TARAFLI KUR'AN YORUMLARI (1)
TARAFLI KUR'AN YORUMLARI (1)
1. Mezhebi
Etkenler
Her mezhep kendisini, kendi durumunu desteklemek ve kabul
ettirmek için tartışmasız kabul edilebilen deliller sunmak mecburiyetinde
hissetmiştir. Tartışmasız kabul edilen tek delil de ancak Kur'an'dır. Bu
nedenle her mezhep, kendi görüş ve kanaatlerini destekleyecek ve diğer
mezheplerin görüş ve inançlarını çürütecek bütün delilleri açıkça Kur'an'da
bulmaya çalışmış, fakat doğal olarak Kur'an onlara istedikleri açık karşıt
delil olacak ifadeleri vermemiştir. Bu yüzden de desteğin inandırıcı olabilmesi
için, bulabildikleri bütün ayetleri kendilerine göre yorumlamaya
çalışmışlardır. Bu yorumlarda her ifade, tek başına müstakil olarak (parçacı,
atomik) ele alınmış, Kur'an'ın bütünlüğü içinde siyak ve sibakına aldırış
edilmeden yorumlanmıştır. Böyle bir metot veya Kur'an'a böyle bir yaklaşım, mezhepleri,
Kur'an'ın bazı ayetlerinin anlamlarını zahiren kabul etmeye, bazı ayetlerinin
de anlamlarını tevil ederek kabul etmeye zorlamıştır.[1]
Mezhep imamları ve mezhep etrafında kümelenen âlimler,
mezhebin görüşlerini değişmez mihver olarak kabul etmişlerdir. Kur'ân bu mezhebe veya mezheplere uyması için
tevil edilmiştir. Daha doğrusu, Kur’ân mezhep
ve fırkaların fikirlerini doğrulatmak için araçsallaştırılmıştır. İslam'a
hizmet gayesini gerçekleştirmek için tek bir fikir etrafında birleşememiş, o
mezhebe karşı bu mezhebi desteklemek, bu fırkayı teyit edip ötekini çürütmek
gibi birbirine zıt fikirleri savunmuşlardır.
Ön yargılı bu yaklaşımlar, Kur'ân bütünlüğünün göz ardı
edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bütünlük dikkate alınmayınca, herkesin Kur’ân'da
kendi doğrularına dayanaklar bulması da son derece kolaydır. Çünkü Kur’ân'ın
ifadeleri, birbirlerinden bağımsız olarak ele alınırsa bunun için son derece müsait
bir zemin oluşabilmektedir. Bunun ise Kur'ân'ı anlayışta -bilhassa temel
konularda- ihtilafı alabildiğine körükleyeceği aşikârdır.
Sünni ulema kendi mezhebinden olmayanı ötekileştirmekte ne yazık ki hiçbir beis görmemiş, hatta bunu dini bir vazife olarak telakki etmiştir. Çünkü onlar kendilerine özgü Kur'an ve İslam yorumunun mutlak doğru olduğuna inanmışlardır. Bu noktada Şia ve Mutezile'nin yaklaşımları da Ehl-i Sünnet'ten pek farklı değildir. Ancak Ehl-i Sünnet'in öteden beri siyasal otoritenin gücünü arkasında hissetmesi ve bu yüzden sesinin daha gür çıkması, diğer mezheplerin sapkın oldukları düşüncesinin çok geniş çaplı bir kabul görmesine yol açmıştır. Esas itibariyle, sübutu veya en azından delaleti tartışmalı olan meşhur yetmiş üç fırka hadislerine dayanan bu düşünceye doğruluk değeri atfetmek mümkün değildir. Dahası, bu yanlış düşünceyi en azından tefsir tarihi yazımında izale etmek gerekir. Bu yönde atılacak ilk adım olarak Sünni müfessirlere ait tefsirler de "mezhebi tefsirler" başlığı altında incelenmelidir. Yahut daha nesnel bir yaklaşımla söz konusu başlık "Sünni olmayan müfessirlere ait tefsirler" şeklinde değiştirilmelidir. Aksi halde Sünniliğin mezhepler-üstü bir statüyü temsil ettiği fikri payidar olacaktır.[2]
Eş'ari (ö. 324/936) ise el-Muhtezen isimli tefsirinin
mukaddidime bölümünde özellikle Mutezile için sapmış, ehl-i zeyg, ehl-i
dalalet, ehl-i hevd, Allah'a iftira edenler, selefin yolunu terk etmekle
beraber onlardan rivayette bile bulunmayan, nefsani ve şeytani vesveseye tabi
olanlar şeklinde eleştirisini yönelterek; Mutezili alimlerin isimlerini saymış
ve hepsinin dalalet önderi olduklarını söylemiştir.[3]
İmam Maturidi (ö. 333/944) de Te'vilatu'l-Kur'ân/Te'vilatu Ehli's-Sunne adlı
eserinde zaman zaman kavlu'l-muslimin ifadesini kullanarak bununla Ehl-i
Sünnet'i kasteder ve diğer tüm İslam mezheplerini ise bu safın dışında tutar.[4]
İslam Dini ve onun inanç esasları, emir ve yasakları
Ku'rân'dan ibarettir. O tek bir itikadî sistemi
öngörmektedir. İnanılacak inanç ve akide sistemi, Kur'ân'ın
getirdiği inanç sistemidir. Bu anlamda inanç ve itikatta mezhepten söz
edebilmek zordur. Ortaya çıkan mezhepler, bu inanç sistemine bağlı kaldığı
sürece yaşama imkânı vardır.
