KUR’AN’IN ANLAŞILMASINDA TEMEL SORUNLAR (I)
KUR’AN’IN
ANLAŞILMASINDA TEMEL SORUNLAR (I)
Nefyedİlen Mana- İkame Edİlen Mana
Kur’an’ı anlamak için dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da ikame edilen mananın yanı sıra nefyedilen mananın da farkında olunmasıdır. Mesela;
“ وَالْاَرْضَاَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ ” ayetini nasıl anlıyoruz biz? Meallere, bir başka ifadeyle lafzi çeviriye bakılırsa anlam şudur: “Yeri göğü yaratan Allah’a hamdolsun.” (En’am/1). Bu kadar! Peki nedir bu? Neyi ifade ediyor? Bunun bizim için orijinal olan yanı nedir? Şimdi biz, “Yeri göğü yaratan Allah’a hamdolsun.” diye çeviri yaptığımızda bu yeterli midir? Bu yaklaşımla Kur’an’ın manasını tam olarak yani indiği döneme uygun olarak ortaya koymuş olur muyuz? Meal verirken “Ben hiç dokunmadım, lafız ne diyorsa ona sadık kaldım” diyor ve bununla övünüyoruz. Hayır, bu şekilde Kur’an’ın manası eksik kalır. Bu Mushaf’taki manadır. İndirildiği vasattaki manası Taberi’nin ifade ettiği gibi şöyledir:“Ey müşrikler! Sizi ve sizinle birlikte yeri ve göğü de Yaratana, sadece O’na hamdediniz ve sadece O’na şükrediniz. Size bunca nimetleri sunan yaratıcıya ibadeti/kulluğu has kılınız. Neden O’nun yarattığı mahlûklardan birisini veya bir kısmını O’na ortak kılıyorsunuz.” Burada Allah’a hamdi ikrar etmek değil, O’na hamdi tahsis etmek olup müşriklerin şirk inancı eleştirilmektedir. Ayetin manası budur. Buna göre “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ “ ifadesi “Hamdalemlerin Rabbinedir” şeklinde çevrilirse bu çeviri ayetin maksadını anlatmaz. Maksat “Sadece Allah’a hamdetmeniz gerekirken neden başka varlıkları O’na şerik kılıyorsunuz?” demektir. Mesele budur. O halde kimse lafza sadık kalmak adına manayı eksik bırakamaz. Kanaat-i acizem odur ki, elimizdeki Kur’an çevirilerinin lügata en uygun olanının dahi manası çok eksiktir. Niye eksik? Çünkü her ayetin bir nefyettiği bir de ikame ettiği manası var. İkame edilen mana lafzın içindeyken nefyedilen mana genellikle arka plandadır. Nitekim Taberi söz konusu ayeti tefsirinde bu hususa ifade etmiştir. İkame edilen manayı “Allah’a hamdediniz, şükrediniz” ifadeleriyle dile getirirken nefyedilen manayı “O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın” ifadeleriyle dile getirmektedir. Bizim Kur’an çeviri mantığımız genelde lafzın içerdiği ikame edilen manayı dile getirmekten ibarettir. Hâlbuki nefyedilen mana da en az ikame edilen mana kadar önemli ve gereklidir. Yani “Allah’a kulluk ediniz” ifadesi ne kadar önemliyse “Ona ortak koşmayın” ifadesi de aynı derecede önemlidir. Ayetin manası ancak buna dikkat etmekle tamamlanır. Çünkü mesele nüzul dönemindeki şirk mantığını çürütmek ve onu yok etmektir. İşte nüzul dönemindeki Kur’an böyle bir şeydi. Ayet Hz. Peygamber tarafından muhataplara okunduğunda ikame ettiği mana da nefyettiği mana da toplum tarafından anlaşılıyordu. Dolayısıyla ilave bir açıklamaya, tefsir etmeye ihtiyaç yoktu. Fakat zaman geçti Kur’an, “Mushaf” haline geldi. Ağızdan okunan kulakla dinlenen “gulhuvallahuehad” , “elhamdulillahirabbilalemin” gibi hitaplar yazıya dönüştü. Yani “Kur’an” Mushaf’a”, bir başka ifadeyle “Hitap” “Kitab”a dönüştü. Kur’an siretle ilişkili olduğunda –örneğin Bedir, Uhud, Hendek, Ebu Leheb ve Ebu Cehil’den söz ederken- kolaylıkla anlaşılabiliyor iken Mushaf’a dönüşmesinden sonra mana metin içinde aranır olduğundan anlaşılmaz oldu. Yani Kur’an’ın asıl münasebeti olaylarladır, hicret iledir, siret iledir.[1]
Esbab-ı nüzul
Esbab-ı nüzul ayet veya surelerin iniş sebebi demektir. Kur'an'ı anlamak için şart değil ama gerektiğinde bakılabilir. Şu örnekte olduğu gibi.
