YENİDEN BAŞLAMAK
YENİDEN BAŞLAMAK
Dünyadaki önemli problemlerden bir
tanesi “din algısı” sorunudur. Sorunun kaynağını kimi zaman yanlış
bilgilendirmeler oluştururken, kimi zaman kişinin kulaktan dolma bilgilerle
hareket etmesi ve ön yargıları teşkil eder. Çoğu zaman ise kişinin din algısı o
dinin mensuplarının hayat tarzlarına göre şekillenir. Yani kişilerin dine olan
bakışlarında, o dinin mensuplarının dini yaşantıları önemli bir belirleyicidir.
Özellikle Türkiye’de bu “din algısı” problemi doruğa çıkmıştır. Din başından
beri “gerilemenin” baş müsebbibi görülerek sekülarizme kurban edilmiş ve
laikliğin Türkiye yorumu ile hayatın içerisinden alaşağı edilmiştir.
Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda
etkili ve egemen olan geleneksel kültür, her durumda geçmişte yaşama hayalleri
kurarak akıl tutulmalarına maruz kalıp düşünce insanı, eylem insanı
yetiştiremiyor. Bu kültür anlayışı nedeniyle, İslam toplumları kendilerini
yeniden üretme ve çoğaltma yeteneğini kaybediyor. Bu tür kültürlerde üretici ve
sorgulayıcı bir akıl hayat bulamıyor. Bu tür kültürlerde kişisel sorumluluk duygusu,
kişisel bilinç, kişisel irade gelişmiyor. Bireyi yok eden ve nesne konumuna
düşüren bir hareket/cemaat anlayışı, yalnızca bireysel liderlerin otoritesine
dayalı olarak somutlaşıyor. Hareketin/cemaatin kimliğini, hareket ya da
cemaatin bütünü değil, sadece bireysel liderler belirliyor. Düşünce, anlam,
yorum ve çözümleme, üretemeyen hareketler/cemaatler Müslüman toplulukları acele
ve temelsiz alanlara savuruyor.
Fiziksel olarak bir çağda yaşıyorken,
zihinsel olarak bir başka çağda yaşıyoruz. Yani bedenen bu çağda ama aklen
geçmişte yaşıyoruz. Birden fazla kültürün, kimliğin, birbirleriyle çatışan
değer sistemlerinin yönlendirici etkileri altında bulunuyoruz. Kontrol edilmesi
ve sınırlandırılması mümkün olmayan dönüşümlere maruz kalıyoruz.
Sistematik bir şekilde hayal üreten
kültürler hiç bir şekilde kendilerini sorgulama ihtiyacı duymuyor. Bu nedenle
de hayal üreten kültürler kendilerini yenilemiyor ve yeni koşulları doğru
algılayamıyor. Yeni gelişmeler karşısında yeni değerlendirmeler yaparak yeni
tavırlar alamayan hareketler/cemaatler, dünyanın dönüşümlerini hiç bir şekilde
anlayamıyor, anlayamadığı için de statükolara teslim oluyor. Boyun eğmeyi
gelenek haline getiren kültürler özgürleşemiyor, kendisini gerçekleştiremiyor,
ayağa kalkamıyor, yeni bir inşa’ya yönelemiyor. Boyun eğmeyi gelenek haline
getiren kültürlerde hayat egemenlerin dünya görüşlerine göre şekilleniyor. Bu
tür kültürlerde insan ve insanlık sadece bir istatistik malzemesi olarak anılıyor.
Mekânla, zamanla, gelenek ve görenekle, tarihle, herhangi bir mezhep ve hiziple
herhangi bir etnik kimlikle sınırlı bir anlayış, kesinlikle insanlık çapında
bir etkinlikte bulunamıyor. Hâlbuki bugün dünya çapında insani, ahlaki, politik
sorumluluklar ve etkinlikler üstlenmek gerekiyor. Küresel örgütlerin ekonomik,
sosyal ve politik hayatı denetim altında tutup insanlığı tek kültüre, tek
politik ve ekonomik düzene indirgemeye çalıştığı bir dönemde tarihin ve çağın
ruhuna derinliğine nüfuz etmek gerekiyor.