Kur'ân'ın inmesinden sonra hiç kimse yeni bir inanç esası
koyamaz. Çünkü Kur'ân inanç esaslarını ve buna konu olacak şeyleri tevile ve
yoruma mahal bırakmaksızın açık ve net olarak tespit etmiştir. Kur'ân'ın
getirdiği inanç esasları dışında, hiç kimsenin, Allah'ın insanları inanmakla
yükümlü tutmadığı bir konuda yeni bir inanç esası koyarak insanları bunlara
inanmaya zorlama yetkisi de yoktur.
2. İktidarların Meşruiyeti İçin Yapılan Kur’ân'ı Yorumlama
Faaliyetleri
Din siyasal iktidarın veya grupların meşruiyetini temin için
en çok başvurdukları enstrümanlardandır. Meşruiyet, eğer onu arayan siyasal iktidarsa
ona toplumun itiraz edemeyeceği bir boyut katar; eğer bir mezhep ise kendi
üyeleri arasında güven ve itimat sağladığı gibi ötekinin karşında kendinden
emin bir şekilde durmayı sağlar.
Buna şu örneği verebiliriz: Başlangıçta ayetleri siyasetlerine
alet etmeyen Emeviler, iktidarı aldıktan sonra halkın itaatten ayrılmaması için
yaptıklarının meşru bir zemine oturması gerektiğine inanmışlardı. İdare
ettikleri halk kitlesi inanan bir toplumdu, onların Kur’ân’ın emirlerine iman
etmiş olmaları bir çıkış yolu olabilirdi. Kaza ve kader meselesi buna iyi bir
örnektir. Emeviler halkı yönetene itaat ettirmek istiyorlardı. Bu nedenle kaza
ve kader gibi dini etkenleri, kendilerine dini bir konum kazanmak için değil,
sadece dünyevi güçlerini takviye için kullanmak eğilimindeydiler. Onlar halktan
itaat ve sessizlik istiyorlardı. Halkın kendilerine tabi olmasını, eleştiri ve
itiraz yöneltmemelerini istiyorlardı.
Muhammed Hüseyin Zehebi'nin şu sözleri kayda değerdir:
Alimlerden, kendi mezhebine yardım etmek ve onları müdafaa etmek için her türlü
vesile ve hileye başvuranlar vardı.[5]
Her fırkanın Kur'an'a kendi çerçevesinden baktığını müşahede
ettik. Bu fırkalardan her biri, Kur'an'ı kendi mezhebine uydurmaktadırlar. Söz
konusu Mutezililer Kur'an'ı kendi mezhebi açısından ele almış; irade, Allah'ın
sıfatları, hüsn ve kubuh meselelerine Kur'an'dan dayanak bulmaya
çalışmışlardır. Aynı şekilde Şiiler de bunu yapmışlardır. Bunun gibi bütün
fırkalar, mezheplerini korumak için bu yola başvurmuşlardır.[6]
Emeviler, bu siyasi amaçlarını tahakkuk ettirmek için, olup
biten her şeyin Allah'ın takdiriyle meydana geldiğini, dolayısıyla görülen
eziyet ve sıkıntılara sabredilmesi gerektiği fikrini yaymaya başladılar.