Nüzul sebebini bilmemek anlam
kaybına sebep olur. “Ey Ademoğulları, her mesci(de gidişiniz)de
süs(lü, güzel elbiseler)inizi (üzerinize) alın, yiyin için, fakat israf
etmeyin; çünkü O israf edenleri sevmez” A’raf, 31, Süleyman Ateş Meali). Ayetinin
sebeb-i nüzulü bilinmediğinde ayetin ne dediği, ne demek istediği mealde
anlaşılamaz. Meallerde okuyucunun hiç anlamaması veya yanlış anlamaya sevk
edici parantezsiz meal, motamot tercüme vb. uygulamalardan kaçınılmalıdır. Meal
bir dildeki anlamı başka bir dile metni anlam kaybına uğratmadan aktarmak
demektir. Bu hatalardan kurtulmak için meal ve tefsirlere sebebi nüzulün
yansıtılması gerekiyor. Müslim, Mekkelilerin Kabe’yi çıplak tavaf etmeleri, hac
süresince de hayvansal gıdaları kendilerine haram etmeleri üzerine nazil
olduğunu rivayet eder. Sebebi nüzulü meale yansıttığımızda anlam şu şekilde
olacaktır: “Ey Âdemoğulları! Tavaf yapmak için Kabe’ye (ve mescitlere) her gelişinizde, çıplak değil
giyinmiş olun. Bir de hac esnasında hayvansal gıdalardan uzak durmayın yiyin
için. Bunları kendinize haram sayıp Allah’ın hudutlarına girerek haddi aşmayın.
Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” Ayette vurgu edep-ahlak-tesettüre iken,
meallerde anlam mescide giderken güzel elbise giymeye indirgenmiştir. İkinci
kısımda vurgu, Allah’ın sınırlarına girmemek iken, anlam yeme-içmede israf
etmemeye indirgenmiştir.
Mesela “kulû veşrabû velatusrifû”
ayetini, tefsircilerimiz bile sıkılmadan sofra duası diye okuyor ve “Yiyin
içini ama israf etmeyin!” diye çeviriyor. Oysa “az yiyin” ayeti değil bu, tam
aksine “Dindarlık, sofuluk yapacağız diye kendinizi yemeden içmeden kesmeyin”
diyen bir ayet. “Yiyin, için, israf etmeyin!” deyince özgün anlam nereye
gidiyor?[2]
Sİyerİn ÖneMİ
1- Kur’an’ın ilk muhatabı ve ilk tebliğcisi olması sebebiyle Hz. Peygamber’in siyeri, Kur’an’daki bazı ayetleri daha iyi anlamamız hususunda önemli bir kaynaktır. Bu konuda “ifk hadisesi, Ümmü Mektum olayı, Hz. Zeynep ile ilgili anlatılanlar, Enfal ayetleri, Hicret olayları, Hudeybiye antlaşması, Bedir-Uhud-Hendek savaşları” sadece bir kaç örnek olarak verilebilir. Bu ayetlerin kolay ve doğru anlaşılmasında siyer bilgisi ışık tutabilir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Kur’an’ın anlaşılmasında siyer bilgisinin “mutlak” olmayıp “yardımcı” olduğu gerçeğidir.
2- İnsanların
genelinin olayları somutlaştırma, canlandırma isteklerinin, olayı daha iyi
kavrama ve algılama ile olan yakın ilişkisi de siyer bilgisine lüzumu hâsıl
etmiştir. Abese Sûresi’nin Ümmü Mektum adındaki âmâ ile ilgili olduğu ya da
“mağara arkadaşı” ifadesinin Hz. Ebu Bekir’i anlattığı şeklindeki siyer
bilgileri çoğu insanın zihninde olayları daha net kılmaktadır. Burada dikkat edilecek husus ise, bu
somutlaştırmanın Kur’an’ı o döneme hapsedici, günümüz olaylarına yaklaşmada
emsal ve örnek almayı zorlaştırıcı sonuçlara ya da “yan etkilere” yol açmaması
gerektiğidir.
