ANALİZDEN BİLİNCE, PARADİGMADAN EYLEME ÜMMET
Analİzden Bİlİnce,
Paradİgmadan Eyleme Ümmet
SANAYİ
DEVRİMİNE KADAR MİLLETLER TARİHİ YAPAR, SONRADAN GELENLER DE YAZARDI. SANAYİ
DEVRİMİNİNDEN SONRA, ÖNCE EGEMEN GÜÇLER TARİHİ YAZDILAR/PLANLADILAR, SONRA DİĞER
milletlere rol
verdiler. Fakat bir gerçeklik var ki milletler kendilerine rol verildiğini
bilmiyor.
Sadece yönetenleri biliyor…
Yani, dünya milletleri bugün kendilerine verilen rollerini oynamaktadırlar. Öyle
ki rollerini hayatları zannediyorlar. Müslümanlar olarak tarihimizi biz
yapmadığımız için, tarihi yapanların yaptıkları üzerinde tartışıyor, yaşıyor,
konuşuyor, spekülasyonlar yapıyoruz. Bu, bir film izlerken; “Şurası şöyle
olsaydı” veya filmde tuzağa düşürülecek aktöre “kaç, kaç” demeye benziyor. İşte
Müslümanların durumu… Egemen güçler yeni gerçekliğe (!) uyum sağlamamızı, bu
gerçeklikle uzlaşmamızı istiyor. Büyük resme gereği gibi nüfuz edemediğimiz için,
tarihin nesnesi oluyor, tarihsel gelişmeleri tarihi planlayanlar nasıl
yorumlamamızı istiyorlarsa öyle yorumluyoruz. Biçilen rollerle bütünleşmek,
sorgula (tma) mayı öğretiyor.
Sanal gerçekliğin üzerine
gitmek gibi bir gayret gütmüyoruz. Kitleler mevcut gerçekliğin kendi zihinsel
ve eylemsel reflekslerimizle vücut bulduğuna inan (andırıl) ıyor. Statükoya,
geleneğe, cemaat/tarikat liderlerine, politik liderlere itaati bir din gibi
sayan toplumlar, sanal gerçekliklerinin bir türlü dışına çıkamıyorlar. Statüko
ile bütünleşen kitlelerde hakikatten ayrıldıklarının farkına varamıyorlar. İnsanlığın
son iki yüzyılını belirleyen ideolojinin liberal ideoloji görüşü her türlü
ahlaki denetimi reddeden faşist bir yapılanmadır. Bu ideoloji ile hareket edip
gücü elinde bulunduran ABD, İsrail ve işbirlikçileri ölüm makinesi olup
çıkmışlardır. Aklımızı ve kalbimizi, hakim ideolojilerin baskılarından
özgürleştirerek, Müslümanlar olarak kendi kavram, kurum, gündem ve
değerlerimizi oluşturma iradesine sahip olmamız gerekir. STK’ların görevleri
aslında budur. Ancak STK’lar statükonun devamına hizmet edecek eylem ve
söylemleri dillendirmekten başka bir strateji geliştiremiyorlar.
Küfür bir araya gelirken
Müslümanlar ayetin hilafına günden güne daha küçük parçalara bölünüp herkes
elindekiyle avunur duruma düşmüştür. Müslümanlar İslam’a bir bütün olarak bakıp
aralarında birleştirici, kapsayıcı ilkeler üzerinde yoğunlaşmaları ve bir araya
gelmelidirler. Bütün yapılar kendilerine bir dev aynası tutmuşlar oradan
bakıyorlar. Farklı yorumlarla, farklı yapılarla bir arya gelmemek, bir tür grup
hapsi tesis etmektir. Böylece insanlar /gruplar yeni düşünceler, yeni anlamlar,
yeni iyilikler ve yeni tecrübelerden mahrum bırakılıyorlar. Bu durum;
Müslümanların kendilerine yabancılaşmalarıdır.
Dini hayat, her geçen gün
daha çok ayrıntılara indirgenerek özünden uzaklaş (tırıl) ıyor. İlkeli duruş,
ilkeli tercih ve ses getiren gerçekçi eylemlerden fakirleşiyor hatta tükeniyor.
Dini hayatın Kur’an ve Rasulullahın örnekliğinden uzaklaşarak patika yollara
saparak masal, menkıbe, rüya, alemine doğru hızlıca yol aldığı çok aşikardır.
Dini hayat, İslam’ın ve Ümmetin geleceğini inşaya göre değil; devlet dini,
cemaatler ve mezheplerin çıkarları doğrultusunda yapılandırılıyor. Bütün çıkarlar
İslam’ın çıkarlarından öne geçi (rili) yor. İslam millileştiriliyor, devlet
dini, cemaat ve mezhep dini adına bireyler propaganda aracı olarak
nesneleştiriliyor. Hiçbir ahlaki değer tanımadan her türlü dini sömürüye açık
hale getiriliyor.
İslam ümmeti her türlü
kuşatılmışlık içinde olduğu için; her kuşak, kendi dönemini analiz edebilecek, etkileyebilecek,
anlamlandırabilecek, tanımlayabilecek bir paradigma üretmek zorundadır.
İslam ümmeti Kur’an ve aklın
rehberliğinden çıkalı üç asır olmuştur. İslam ümmetini Kur’an ve aklın
rehberliğine döndürmek için yeni fikirler, yeni seçenekler, üretmek gereklidir.
