KİRLİ DÜNYANIN PARÇASI OLMAK

 

KİRLİ DÜNYANIN PARÇASI OLMAK

Sekülerleşen İslam dünyasında dinin ocağı sön(dürül)müştür. Ama müntesipleri bu ocağın külleriyle avun(durul)maktadır.

Gerçek dindarlık, kolaylıkla birlikte zorluğu da bünyesinde taşır (94/5-6). Dindarlık, alışkanlık yerine şuuru, benliğin ayartmalarına karşı takvayı hedeflediği halde; görünürlüğe indirgenen dindarlık ise menfaatini korumak için festivale çevirdiği dinden geçimini sağlamanın yolunu tutmuştur. Bu gidişat ehli kitabın karakterine bürünmektir. İman edenlerin Allah'ı ve O’ndan inen hakikatleri hatırlayarak kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasıklardır.” (57/16).

Bugün Müslümanlar Yahudi ve Hristiyanların yaşadığı süreci yaşamaktadırlar. Din Müslümanlar arasında salih amel yerine mezhepsel ve cemaatsel ayrışmalar üretiyor.

“O kimseler dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça parça olmuşlardır ki her grup kendi sahip olduklarıyla sevinmektedirler.”(30/32).

Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.  (6/159).

Sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim; öyleyse bana kulluk edin. Onlar, aralarındaki emr’lerini (:dinlerini) paramparça ettiler. Hepsi bize dönecektir. (21/92-93)

İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim; öyleyse bana karşı takvalı olun. Fakat emr (:din)lerini aralarında parçalayıp, çeşitli kitaplara ayırdılar. Her grup, kendi yanında bulunanla sevinmektedir. (23/52-53)

 

Gelenekçi, modernist, Kur’an’cı gibi kalıplarla birbiri ile uğraşan müslümanlar bu çekişmeyi bırakıp, öncelikle ailesini sonra şehrini ve ülkesini nihayet dünyayı Allah'ın rızasına uygun yaşanacak bir yer yapmak için mevcut statükolara karşı birlikte mücadele verecek zeminler ve projeler üretmelidir.

 

İnsanın tercih ettiği “dünya hayatı” Allah ve ahiret hesaba katılmadan yaşandığı takdirde “çoklukla övünerek oyalanmaya” (102/1) dönüşecektir.

 

Dünya hayatına dalan ve bundan memnun olan insan Allah’ı (9/67) ve ahireti (7/51) unutur. “Allah’ı unutan ve Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar, fasıkların ta kendileridir.” (59/18).

 

Dinin amacı; dünyayı, hayatı insan için anlamlı hale getirmektir. Allah’tan umut kesilmez (39/59) ancak insanın da Allah’ın rahmetini celbedecek bir çabanın içinde olması gerekir.

 

Allah kendini yardıma çağıranlara her an hazırdır (40/60). İnsan Allah’a iltifat etmediği müddetçe dünya çölleşmeye, sekülerleşmeye devam edecektir. Çünkü “İnsanların başına gelen musibetler, kendi ellerinin yaptıklarının sonucudur.” (4/62). Allah güneş sistemi ve dünyanın içindeki her şeyi insan için yarattığını (36/36-40; 18/17), insanı da denemek için yarattığını (67/2) bildirmiştir.

Müslümanlar temelde, ifrat ve tefrit sarmalında geleneği din haline getirip rivayet kültürünü din olarak pazarlayanlarla; vahiyden beslenmeyen kuru aklı önceleyen neo-kelamcılığa soyunmuş karşıt iki anlayışla karşı karşıyadır. Bu karşıtlık umutsuzluğu körüklüyor.

Müslümanlar, siyaset, ekonomi, kültür, sanat, gibi alanlarda liberalizme teslim oldu. Liberalizme teslimiyet sorgulanacağına, siyasi erklerin kendilerine sunduğu özgürlüklerin tadını çıkarmaya, merkeze yaklaşıp kamuda görünme gafletine düştüler.