3- Siyer çerçevesinde ortaya konanlar, dinin yaşanabilirliğinin, uygulanabilirliğinin, Kur’an mesajının afaki olmadığının somut delilidir.
Hz. Peygamber Okuma-Yazma
Biliyordu
Tarihi
bilgilere göre Kur’an indirildiği döneme kadar Araplar 15 ( ا ب ح د ر س ص ط ع ف ل ك م ن ه ى )(B noktasız olacak) karakterle
yazıyorlardı. Hz. Peygamber yazının gelişmesi ile bizzat meşgul oldu.
Dolayısıyla noktalarla harflerin sayısı 28’e çıkmıştır. Bazı harekeleme
(tenvin) işaretlerini de kendisi bulmuştur[4]
“Şura/52: Böylece sana emrimizden bir ruh(:Kur’an) vahyettik. Sen, kitap
(:entelelektüellik/önceki kitaplar hakkında bilgi sahibi değildin) nedir, iman
(:öğreti) nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan
dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, sıratı müstakime
yöneltiyorsun.” Tefsir
ve meallerin çoğunda ayetteki “kitap” kelimesi okuma azma bilmemeye
yorumlanmıştır.
Ümmi kelimesi Kur’an’da 6 yerde geçer: A’raf 157, 158 Hz.
peygamber için; 2/78 Tevratı bilmeyenler için; 3/20,75 kitap verilmeyenler
için; Mekkeliler için 62/5 kullanılır. Ümmi, ve ümmiyyun kalıbı mensubiyet
bildiren bir kalıptır. Kur’an bütünlüğünde ümmi kelimesi kitap verilmeyenler
anlamına gelir.Tefsir ve meallerin çoğunda ayetlerdeki “ümmi” kelimesi
okuma yazma bilmemeye yorumlanmıştır.
1. Ey Peygamber! Şayet inkârcılar seninle (hakiki din konusunda) tartışırlarsa, onlara de ki, ‘Ben Allah’a teslim oldum. Bana uyanlar da ona teslim oldu.’ Kendilerine Kitab verilenlerle ÜMMÎ Araplar’a da şunu sor: ‘Peki siz de (İbrahim’e gönderilen) İslâm üzere misiniz?’… (Âl-i İmrân 3/20)
2. Ellerindeki Tevrat ve İncil’de geleceği bildirilen ÜMMÎ Elçi’ye (en-nebiyye’l-ümmî) uyarlar… O ümmî peygambere inanan, onu yüceltip destekleyen ve ona indirilen Kur’ân’a uyan kimseler kurtuluşa ererler. (A’râf 7/157).
3. Onların bir kısmı ÜMMÎdir (Tevrat’tan bihaberdir). Bunlar sadece kulaktan dolma bilgiye sahiptir ve sadece zanna (temelsiz bilgiye) göre hareket ederler. (Bakara 2/78).
4. Yahudiler arasında öyleleri var ki, kendisine bir hazine emanet etsen onu eksiksiz iade eder. Ama aralarında öyleleri de var ki, bir tek dinar bile emanet etsen gidip başına konmadıkça onu geri vermez. Bunun nedeni, ‘onların ÜMMÎ (cahil, kendilerine peygamber gönderilmemiş) Araplar’a karşı bizi bağlayan hiçbir sorumluluk yoktur’ diye düşünmeleridir. Bu düşüncelerini Allah’a nispet ederek bile bile ona iftira atarlar. (Âl-i İmrân 3/75).
5. O Allah, ÜMMÎ (vahiy kültürüne sahip olmayan) bir topluma kendi içlerinden Allah’ın ayetlerini okuyan ve onları şirkten arındıran, Kitab’ı, hikmeti öğreten bir peygamber göndermiştir. Oysa onlar daha önce apaçık bir dalalet içindeydi. (Cuma 62/2).
Âl-i İmrân 3/20’deki ayette kitaba dayalı bir dinî geleneğe bağlı olmayan Araplardan bahsedilmiştir. Diğer bir deyişle bu özellikleri nedeniyle Araplar ÜMMÎ olarak tanımlanmıştır. Keza A’râf suresinin 7/157. ayetinde de Resulullah’ın bu özelliğine vurgu yapılmıştır. Dikkat edilirse onun okuma-yazma bilmediği değil, Kitap ve peygamberlik geleneğine bağlı bir inanca sahip olmadığına işaret edilmiştir. Daha önce sen Kitap nedir bilmezdin.” (Şûrâ 42/52) ayeti ile A’râf 7/157-58 ve Ankebût 29/48 Hz. Peygamber’in önceki din veya Kitaplardan haberdar olmadığına vurgu vardır.
