleri
çürütülmektedir. Dolayısıyla burada söz konusu olan nesh Kur’an içerisinde
herhangi bir ayet ya da ayetler grubuna ilişkin değil önceki mesajlara ilişkin
bir neshtir. [15]
Dinin
ve aklın kabul edemeyeceği hususlardan biri, hadis/sünnetin Kur’an’ı nesh
etmesi/yürürlükten kaldırmasıdır iddiasıdır. Bu anlayış iddiadan da öte, haşa
peygamberi ilah konumuna yükseltmektir. Allah’ın otoritesini altüst etmektir. “Eğer o, bize karşı bazı sözleri uydurup söylemiş
olsaydı. Muhakkak onun sağ elini (bütün güç ve kudretini) çekip alıverirdik.
Sonra onun can damarını elbette keserdik. O zaman, sizden hiç kimse araya
girerek bunu kendisinden engelleyip uzaklaştıramazdı. (Hakka, 44-47). Ayetleri
Hz. Peygamberi vahye muhalefete karşı uyarmıştır. Onun vefatından sonra O’nun
yapmadığı ve yapmayacağı şeyleri onun adına söylemeye ve yapmaya kalmak Hz.
Peygambere yapılmış bir iftiradır.
Kur’an’da neshi reddedenlerin
görüşleri:
1. Nesh
aklen caiz olmakla beraber, Kur’an’da bilfiil vaki olmamıştır.
2.
Kur’an’da nesh meselesi, İslam akideleriyle ilgili olmayıp, ancak tefsir
ilminde bir sistem (mezhep) dir. Zira akideye ait bir mesele olsaydı inkar
edilemezdi.
3.
Mensuh ayetlerden maksat, Tevrat ve İncil’deki, yani şeriatlardaki hükümlerdir.
4.
Kur’an’da şu veya bu ayetin, şu veya bu ayeti nesh ettiğine dair bir sarahat
yoktur.
5.
Neshi kabul edenler, mensuh ayetin önce, nasihin ise sonradan nazil olduğuna
dair birçok defalar kat’i bir delile malik değillerdir. Nitekim Bakara
Suresi’ndeki “iddet” meselesine ait ayetlerde olduğu gibi (Bakara 240 ve 224)
bazı ayetlerin mensuhunasihten sonra nazil olduğu da müşahede edilmiştir.
6. şu
veya bu ayetin, şu veya bu ayetle nesh edildiğini sarih ve kat’i bir şekilde
teyit edecek Hz. Peygamberden sadır olmuş olan ve muttefekun aleyh olarak kabul
edilen bir hadis de mevcut değildir.
7. Nasih ve mensuh ayetlerin sayıları hakkında
bile ittifak hasıl olmuş değildir.
8.
Neshi kabul edenler, bir taraftan neshin ancak emir ve nehiylere ait ahkâma
inhisar ettiğini iddia ederken, diğer taraftan ahbara ait lafızların bile nesh
olduğunu kabul etmektedirler.
9. Ahad
rivayetiyle Kur’an’ın ayetleri ispat olunamadığı gibi, inkâr da olunamaz. Bu
sebeple Fatiha ve Muevvizetan surelerinin kitabullahtan addedilmediğine dair bu
gibi bazı rivayetler tabiatıyla nazarı itibara alınmamıştır.[16]
Suyutimensuh
ayetlerin sayısını 20 ye indirir. Şah VeliyyullahDehlevi ise, Suyuti’ninmensuh
saydığı ayetleri Fevzul Kebir isimli eserinde inceleyerek bunları 5’e indirir.
Kur’an’da
insanlığa dünya ve ahret saadetini kazandıracak ilke ve kaideler mevcuttur. İnsanlar farklı seviyelerdedirler. Her
insanın aklı, kültürel seviyesi ve kapasitesi farklıdır. Hadiste,
"İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibi farklı mizaç ve
seviyededirler." [17]
buyrularak bu gerçeğe dikkat çekilmiştir. Kur'ân'da da, "Her ilim
sahibinin üstünde daha iyi bilen bir ilim sahibi vardır."[18]
buyrulmuştur.
İnsanların
hepsi aynı ahlak, kavrayış ve itaate sahip değillerdir. Kimi insanlar tedrici
olarak itaate ve ibadete alışır. Bu kesim insanlık içinde büyük bir yüzdeyi
teşkil eder. Bu yüzdeyi ise genelde avam
oluşturur. Kur’an tebliğ ve irşatta bu kesimin anlayışlarına riayet eder. Yani
onları yavaşa yavaş inşa eder. İçki ayetlerinin 3 aşamada tedrici olarak haram
kılınması buna delidir. Şimdi içkinin haramlığını bildiren ayet önceki iki
ayeti nesh mi edecek? Bugün dünyada İslam’la tanışmamış milyarlarca insan var.