Medyatik ilahiyatçılar İslam dünyasındaki kargaşanın ilacı olarak laikliği savunmaya başladılar. Küresel noeliberal siyasetin teorik ve pratik duruşunu göremeyip akıl tutulması yaşıyorlar. Rey ekolünün takipçileri, Emeviler'den bu yana İslam coğrafyasındaki politik süreçleri ve etkilerini doğru okumakla beraber ‘Çağdaş Emevilik’ kuşatmasını görmüyorlar. Hastalıkları teşhiste isabet edip tedavide sınıfta kalıyorlar.  Genellikle de moda olan liberal akla teslim oluyorlar. Kur'an'ın toplumsal hayata dair ahkamını dinin değişkenleri kabul edip tarihselci bir anlayışla Kur’an algısını deforme ediyorlar.

Rivayet ekolünün takipçilerine gelince... Geleneği toptan kabullenmek ve savunmak gibi bir hataya düşüyorlar. Toptan red, toptan kabul hastalıklı zihinlerin tercihidir. Geçmişi kutsamak adına monarşik yönetimleri ve saray ulemasını meşrulaştırmak çok ciddi bir yanılgıdır. Din adına uydurulmuş rivayetleri net bir şekilde reddetmek yerine, Kur’an’a arz etmeyi önerenleri de hadis ve peygamber inkarcısı ilan ediyorlar.

Küresel hegemonyanın coğrafyamızda oynadığı oyunun ana fikri, İslam ile liberalizmin uzlaştırılmasıdır. Diğer bir deyişle İslam'ın protestanlaştırılmasıdır. Neoliberal İslamcılıktır. Neoliberal İslamcılık batı medeniyeti açısından "kontrol edilebilir İslam" dır. Batı dünyası hedefine ulaşmak için kendi değerlerini coğrafyamıza pazarlıyorlar.  IŞİD gibi acımasız örgütleri göstererek ılımlı İslam'a razı ediyor. Tabiri diğerle ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorlar. Arap Baharı Masalı,  Neoliberal İslamcılığı pazarlamanın ayak oyunlarıdır.

Neoliberal İslamcılık,  ideolojisi, din kurumuna çok ciddi zarar vermekte. İslamcılık dini ve dindarlığı siyasi hedeflerle aynı potada değerlendiren zihniyete sahiptir. Dinin evrensel ne kadar değeri varsa hepsinin içini boşaltan ve salt ibadet pratiğine indirgeyen bir din anlayışını benimsedikçe, bu dünya görüşünün çürümüş dokularının sirayet ettiği toplum da çürüyor. Kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi yaşamayan, kendi gibi inanmayan, kendi gibi hissetmeyenlere karşı dehşetli bir hoyratlık, sınır tanımazlık, buyurganlık hali içinde hareket ediliyor.

Hiç bir medeniyet çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalamaz. Her medeniyet gerek sistemli gerek sistemsiz bir değişim ve yönelişle kendisinden baskın olan topluma benzemek isteyecektir. Öyle ki; bu baskın toplum içinde yaşanılan dünyaya yön veriyorsa, karşısındaki medeniyetlerin birçok kültürel değerini eritip, asimile edecektir. Bu sebeple, değişen ve globalleşen dünya toplumları karşısında islam toplumlarının yaşadığı bu aradalık durumu kaçınılmazdır. Haenni’nin Piyasa İslamı adlı eseri bu aradalık durumunun portresini çizmektedir. Bu portre Müslüman toplumlara kendilerine dışarıdan bakmalarını sağlamaktadır. Bu sayede Müslüman toplumu, yapmak istediği ve yapmakta olduğu şey arasındaki farkı bariz bir şekilde görebilecektir.

Neoliberalizm kavramsallaştırması aslında felsefi ya da siyasal bir kavramsallaştırma olmaktan ziyade ekonomik bir kavramsallaştırma olma özelliği taşıyor. Kavramın aslında tamamen iktisadi bir felsefesi var. İsminden de anlaşıldığı üzere klasik liberalizmin 1970’ler 80’ler ve 90’lar sürecinde yeni terimlerle ortaya çıkarılmasını ifade ediyor.

Neoliberal politikaların harcamaları, tüketimi arttırmasıyla ve bunu yapamayanları çeşitli yöntemlerle desteklemesiyle beraber tüketen, hazzı arayan, hızı arayan bir insan modeli ortaya çıkıyor. Özal’la başlayan 1980’lerdeki küreselleşme dalgasıyla birlikte çok harcama yapma etiği gelişim kazanmıştır. Tüketimi belirleyen en önemli dinamik olarak ihtiyaçlar değil de istekler gösterilerek toplum bir “tüketim toplumuna” dönüştürülmüştür.