Müfessirlerin çoğu Bakara 78’de geçen ümmî kavramını, okuma-yazma bilmeyen Arapları nitelediği kanaatindedir. Ancak bu ifadeden kasıt Yahudileşmiş Araplar olmalıdır.
Şûra 42/7 suresinde Kur’ân-ı Kerîm’in Araplar’a gönderilen Kitap olduğuna işaret edilirken, onların ümmî olduğuna dikkat çekilir. Yukarıdaki diğer dört ayette de yine aynı bağlamda Arap toplumunun Kitabî bir dinî geleneğe sahip olmadıklarına işaret edilmiştir. Buna mukabil Ehl-i Kitap veya Yahudilerden bahseden ayetlerde onların elinde var olan Kitap’tan söz edilir. Nitekim ‘kendilerine Kitap verilenler’ (Müddesir 74/31) ifadesi, Ehl-i Kitab’a yönelik bir tanımlamadır.
Gerek kitap gerekse ümmi kelimeleri Kur’an bütünlüğünde okuma yazma bilmeme anlamına gelmemektedir. Okuma ve yazmayı öğrenmek bir haftada öğrenilecek bir beceridir. Hz. Peygamberi yıllardır okuma yazma bilmiyordu diye tanıtmak büyük haksızlıktır. Büyük bir yanlışlıktır. Bu iddia pek çok ayetin yanlış anlaşılmasına sebep olmaktadır.
Süleyman Ateş Hoca bu konuda kendisine yöneltilen bir soruyu
aşağıdaki şekilde cevaplamıştır:
Soru: Sevgili
Süleyman Ateş. Peygamberimizin (SAV) okuma yazması olmadığını öğrendim. Biraz
şaşırdığımı söyleyebilirim. Bu bilginin gerçekliği konusunda beni aydınlatır
mısınız? Kendisi ilmin önemini her fırsatta vurgulayan birisi. Acaba neden
okuma-yazma öğrenmemiş olabilir? Saygılarımla...
Cevap: Hz. Peygamber'in
okuryazar olmadığı görüşü genel anlamıyla doğru olamaz. Bu anlayış, Kur'ân'ın,
Hz. Muhammed'in, daha önce bir 'Kitap' okumadığını ve eliyle kitap yazmadığını
belirten Ankebût Suresi'nin 48'inci ayetin yanlış anlaşılmasından kaynaklanır.
Oysa o ayette Hz. Muhammed'in okuma yazma bilmediği değil, o çevrede tek dinî
Kitap olan Tevrat'ı okumadığı ve onu yazmadığı, Kur'ân'ı bir yerden okuyarak
değil, vahiy ile aldığı anlatılır. Bazı 'Kitap' ehli kimseler, Kur'ân'da
anlatılanların Tevrat ve İncil’den iktibas edildiğini söylemiş olmalılar ki 47.
ve 48. ayetler, Peygamber (SAV.)in, önceden bir 'Kitap' okumadığını,
yazmadığını; bu söylediklerinin, kendilerine ilim verilmiş olanların
hafızalarında bulunan ayetler olduğunu belirtiyor.
Peygamber'in (SAV) tahsil görmediği, tam anlamıyla okuryazar bir insan olmadığı
bir gerçektir. Fakat bu, onun hiç yazı bilmediği anlamına gelmez. Hz. Muhammed
gibi son derece zeki ve aynı zamanda ticaret filosu yönetmiş bir insanın, en az
arkadaşları Ebubekir, Ömer vb. kadar yazı bilmiş olması gayet doğal. Çünkü özel
bir eğitim görmemiş olan o insanlar da Hz. Muhammed ile aynı ortam içinde
yetişmişlerdi. Onlar yazı bilirken Hz. Muhammed niçin zorunlu şeyleri yazacak
kadar yazı bilmesin ki?
Buhârî'deki rivayete göre Hudeybiye Barış Antlaşması yazılırken Kureyş delegesi
"Allah'ın Elçisi Muhammed" sözünü kabul etmeyince Hz. Muhammed,
antlaşmayı yazan Alî'ye "Allah'ın elçisi" sözünü silmesini emretmiş,
fakat Alî, bu sözü silemeyeceğini söyleyince Peygamber (S.A.V), sayfayı alıp, o
sözü silmiş ve kendi adını yazmış.
Bir başka rivayette de "yazısı iyi değildi" kaydı vardır.