Fikirlerin yayılmasında valiler ve yönetime yakın ulemadan faydalanıldı.[7]
Bu çerçevede yapıp ettiklerinde ve
iktidarında meşruiyetini ispat için Kur'ân ayetlerini ilk defa kendi lehinde
kullanan kişi Muaviye (ö. 60/680) olmuştur. Hz. Ali ile giriştiği mücadele
boyunca Kur’ân'ın iyi bir meşrulaştırma aracı olduğu bilincinde olan Muaviye,
kader ve cebr ideolojisini halka kabul ettirmek için ayetleri kullanmasını
bilmiştir. Gerçekleşen savaşların ve bu savaşlarda ölenlerin tamamen Allah'ın
takdiri ve kazası sonucunda olduğunu ayetlerle meşrulaştırmak istemiştir. Örneğin
Sıffın'de savaşa başlamadan önce ordusuna şöyle konuşmuştur: Allah'a hamdolsun
.... Allah dilediğini yapar. Bir işi isterse, onu yerine getirir. Bir şeye
azmederse onu uygular. Yaptıklarında kimse ona karışamaz. Yaptıkları sorgulanamaz,
insanlar sorgulanır. Allah'ın kazası sonucu, kader bizi yeryüzünün bu parçasına
sürükledi ve Iraklılarla bizim aramızı açtı. Biz Allah'tan geleceğe razıyız. O
şöyle buyurur: "Allah dileseydi onlar savaşamazlardı. Fakat Allah
dilediğini yapar (Bakara 2/253)."
3. Parçacı Yaklaşım
Parçacı yaklaşım; belli bir metin içerisinde yer alan kelime,
cümle, paragraf gibi yapıların metin içi ve dışı bağlamından koparılarak
metinde verilmek istenen anlamın hilafına, onun onaylayamayacağı yahut da
onunla alakası olmayan anlam çıkarımlarında bulunmaktır. Parçacı yaklaşım
insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Sözlü ve yazılı iletişimin olduğu her
zaman da vuku bulacak bu yaklaşım sadece günümüzün bir sorunu olmayıp çok
eskilere dayanmaktadır.
Kur’ân açısından parçacı yaklaşımın tarifi; ‘Kur’ân’dan
anlaşılmak istenen herhangi bir bölümün, ayet, siyâk-sibâk, pasaj, konu ve
Kur’ân bütünlüğü gibi iç bağlam unsurlarının ve Kur’ân’ın indirildiği dönemin
her türlü özellikleri diyebileceğimiz dış bağlam unsurlarının dikkate
alınmadan, kastedilen anlamın dışında çıkarımlarda bulunmaktır’ şeklinde
yapabiliriz.
Kur'an tefsirinde parçacı yaklaşım, haddi zatında su-i
istimal açısından hayli kırılgan bir yapı içermektedir. Öyle ki Kur'an'ın
nüzulünün tamamlanmasının ardından tarihsel süreçte ortaya çıkan hemen bütün
fırka ve mezhepler, mevcudiyetleri ve görüşlerinin meşruiyetini Kur'an'dan
ispat için işte bu kırılgan yapının açtığı menfezden girerek
temellendirmişlerdir.
Ne yazık ki "parçacı mantık", epistemolojik kopuşun
bir silahı gibi kullanılmış ve parçacı mantığın bağlamından kopardığı ayetler
hakikatin göstergesi olmaktan çıkarak fırka, ekol, mezhep ve meşreplerin elinde
karşı tarafı alt etmek için adeta bir silah gibi kullanılmıştır. Genel olarak
bütün kesimlerde görebileceğimiz bu yaklaşımı tarihsel süreçte tartışmasız en
yoğun olarak ideolojik hadisçilik ve Hariciliğin modem şubesi olan tekfirci
Selefilikte görmekteyiz. Zira ayetleri bağlamından kopararak kullanan parçacı
mantığın hiçbir türü, bu zümrelerin bıraktığı kalıcı etkiyi bırakmadı.
Dolayısıyla ayetleri bağlamından koparan parçacı yaklaşım sahibi kesimler
içinde en çok zarar veren de bu hizipler oldu.[8]
Kur’an’a bütüncül yaklaşmayı engelleyen en büyük ve de vahim
sebep ise bazı kişi veya fırkaların sırf kendi görüşlerine düşüncelerine delil
bulmak, kendi görüşlerini Kur’ân’a onaylatmak için Kur’ân’ın bir parçasını veya
konuyla ilgili bir ayetini ele alırken, diğer parça ve ayetlerini
görmemezlikten gelmeleridir. İslam tarihindeki tartışmaları ve fikri ayrılıkları
dikkatlice tahlil ettiğimizde arka planda yatan sebebin bu ön yargılı tutum
olduğu görülecektir. Oysa Kur’ân’ın biz Müslümanlardan istediği şey, kendi
düşünce ve görüşlerimizi Kur’ân’a göre şekillendirmektir, Kur’ân’ı kendi
görüşlerimize göre yorumlayıp uydurmak değil.