Eleştirel bir dikkate, duyarlılığa
sahip olmadığımız için, Müslümanlar olarak bu durumu görmüyoruz. Kur’an’a ne
kadar yabancılaştığımızı fark etmiyoruz. Bütün bunlar bir yana, bir İslam
toplumunda yaşıyor gibi yaşamaya devam edebiliyoruz. Politik ve dini popülizm yönünde
ilerleyen, her tür popülizmi alkışlayan bir toplum için iyi bir gelecekten
kesinlikle söz edilemez. Niteliksel anlamda bir tercih yapmayan ahlaki ve
entelektüel anlamda muhalefet ve direniş ihtiyacı duymayan bir toplum hiçbir
umuda yelken açamaz.
İslam coğrafyası değerlere dayalı bir
zihniyeti değil, sayılara dayalı bir zihniyeti temsil ediyor. İnsanlık, küresel
anlamda medya aracılığı ile şekillendiriliyor.
Hayatın her alanını, kimliksizlik,
kişiliksizlik, içeriksizlik, yüzeysellik, anlık ve günlük ilgiler,
gösterişçiliği, sonradan görmeliği temsil eden moda duruşlar işgal etmiştir.
Düşüncede, entelektüel hayatta, kültürde, dün ve yarın tamamen önemsiz
olabiliyor, unutulabiliyor, değersizleşebiliyor. Hangi alanda olursa olsun,
moda tercihler sorunlu duruşlar üretiyor. Bireyler, gerçek kimliklerini asla
yansıtmayan, koşullara göre şekillenen imajlarla var olmaya çalışıyor.
İçerisinde yaşadıkları dünyayı bir
bütün olarak anlamayanlar, tarihin öznesi olamazlar, insanlığa bir katkıda
bulunamazlar. Tarihe müdahale etmek isteyenler statükoları aşmak zorundadırlar.
Gerektiğinde bağlılıklarımızı, alışkanlıklarımızı, tercihlerimizi
sorgulayabilmeliyiz. Tarihin akışı içerisinde nerede ve nasıl durduğumuza
yeniden bir kez daha bakmalıyız. Ödünç düşüncelerle bir düşünce savaşı
verilemez. Kış güneşi ile (şems-i şita) kimseyi ısıtamayız. Kendisini yeniden üreten
ve dönüştüren bir bilinç üretmeliyiz. Özgün ve özgür düşünme yeteneğine sahip olmayanlar
koşullara teslim olurlar. İslami bilgi ve bilgeliğin, ahlaki hukuki ve siyasi
değerlerin insanlık çapında inşa edilmesi gerekir.
Sünnilik, tarihsel/teolojik
(yorumsal) bir kategori olarak, İslam Dünyasını 1400 yıl taşımış olmasına
rağmen; sonunda bu “taşıma” kapasitesi çökmüştür. Teolojik gövdesi, ciddi
sorunları barındırmaktadır. Bunlardan bazıları, ta baştan beri süren “teolojik”
yanlışlıklar; diğer bazıları ise, miadını doldurmuş kavramsal-kurumsal
eskimeler, çürümeler ve yıpranmış yapılardır. Ciddi bir “Tecdit” e ihtiyacı
olduğu ortadadır. Ancak, Türkiye’deki İlahiyat Fakülteleri, bu teolojik
yapımın/yapının sorunlarını anlayacak/görecek ve yenileyebilecek kapasitede
görünmüyor. İslam'da kurumsal otoritenin yerine, mutlak olmayan
(yorumsal/içtihadî), sivil-ilmi otoritenin olduğu (Ulema) malumdur. Oysa
Türkiye’de dini otorite ve olmaması gereken “temsil”, bugün tarikatlarda,
cemaatlerde ve siyasal liderlerin eline bulunuyor. Başımız, din ile
bela(denenme)da. Epeyce işimiz var demektir.[1]
Bir sorunun çözülmesi için soruna
neden olan etkenlerin analizi yapılmalıdır.