Kadı Ebû'l-Velîd el-Bâcî, bu rivayete dayanarak Peygamber'in yazı bildiğini ispat etmek için bir kitap yazmış ve bu kitap, yazarın üzerine şimşekleri çekmiştir.
Bir rivayete göre de Peygamber (SAV) Mu'âviye'ye, Akra ve Uyeyne için talimat yazmasını emretmiş, Uyeyne, bu yazılan talimatı "Götüreyim mi?" diye sorunca Allah'ın Elçisi yazılan sayfayı alıp bakmış ve: "Sana emredilenleri yazmış" demiş. Bu rivayeti aktaran Yunus: "Bize göre Allah'ın Elçisi, kendisine vahiy geldikten sonra yazı yazmıştır" demiştir.
Kadı İyâd da gelen haberlerin, Peygamber'in harfleri ve bunların güzel yazılımını bildiğini kanıtladığını belirtmektedir.[5]
KURAN KISSALARI
Kur’an kıssalarını “peygamber
kıssası” olarak değerlendirmek öteden beri bir adet olagelmiştir. Birçok eser
bizzat bu ismi taşımaktadır. Kur’an aslında bu kıssaları salt hikâye maksadıyla
anlatmamakta, onları davetin hedefleri için kullanmaktadır. Bu sebeple kısalar
her ne kadar gerçekten de peygamber hayatlarını anlatıyor olsalar da, onların
anlatım tarzı sadece anlatılan peygamberin hikâyesi ile sınırlı kalmayıp her
defasında Muhammedi davetin bir aşamasına uygun düşecek şekilde
gerçekleşmektedir. Kur’an kıssaları darb-ı mesel türünün birer örneğidirler.
Darb-ı mesel bizzat kendisi için değil, fakat bir ibretin ortaya konması ve
mesel ile kanıtlanmak istenen iddianın doğruluğunun delillendirilmesi için
anlatılır.[6]
Kıssa aynı zamanda bir anlatım
sanatıdır. Allah anlattığı kıssa üzerinden muhatabına mesajlar vermektedir.
Yani Allah’ın maksadı salt kıssayı anlatmak değildir. Kur’an’da nüzul sırasına
göre ilk kıssa “bahçe sahipleri” kıssasıdır.
Bazergan’a göre 17-52. ayetler vahyin 4. yılında nazil olmuştur. Bu
ayetlerin nüzul zamanında Hz. Peygamberin içinde bulunduğu şartları bilmek
Kur’an’ın bu kıssa ile neyi inşa etmeye çalıştığını anlamamıza yardımcı
olacaktır.
Mekke'nin ileri gelenleri
Müslümanlara, "Allah dünyada bu nimetleri bize vermiş" diyerek bunun
kendilerinin Allah'ın makbul birer kulları olduklarının alameti olduğunu,
"sizin bu kötü durumunuz ise sizin, Allah'ın gazap ettiği kişiler olduğunuzun
delilidir. Dolayısıyla eğer öbür dünya varsa ki siz var diyorsunuz, orada da
yine biz refah içerisinde, siz ise azap içerisinde olacaksınız."
demekteydiler. Bu ayetler bu sözlere cevaptır.[7] Kıssa mülk anlayışını inşa etmektedir. Mülkün
sahibi değil emanetçisiniz, emanete riayet etmediğiniz zaman bu elinizden
alınır. Hepimiz konumumuz itibarıyla bahçelere sahibiz. Makam, zenginlik,
iktidar bireysel bahçeler. Bütün yeryüzü de bahçedir. Küresel güçler bu bahçeyi
sahiplenmeye çalışıyorlar. Allah’ın bu bahçeyi gerçek sahiplerine vermesi
onların gayretine bağlıdır.
Kıssalar Nasıl Okunmalı?