Bugün sadece iktisadi anlamda neo-liberal politikalarla değil, toplumda ve özellikle sivil toplumda yaratılan rıza ve gönüllülük üzerinden toplumsal ve kültürel anlamda modernitenin öngördüğü insan, kültür, toplum modelleriyle, uluslararası sisteme bağımlılık yaratılmaktadır. Aslına bakarsanız bu durum, neo-liberal politikaları sadece ekonomi alanında uygulamak isteyenler tarafından zorla değil, o politikaların uygulandığı ya da uygulanacağı toplumdan rıza devşirilerek gerçekleştirilmektedir. 1950’lerde Cumhurbaşkanı Celal Bayar, “Türkiye’de küçük Amerika yaratacağız” derken ve 1980’lerde Özalizm eliyle yürürlüğe konulan neo-liberal toplumsal, iktisadi ve kültürel politikalar ve muhafazakar toplumun bir bütün olarak yaşadığı Amerikan yaşam tarzı, Amerikan sinema, Amerikan yeme, içme, giyinme ve ev dizaynı alışkanlıkları, MC Donaldslaşma, Coco-Colalaşma, kotpantolonlaşma gibi toplumsal pratikler ve istençler, neo-liberal tüketim ekonomisi ve kültür endüstirisi üzerinden, kitleleri uluslararası sisteme kendiliğinden ve isteyerek bağımlı hale getirmiştir.    (Nida Dergisi adına Emre Berber’in Adem Çaylak ile Neo-liberalizm,Türkiye ve Müslümanlar üzerine yaptığı mülakat, Mart-Nisan, 2016).

80’li yıllarda radikal İslâmcı aydınlar tarafından, Müslüman birey, inandığını yaşaması zorunlu biri olarak tanımlanıyordu. İnandığını yaşamakta kusurları olan eziklik duyardı. 90’lı yıllarda bu söylem esneyerek yerini kişisel okumalara bıraktı. 80’lerde demokrasiyi “şirk düzeni” olarak tanımlayan siyasal İslâmcı diye bilinen bazı aydınlar 90’larda hatalı olduklarını söylediler. Demokrasinin yüzlerce yıllık bir geçmişi varken bir aydının 10-20 yıl içinde demokrasiyi red noktasından kabul noktasına gelmesi manidar değil mi?

Neoliberal İslamcılık, 80’lerin ortalarından itibaren kendini “kamu” üzerinden sunmaya, taleplerini kamuda var olmak biçiminde göstermeye başladı. Kamu devlet demek değildir. Kamuyu hakim sınıf ve onların inançları belirler. Kamuda yer almakla, kamuyu düzenlemek aynı şey değildir.

Müslümanların 1980-1990 arasında başörtüsünden başka islami manada kamusal talebi olmadı. 2000 li yıllardan sonrada bunu demokratik bir hak olarak talep ettiler. Laikliği kendilerine göre yorumlayıp sevimli hale getirmeye çalıştılar. En sonunda da demokrasiyi öyle övdüler ki Kur’an’dan bir ayetle, hadis bulmadıkları kaldı.

Müslüman kadınlar başları kapalı olarak kamusal alana girdiler fakat kamusal alanın dönüştürücü gücüyle onlar da dönüşmeye başladı. Peki bunu nasıl açıklayacağız? Kamusal alana alınmayı sahici bir hedef olarak gördüler. Ama bence en büyük yanılgı buydu. Oraya katılmak sahici bir hedef olmamalıydı.

Günümüzde yazı ve söz ağırlığını kaybetmekte, her şeyi görüntünün belirlediği bir kültürün içine sürüklenmekteyiz. Her şey görüntüye indirgenmektir. Muhteva ihmal edilmekte, önemsizleştirilmektedir. Kapitalizm tesettürü kuşatmıştır. Başörtülülerin sayısı artmıştır, başörtüsü daha serbestçe kullanılmaktadır. Ancak başörtülü insanın enfüsi zenginliği alabildiğine fakirleşmektedir. Bu durum erkekler için de aynıdır. Görünüşe indirgenen niceliksel dindarlığın çoğaldığı yeni bir dindarlıkla karşı karşıyayız. Sakal, başörtüsü, namaz elbisesi(!), islami simgelerin kullanıldığı takı malzemeleri vs. ile kendini gösteren, fakat muhteva olarak giderek fakirleşen, yozlaşan bir dindarlık.