Onlardan içki içen birini İslam’la tanıştırmak istesek hemen içkisini
bırakmasını isteyeceğiz? O zaman diyalog oracıkta kesiliverir.
Kur’an’ın
ifadesiyle Mekke toplumu uçurumun kenarında idi. Pek çok kötü adetleri olan bir
toplumu bir anda bu âdet ve alışkanlıklarından koparmak mümkün değildi. Kur’an
tedricilik yolunu seçti ve bunu başardı. O toplumdan insanlığa muallimler yetiştirdi.
Bu süreç o toplum için bitmiştir. Fakat o süreç insanlık içinde her birey ve
toplum için devam etmektedir. Bunun için alimlerin geçmişte hükmü nesh edildi
dedikleri bir ahkam, bazı birey ve toplumlar için devam etmektedir. Nesh ile bu
birey ve toplum hüsrana itilemez.
Kur’an Toptan İndirilmemiştir
Müellif şunları söylemektedir:
Elbet onu kadir-kıymet gecesinde Biz indirmeye
(başlamışızdır). (Kadir, 1)
(4 nolu
dipnot): İnzal kalıbının “bir seferde indirme” manasına geldiği doğru değildir.
(Krş:25:32). Buna dayanarak vahyin dünya semasına tek seferde toptan indiği
yorumları da mesnetsizdir. Gökten yağmur bir defada inmediği halde, yağmur
içinde aynı kalıp kullanılır(23:18). Yaptığımız karşılaştırmalı bir okuma,
tenzil ve inzal’in birbirinin mukabili olarak kullanıldığını ortaya koymuştur.
Tenzil vahyin kaynağına nisbetle, inzal hedefine nisbetle kullanılmaktadır
(Bkz: 12:2, not 3’ün devamı). İnzal kalıbı asıl “bir yasaya bağlı olarak
indirme” vurgusu taşır. Lügatte inzal’in manası; ulvi manaların bilinç evrenine
dahil edilmesidir (duhulu’ş-şey fî alemi’lmüdrikat). Bu, ya önceden var olanı
dönüştürmek (ca’l), ya bilinç anında var etmek (halk) şeklinde gerçekleşir.
Kur’an’ın inmeye başladığı gece Ramazan ayının içinde bir gecedir (2:185).[19]
Kur’an’ın
indirilişi konusunda iki görüş vardır:
Birincisi:
İbni Abbas ve bir cemaatin görüşüdür. İbni Abbas’ın şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Kur’an, kadir gecesi, dünya semasına toptan bir kerede indirildi.
Bundan sonra yirmi yılda (bölüm bölğüm) indirildi.[20]
Kur’an zikirden ayrılıp dünya semasındaki Beytü’l-İzzet’e konuldu. Cibril onu
oradan Hz. Peygamber’e (as) (bölüm
bölüm) indirmeye başladı.[21]
Kur’an dünya semasına toptan bir kerede indirildi. Mevaki-i Nücum’da idi. Allah
onu peygamberine birbiri ardı sıra indiriyordu.[22]
Bu
görüşler, özellikle İbni Abbas’a nispet edilenler –ki bu tür yorumlarının
aslını oluşturmaktadır- Hz. Peygamber (as) efendimize kadar ulaştırılmış
değildir. Oysa bunlar, Yüce Allah’ın ilmiyle, egemenliğinin, melekutunun
sırlarıyla ve varlığıyla ilgili gaybi haberlerdir. Bunları bilmek, ancak Hz.
Peygamber (as) aracılığıyla mümkün olabilir. Bilebildiğimiz kadarıyla Hz.