Kur’an’ın bütün kıssalarının “yaşayan kıssa” mantığı içinde okunması
gerekiyor. Kıssaları dinamik ve aktüel bir yaklaşımla okumalıyız. Çünkü bizim
için Kur’an’ın tarihi değil mesajı daha önemli ve öncelikli olma durumunda. Bu
nedenle ilahi mesajda “çağa ve bize ne
diyor” ona bakılması icap eder. Aksi
halde Ramazan hocalarından mebzul miktarda dinlediğiniz o sahur mahmurluğunun “ölü kıssaları” ortalıkta cirit atar.[8]
Süleyman (as) kurduğu o muhteşem devleti evlatlarına bıraktı. Evlatları O’nun kurduğu medeniyetin ilkelerine sadık kalmadılar. Ve sütunlarını –asa devletin dayandığı ilkelerdir- tek tek kestikleri (adalet, doğruluk, adam kayırmama, mazlumu korumama vb.) medeniyet(devlet) sarayının yıkılacağını –aslında yavaş yavaş yıkıldığını- göremediler. Sebe Suresi 14. ayette bu hadise asa (adalet) ve kurt (zulüm) sembolizmi ile anlatılmıştır. Asa medeniyetine zulüm kurdu girmeye dursun, bir de bakmışsın; örnek alınacakken ibret alınacak duruma gelmişsin. “Süleyman da ölümü elbet tadacaktı; fakat Biz o'nun ölümüne hükmettiğimiz zaman, asâsını kemiren kurttan başka öldüğünü gösteren bir işaret yoktu. Ve Süleyman devrilince açıkça ortaya çıktı ki, o'nun emrindeki yabancı işçiler, gaybı bilmiş olsalardı o aşağılayıcı hizmetçilik azabı içinde sıkıntıyla yaşamaya devam etmezlerdi.” Kıssanın ne demek istediğini yani vermek istediği mesajı göz ardı ederek okuma kıssayı ölü kıssa yapmaktadır. Bu ayet; israiliyat, lafzi okuma, hikâye üretme mantığıyla okunduğunda şöyle bir zıtlar yumağı ortaya çıkıyor: Süleyman (as) ölüyor, yıllarca bastonuna dayanarak çürüyüp kokuşmadan öylece duruyor. Derken bir ağaç kurdu onun bastonu kemiriyor ve Hz. Süleyman yere yuvarlanıyor. Bu ayakta kalma süresi Hz. Süleyman’ın yaptırdığı yapı bitene kadar sürüyor. Bunun bir yıl sürdüğü rivayet edilir.[9]
Kur’an’ın evrensel bir mesaj olduğunu bütün çağların sorunlarına ışık tuttuğuna –ki öyledir- inanan kişi, sana soruyorum yağı alınmış süt misali içinden mesajı alınarak öldürülen kıssanın kimin hangi yarasına merhem özelliği var? Bir yıl bir insan cesedi ulu orta yerde çürüyüp kokmadan nasıl durur? Hz. Süleyman’la bir yıl içinde etrafındakiler en azından ailesi hiç mi konuşup görüşmedi, çalışanların, ustaların ondan istekleri olmadı mı? Bu sorular uzatılabilir mesele bu değil. Bağlamından koparılan, mesajından soyutlanmış ayetler/kıssalar üzerinden yapılan çıkarımlarda evler şenlik.
Kısalarda anlatılmak istenen hususlar sembolik
dille dolaylı olarak anlatılmaktadır. Dolaylı anlatımın olduğu yerde mutlaka
sembolizme ihtiyaç duyulur. Bu sebeple kıssalarda sembolizm kaçınılmazdır.
Kıssalarda olay gerçekliklerin yerine konmakta, böylece kastedilen şey olayın
kendisi değil olayın arkasındaki gerçeklik olmaktadır. Görünüşte kıssaların
belirlediği olaylar ön plana çıkarken, aslında vurgulanmak istenen ahlaka imana
dair soyut ilke ve değer ve gerçekliklerdir. Okuyucudan istenen somut sembolik
kıssadan soyut anlamı çıkarmasıdır. Fakat kıssa okumaları maalesef soyut
okumadan öteye geçemiyor. Okuyucuda kıssa okuma bilinç ve metodunun gelişmesi
için ayrıca bir çalışma yapılması gerekiyor.
[1] Kur’an’ı Anlama Yolunda, Kuramer Konferansları 1, Hasan Elik sunumu, s.97-98
[2] Kur’an’ı anlama Yolunda, Kuramer Konferansları 1, Ömer Özsoy sunumu, s.74
[3] Muhammed
Abid El-Cabiri, Siyer Eşliğinde Kur’an’ı Anlamak FEHMÜ’L KUR’AN, I, s.27
[4]Hamidullah,
İslam Peygamberi , II, 761
[5] Süleyman
Ateş, Vatan Gazetesi, 27 Kasım 2003
[6]
Muhammed Abid el-CABİRİ, Kur’an’a Giriş, 384
[7]Mevdudi,
Tefhim ul-Kur’an
[8]
R. İhsan ELİAÇIK, Mülk Yazıları, 258
[9]Taberî-Tarih c.1,s.262
Yorumlar
Yorum Gönder