Modernliğin ürettiği ideolojiler, sosyal statü, sınıf, etnik farklılık gibi tabakalar üzerinden politika üretirken; İslâm inancı, meseleleri değerler, ilkeler üzerinden kıymetlendirir. Değer ve ilkeler üzerinden anlamlandırma, bireyi ve toplumu kutsallaştırmayı reddeder. Liberalizmin bireyin özgürlük alanı içerisinde gördüğü serbest mal ve hizmet üretimini İslâm, insanın akıl ve beden sağlığını, toplumsal ahlâk ve huzurunu temin edecek meşrû mal ve hizmetlerin üretim ve dağıtımı kapsamında ele alır. Farklı bir ifadeyle bireyi ezdirmemeyi, toplumun haklarını koruma bütünlüğü içerisinde anlamlandırır. (Ramazan Yazçiçek, “Liberalizmin Aşındırdığı Müslüman Kimlik”, Nida, Malatya 2016, sayı: 175 )

İslamcılar kabuğu İslam ama içi tamamen dünyevilikle dolu olan bir yapı haline geldiler. Dünyevilik o kadar devasa bir hale gelmişti ki, artık kabuğa sığmıyordu, ancak İslam görünümlü kabuğun atılması insanların kendini inkârı anlamına gelecekti.  Hem İslam'dan olmayıp, hem kendilerine dar gelen kabuğun kırılmasıyla beraber, İslamcıların içlerinde biriktirdikleri dünyevilik bir anda çığ gibi büyüdü. Siyasal İslamcılığın İslam’a vurduğu en büyük darbe, İslamsız İslam'ı üretmesidir. İslamcılar, İslamsız bir İslam'ın peşinden aşkla ve şevkle koşmaya devam etmektedirler.

Alternatif oluşturamayan İslamcılar, egemen güçlerin payandasına dönüştüler.   Yeni bir dünya, yeni bir düzen, ahlak, adalet v.s söylemleri eylemlere dönüşemedi.  Slogandan öteye gitmeyen pratikleriyle, kapitalizme teslim oldular. Alternatif ticaret, eğitim, sanat v.s kurumlarını oluşturmayı başaramadılar. Ortada herkesin gördüğü ama görmezden geldiği, kılıflar ürettiği bir dünya, bir garip durum vardı.  İslamcılar, kapitalizmin, küresel emperyalizmin toplum mühendislikleri neticesinde oluşan sele kapılarak, sürüklenmektedirler.

Tüm bu olanlara rağmen ama, fakat... diyen insanlara hangi kesimden olursa olsun, saldırmakla övünecek bir duruma düşmüşlerdir.

Küresel hegemonyanın karşısında direnmek için öncelikle bir İslam düşüncesi/paradigması oluşturmalı ve vahdeti sağlamalıyız. Dini, siyasi, ekonomik, kültürel, sanatsal vb. tüm alanları kapsayan bir yapılanmaya ihtiyacımız olduğu açıktır. Gelenekçi, modernist gibi kalıplarla birbirimizle çekişmeyi bırakıp, müslümanları Allah'ın rızasına uygun bir konuma getirmek için bütün statükolara karşı durmalıyız.

Sünni-Şii-Selefi gibi mezhep tanımlamaları üzerinden yürütülen tartışmaların ve ayrışmaların temel saikleri tarihidir. Çoğu kez duygusal ya da konjonktürel içerikler taşımaktadır. Ümmet bilinci diriltilerek küresel güçlerin ümmeti ayrıştırma oyununu bozmak zorundayız.

İsterseniz İsmet Özel’in 35 sene önce sorduğu soruyu gündeme taşıyarak bitirelim, çünkü bu soru orada, Üç Mesele’nin sonunda ve bütün ağırlığıyla duruyor: “Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı, Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız?” (İsmail Kara ile İslâmcılık üzerine, Ahmet Faruk Çağlar – 19.08.2016).

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

KEVSER SURESİNİN İNCELENMESİ