Peygamberimizden (as) de bu tür haberler aktarılmamıştır. Hz. Peygamberimize
(as) dayanmadan ya da Kur’an’ın apaçık ifadesini esas almadan, rastgele söz
söylenemeyecek olan bir mesele de tahminden öteye geçmeye bu tür sözlerin ve
haberlerin İbni Abbas tarafından söylendiğine ihtimal vermiyoruz.[23]
İkincisi: Bu Şa’bi’den[24]
rivayet edilmiştir: Ramazan ayı... İnsanlar için
hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık
belgeleri (kapsayan) Kur'an onda indirilmiştir. (Bakara,185). Elbet onu
kadir-kıymet gecesinde Biz indirmeye (başlamışızdır). (Kadir,1). Gerçekten Biz onu mübarek bir gecede indirdik, gerçekten
biz uyaranlarız. (Duhan,3). Üç ayetteki Kur’an’ın nüzulünden maksat; onun Rasulullah’a
(as) inmeye başlamasıdır. Kur’an’ın nüzulü, Ramazan ayının Kadir gecesinde
başlamıştır. Kur’an’ın bir nüzulden başka nüzulü yoktur.[25]
Diğer semavi kitapların toptan bir
kerede indirildiği kendilerine nakledilmiş olan müşrikler, Kur’an’ın peyderpey
indirilmesi hakkında münazara ve münakaşa etmişlerdir. Kur’an’da, Kur’an’ın bir
defada indirilişine dair sarih bir ayet olmadığı gibi müşriklerin toptan
indirilmeli değil miydi taleplerine Kur’an şöyle der: İnkâr edenler dediler ki: "Kur'an ona
tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil miydi?" Biz onunla kalbini
sağlamlaştırıp-pekiştirmek için böylece (ayet ayet indirdik) ve onu 'belli bir
okuma düzeniyle (tertil üzere) düzene koyup' okuduk. Onların sana getirdikleri
hiç bir örnek yoktur ki, biz (ona karşı) sana hakkı ve en güzel açıklama tarzını
getirmiş olmayalım. (Furkan,32-33).
Kur’an’ın tamamının bir defada dünya
semasına indirildiği görüşüne gelince; buna ait ne Kur’an’dan, ne de sahih
hadisten bir delil vardır. Kur’an’ın bir defada nazil olmasının her hangi bir
hikmeti görülmediği gibi, Kur’an bölümlerinin çoğunluğunun ilkin Mekke, sonra
da Medine’de cereyan eden Hz. Peygamber’in (as) hayatına ait tablo ve olayları
ihtiva etmesi veya bu olaylar üzerine inmesi itibariyle de bu görüşün, olayın
tabiatına uygun olmadığı görülmektedir.[26]
[1] Bakınız: 87/3; 15/21;
33/38; 80/19; 77/23)
[2] Mustafa İSLAMOĞLU, İman Yazıları,
35-38. Kader meselesini daha ayrıntılı okumak için Müellifin “İman” kitabı
159-194. sayfalar arasındaki “Tevhid ve “Kader” başılığına bakılabilir.
[3] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı
Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 1081
[4] Hasan ELİK, Kur’an Mesajı, Yıl 1,
Sayı 6, Nisan 1988, s. 48
[5] Bu konuda şu çalışmalar okunabilir;
Rivayet Kültürü ve Yanlış Din Anlayışı, 251-276; Hüseyin Atay, Kur’an-ı Kerim’i
Okuma ve Kudsiyet, (Kur’an’a Göre Araştırmalar Vakfı, Ankara, 1995, s.129-171;
Hidayet Aydar, Kur’an’a Dokunmak ve Abdest Meselesi, (Kur’an Araştırmaları
Dergisi, İstanbul 1998, Sayı 4, s. 55-73) ; M. Sait Şimşek, Günümüz Tefsir
Problemleri, 35-40
[6] Mustafa ÖZTÜRK, Kur’an-ı Kerim Meali (Yorum ve Anlam Merkezli
Çeviri), 747
[7] M. Sait ŞİMŞEK, Günümüz Tefsir
Problemleri, 36-37
[8] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı
Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 840-841
[9] R. İhsan ELİAÇIK, Nüzul Sırasına Göre
Yaşayan Kur’an Türkçe Meal/Tefsir, 870
[10] Mustafa ÖZTÜRK, Kur’an-ı Kerim Meali (Yorum ve Anlam Merkezli
Çeviri), 583
[11] Diyanet Tefsiri
[12] Diyanet Tefsiri
[13] Diyanet Tefsiri
[14] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı
Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 519
[15] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı
Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 41
[16]İsmail CERRAHOĞLU, Tefsir Usulü,
125-126
[17]İbnAbdi'l-Berr,
Câmi', 16; Acluni, Keşfü'l-Hafa, II,432.
[18]Yusuf ,76
[19] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı
Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 1282-1283
[20]Hakim, Beyhaki, Nesai
[21]Hakim,
[22] Haki, Beyhaki,
[23] İzzet Derveze, Kur’anu’lMecid, 243
[24]Şa’bi: Amir İbniŞerahil’dir. Tabiin’in
büyüklerindendir. Ebu Hanife’nin hocalarının en büyüğüdür. Hadis ve fıkıhta ima
idi. Hicri 109 yılında vefat etmiştir.
[25]Menna Halil el-Kattan, Ulumu’l-Kur’an,
146; Suyuti, İtkan; 97;
[26] İzzet Derveze, Et-Tefsiru’l-Hadis,
I/263
Yorumlar
Yorum Gönder