4. İsrailiyyat
İsrailiyyat "israiliyye" kelimesinin çoğuludur. Bu
kelimenin aslı olan "israil" kelimesi, Yakub'un (as.) ismi olarak
Kur'an'da geçer (Ali İmran 3/93). İbranice olan İsrail kelimesi "kul"
manasına gelen [isra) ile "Allah" manasına gelen [il)'den oluşup Allah'ın
Kulu anlamına gelir.[9]
Istılahta ise İslam'a giren Yahudi kültürünü ifade ederse de İsrailiyyat genel
anlamda kullanılarak her ne vesileyle olursa olsun İslam kültürüne giren
Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlerin kültür kalıntılarını ifade eder. İslam'ın
zuhurundan itibaren Yahudilerle olan münasebet, diğerlerinden çok Yahudi
kültürünün İslam'a geçmesine sebep olduğu için İsrailiyyat kelimesi uygun
görülmüştür.[10]
İsrâilî rivayetlerde büyük ölçüde yanlış bilgilerin ve
tahrifatın bulunması, bunların Hz. Peygamber’e veya sahabelere nispet edilmesi
şüphe yok ki dini açıdan büyük tehlikeler doğurmuştur. Bu tür rivayetler,
inancı etkileyerek Allah’a yaratılmışlık özelliği taşıyan sıfatların nispet
edilmesine sebebiyet vermiş, teşbih ve tecsîme gidilmesine yol açmış, ahiret hayatıyla ilgili olarak Kur’ân’la
bağdaşmayan açıklamalar getirmiş, dinin bid‘at ve hurafelerle dolu olduğu zannını
uyandırmıştır.
Tefsirlerde nakledilen İsrâiliyat çoğunlukla Kur’an’daki
kıssalar, geçmiş peygamberler ve bunların ümmetleri hakkındadır. Âdem’in ve
Havvâ’nın yaratılışı, cennetteki hayatları, Kâbe’nin yapımı, Nûh’un gemisi ve
tûfan hadisesi, İbrâhim’in babasıyla ilişkisi, onun kurban etmek niyetinde
bulunduğu oğlunun İsmâil mi yoksa İshak mı olduğu, Dâvûd ve iki hasımın
muhakemesi, Hârût ve Mârût kıssası, İsrâiloğulları, Yûsuf’un ailesiyle olan
ilişkisi, Eyyûb’un imtihan edilmesi, İlyâs’ın hayatı, Mûsâ’nın Mısır ve Medyen
günleri, Firavun ile olan mücadelesi, Îsâ’nın ve annesi Meryem’in hayatı gibi
pek çok konuda İsrâiliyat bulunmaktadır.[11]
İsrailiyat, Kur'ân kıssalarının gayelerinin zayi edilmesine
sebep olduğu gibi, aynı zamanda bu tür rivayetleri tefsirine malzeme yapan
müfessirlerin İsrailliyyatı kabul edip etmemeleri açısından Kur'an'ı farklı
anlamalarına ve ihtilaflarına neden olmuştur.
[1] Celal
Kırca, Mezhebi Tefsir Ekolünün Ortaya Çıkışı. s. 54
[2] Mustafa
Öztürk, Kur'an ve Tefsir Kültürümüz. s. 68.
[3] Mustafa
Öztürk, Tefsir Tarihi Araştırmaları, s. 75-76.
[4] İsmail Çalışkan,
Siyasal Tefsir. s. 69.
[5] Zehebi,
et-Tefsir ve'l-Mufessirün, c. 1, s. 258
[6] Zehebi,
et-Tefsir ve'l-Mufessirim. c. 1. s. 260.
[7] Zühri
(ö. 124/742), bu alimler arasında zikredilir. Bkz. Mustafa Özkan. Emeviler
Döneminde İktidar-Ulema İlişkisi, Ankara Okulu Yayınları. Ankara 2015. s. 218
[8] Mustafa
İslamoğlu. Kur'ân'ı Anlama Yöntemi. Düşün Yayıncılık, İstanbul 2014. s. 58.
[9] Abdullah
Aydemir, Tefsirde İsrailiyyat, s. 6.
[10] Menna
Halil Kattan, Kur'an İlimleri, s. 487.
[11]
Abdullah Aydemir, Tefsîrde İsrâîliyyat,
s. 73-315.
Yorumlar
Yorum Gönder