Yeni paradigma üretilmediği için yeni fanatizmlere teslim olmak kaçınılmazdır. Küresel
sermayenin egemenliği dinleri, kültürleri sermayenin çıkarlarına hizmet edecek
şekilde tektipleştiriyor. Kuşatılmışlıklarının farkına varamayan İslami yapılar
popülizm ve heyecanlardan ibaret bir çerçevenin dışına çıkamıyorlar. Özgün
İslami bir yol/duruş seçmek, riskli bir yol/ duruş seçmek demek olduğu için,
pragmatist tercihler tek çıkar yol haline ge (tiri) liyor. Cumhuriyet dönemi
bütün dinci sos kullanan sağ partilerin yapageldiği budur. Mevcudu dinci sosla restorasyon
yapıyorlar. Her geçen gün İslami duruş adına kitleler pragmatistleş (tiril)
iyor. Pragmatist duruşlar meşrulaş (laştırıl) ınca da, hangi alanda olursa
olsun, direniş bilinci gündemimizden çıkıyor. Geleceği öngöremiyoruz. “Söz
sihirdir”. Bunu toplum mühendisleri iyi bildiği için kitleleri her türlü
propagandalarla kendilerine rahatlıkla eklemleyebiliyorlar. Neticede özgün bir
İslami bilinç ve duruştan bugün için söz edemiyoruz.
Emevi, Abbasi ve Osmanlı
iktidarlarıyla akıldan uzaklaştırılan ümmet, modernite ile de ahlaktan uzaklaştırıldı.
Geriye söylemden ibaret bir iman kaldı. İman, akıl ve ahlakla bütünleştiğinde insanı
üretken kılar. İslam ümmeti zihinsel olarak bir karantina altındadır. Bir
medeniyet maddi ve manevi boyutu, beraber temsil ettiğinde varoluşunu sürdürebilir.
Kaybedilen iman, akıl ve ahlak bütünlüğü gerçekleştirilmeden yeni bir diriliş
başlamayacaktır.
Tarihi süreç içinde İslam
ümmeti, Kur’an hakkındaki algılarını nefsi, itikadi, usuli etkilenmelerle bulandırdı.
Emeviler döneminde başlayan yönetim planındaki cahili sapmalar, peşi sıra
yakasına yapışan Yahudi ve Hristiyan ilahiyatının, Hint mitolojisinin ve Yunan
felsefesinin istilasıyla ümmetin aklının felci kaçınılmaz oldu. Tevhidi
bilinçle oluşan ümmet bilinci, gerek ilahiyat alanında gerek yönetim
mekanizmasında Kur’an’ı ve Hz. Peygamberin örnekliğini ölçü edinmekten uzaklaştıkça
iç zindeliğini yitirdi.
Kur’an, baştan sona kadar
önce anlamayı gerçekleştirerek inanmayı talep eden bir çağrı iken; klasik
İslami düşünce, Kur’an’ı önce inanılacak, sonra anlaşılacak bir inanç nesnesine
dönüştürerek Kur’an’ın yaptığını tersine çevirdi.[1]
İslam teolojisinin pradigma/dünya görüşü olabilmesi, rey ekolünün hayata
geçirilmesine bağlıdır. Rey Ekolü tarihte hep teoride kalmış ve siyasi erk bu
düşüncenin hayata geçmesine engel olmuştur. Çünkü rey Ekolü statükocu değil,
devrimciydi. İki ekolünde teoloji kurgusu birbirinden tamamen farklıdır.
Rivayet aklı dışlar, rey aklı gerekli görür. Rivayet mezhebi dinleştirir, rey mezhepten
faydalanmayı öngörür. Rivayet içtihat kapsını kapatır, rey o kapının açık
kalmasını savunur. Rivayet tarihi kutsar, rey tarihten ders çıkarılmasını
ister. Rivayetin nassı okuma şekli lafzi, reyin nassı okuma biçimi maksada
yöneliktir. Rivayet dini duvar gibi geçilmez görürken, rey dini insana çözüm ve
geçiş sunan bir kapı görür. Rivayet Allah’ın fiillerinde keyfiliği savunurken, rey
ahlakiliği ve gayeliliği savunur. Rivayet Hz. Peygamberi (as) “taklit edilen”
olarak algılarken, rey O’nu “örnek alınan” olarak algılar. Rivayet Kuran’ı
nesne, rey ise özne olarak görür.
Taklitle, propagandayla,
öykünmeyle gelen bilgi ve eylem kısa sürede tükenmeye mahkûmdur. Bu yollarla
birey ve ümmet şekillendirilemez, inşa edilemez. Bu yollarla yalnızca nesnelere
hükmedilir.
Batı ideolojileri ve yanlış
İslami yapılanmalar çok kişilikli parçalanmış kimlikler ortaya çıkardılar. Bir
Müslüman, kendini demokrat, laik, liberal, hümanist olarak tanımlayabiliyor.
Çok kimlikli kişilikler, her tür yabancılaşmaya açık hale gelirler.
Toplumumuzun hali buna şahittir.
Zıtların içtiması her
meselede, yapıda uyum teşkil etmez. Paramparça kimlik ve kişiliklerle hiçbir dava
hiçbir mücadele, hiçbir paradigma hayata geçirilemez. Kurguladığımız paradigma
bizi, tarih ve toplum bilincine, ahlaki ve entelektüel sorumluluklara, kültür ve
medeniyet yapılanmalarına götürmelidir.
Yorumlar
Yorum Gönder