Tasavvufun üçüncü yüzyıldan itibaren
iç ve dış kaynaklardan etkilenerek gelişmesi ve Sünniliğe eklemlenmesinin,
İslam toplumlarında yaratıcı düşünmenin ve özgür iradenin çökmesinde önemli bir
etken olduğu kanaatindeyim. Tarikat yapıları, bireyi sürüleştiren ve özgür
iradesini felç eden yapılar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Patrimonyal[2]
sistemin periferisinde (taşra) kalmış halk yığınlarında oluşmuş içerleme ve
uçuklamayı örgütleyen tarikatlar, kitlelerin tarih-toplum ve iktisat (dünya)
ile bağlarını gevşeterek “uhrevi” ve “ruhsal” bir ajanda yaratmışlardır. Oysa
Kur’an, öteki herkesten sorumlu, özgür bireylerden oluşan bir cemiyet
(ümmet-millet) aidiyeti ve gözü ırakta (Ahiret), kendi buralı (dünya-iktisat)
bir kişilik yaratmaya çalışmıştır. Tarikat ve dini cemaatler ise, birer
“kabile/klan” topluluklarıdır.[3]
Toplumsal değişmede çok önemli bir
yere sahip olan din faktörü, hem sahip olunan îmânî ve ahlâkî değerlerin
temelini oluşturup huzur ve barışa, gelişmelere kapı açabildiği kadar, bazen de
sosyal değişmeyi ve gelişimi yavaşlatıcı, çatışmaların dinamiğini oluşturan bir
faktör de olabilir. Bu yönden nihaî olarak insan-din ve toplum ilişkisinde
dinin, insan ve toplum gerçeğine uygun olarak hayatın bütün yönlerini tevhîdî
bir bütünlük içerisinde kuşatabilecek, dengeleri kurabilecek, gelişmelere ışık
tutarak mesajları ile bütün insanlığı kucaklayabilecek mahiyette olması ve
böyle bir dinin doğru algılanması önem arzetmektedir. Dinin fıtrî ve evrensel
olması, onun kaynağının aşkınlığını da gündeme getirmektedir. Çünkü insanı
yaratan, aynı zamanda onun fıtratını da en iyi bilendir. O halde fıtrata uygun
böyle bir dinin, temel esasları ve özü itibariyle insanlığın tarihi ile yaşıt
olması gerekeceğini de düşünebiliriz.
Günümüzde Kur'an'ın sadece lafzî
okunması, eski müfessirleri ve din bilginlerini körü körüne taklit, zamanın
meselelerini ele almaksızın İslâm'ı sadece mekanik ibadetlere ve birtakım
şekillere indirgeme alışkanlığı, problemleri çözmeye ve İslâm'ı, hayatı bütün
boyutlarıyla kucaklayan evrensel bir mesaj olarak sunarak Müslümanları bilim ve
medeniyetin öncüleri haline getirmeye yetmemektedir. İçinde bulunulan şartlar,
Müslümanlar için vahyin ışığında ve Müslüman bilim adamlarının yüzyıllar
boyunca üzerinde ittifak ettikleri sağlam metod ve geleneklerin de yardımı ile
hukuk, ekonomi, politika, felsefe, psikoloji, sosyoloji, tarih, din ve pozitif
bilimler dahil bütün bir beşerî birikimi özümlemeyi, onu birtakım unsurlardan
ayıklayarak özgün bir şekilde yeniden yorumlamayı ve hayata geçirmeyi gerekli
kılmaktadır. İslâm ancak bu şekilde vadesini doldurmuş birtakım geleneksel ve
tarihî unsurlardan ayıklanmış, canlı bir mesaj olarak insanlığa sunulabilir ve
tarihte yeni bir çığır açabilir. Nitekim Müslümanlar, tarihte böyle bir
gelişimin önderliğini yapmışlardır. Eldeki kaynakların, böyle bir misyonun
yerine getirilmesi için yeterli olduğunu düşünüyoruz.
İslamiyet’i doğru anlayabilmek için
bize düşen bu inanç sistemini birinci kaynaklardan öğrenmek ve doğru bir
şekilde tanımaktır. Bunun için öncelikle Kuran’ı Kerimden ve Hz.
Muhammed’in (S.A.S) hayatından İslam’ı tanımak gerekir. Aksi taktirde İslam
temsilciliği adına İslam’ın düsturlarına uymayan davranışlarla ortaya çıkan bir
takım din adamlarının veya kendini dindar olarak tanımlayan
kişilerin yaşantılarından yola çıkarak İslam algısı oluşturmak doğru bir
algı olmaz.
Yorumlar
Yorum Gönder