ALAK SURESİ YORUMU
ALAK SURESİ YORUMU
Alak Suresi; Mekki’dir, 19 ayettir.
Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. 1.Yaratan Rabbin adıyla oku. 2. O,
insanı bir alak’tan yarattı. 3. Oku! Rabbin en cömert olandır. 4.
O ki kalemle öğretti, 5. insana bilmediğini öğretti. 6. Doğrusu;
insan gerçekten azar, 7. kendini yeterli gördüğünde. 8. Dönüş
yalnızca Rabbinedir. 9. Engelleyeni gördün mü, 10. salât ettiği zaman
bir kulu. 11. Ne dersin! Ya o hidayet üzere ise, 12. Ya da
takvayı emrettiyse. 13. Ne dersin! Ya (bu engellemek isteyen) yalanlıyor
ve yüz çeviriyorsa. 14. Bilmez mi ki Allah her şeyi görmektedir. 15. Hayır! Eğer o, bu tutumuna bir
son vermeyecek olursa, yemin olsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; 16.
o yalancı, günahkâr olan perçeminden. 17. O meclisini çağırsın, 18.
biz de zebanileri çağıracağız. 19. Hayır! Ona uyma, secde et ve
yakınlaş.
İlk
tefsir örnekleri anlaşılmayan hususlara açıklama getirmekle başlamıştır. Kur’an
anlaşılır ve açıktır. Biz Alak Suresi’nin yorumunda alak kavramı, salat
kavramı, statüko, Allah tasavvuru, ahirete iman ve ümmi kavramı üzerinde
duracağız.
Buhari'nin
Hz. Aişe’den naklettiği üzere bu ayetler (1-5.) nüzul yönünden Kur'an'ın ilk
ayetleridir. Bununla birlikle; Kalem, Müddessir, Müzzemmil gibi bazı surelerin
ilk ayetlerinin, Fatiha ve Duha gibi surelerin ilk nazil olanlar olduğunu
belirten başka rivayetler de vardır. Surenin içeriği ilk inen sure olduğunu göstermektedir.
Ayetlerin,
geceleyin ve Ramazan ayında inmiş olduğu başka Kur'an ayetleriyle
desteklenmiştir: "Ramazan ayı öyle bir aydır ki; insanlara yol gösterici;
hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt edip açıklayın olarak Kur'an o
ayda indirilmiştir" (Bakara 2/185). "Biz onu mübarek bir gecede
indirdik; kuşkusuz biz uyarıcılarız" (Duhan 44/13). "Biz O'nu Kadir
gecesinde indirdik" (Kadir 97/1).
Yirmi
üç yıllık vahiy sürecinin ilk kelimesi "oku" emri ile başlıyor. İnsan
için (bak, dinle, yaz, vb.) onlarca emir varken vahyin oku emriyle başlayıp,
insanın öğrenme yeteneğine ve araçlarına dikkat çekerek başlaması insanlığın
temel ihtiyacı olan şu hususlara dikkat çekmek içindir: İnsan(lığ)ın en temel sorununun doğru bilgiyi
doğru yerden öğrenmek, bunu doğru olarak üretmek ve çağdaşlarına ve sonraki
kuşaklara doğru bir şekilde iletmektir.
'Alak’ ve 'alaka’
maddî olarak "embriyo ve hücre", manevî olarak "sevgi ve
ilgi-alaka" anlamına gelir. Doğru tercih ikincisidir. Zira hem bu pasaj
insanın embriyolojik kökenini değil manevî boyutunu ele almaktadır, hem de
ayetin başındaki el-insan'dan dolayı buradaki 'alak'ın, sadece insan soyuna ait
bir şey olması gerekir. Oysa embriyolojik mânada 'alak’ (embriyo, hücre) diğer
memeli canlıları da kapsayan ortak bir özelliktir. İbn Fâris el-'alâka'yı
el-hubbu'l-lazım li'l-kalb (kalb için gerekli olan sevgi) diye tanımlar
[Mekâyîs). İnsanın anne karnındaki embriyolojik gelişim sürecini ele alan Hac
5, Mü'minûn 14, Mü'min 67, Kıyame 37'den farklı olarak bu bağlamda,
embriyolojik olmaktan çok ontolojik olmak durumundadır. Bunu destekleyen bir
husus da geçtiği tüm diğer yerlerde (5 kez) dişil formda 'alaka olarak gelirken
sadece burada 'alak formunda gelir. İlginç bir tevafuktur ki, Allah isminin
mücerredi olan e-le-he’nin tüm formlarının ortak anlamı " sevgi "dir.
Bu, gerçekten dikkat çekicidir.[1]
Salât
Kavramı
Kur’an’da;
yönelmek, desteklemek, yaslanmak, dayanmak, dua, bağlılık bildirmek ve namaz
anlamlarında kullanılmıştır. Namaz
kelimesi Türkçeye Farsçadan geçmiştir. Belli vakitlerde[2]
yerine getirilmesi gereken ibadettir.
“O ne doğruladı ne de salat etti. Fakat yalanladı
ve yüz çevirdi..”
(75-Kıyamet/31-32) Bu
iki ayette geçen iki kelime birbirinin zıddıdır. Salla/yöneldi, tevella/yüz
çevirdi.
Salât
kelimesinin namaz anlamı ise, günün belli vakitlerinde yerine getirilmesi
gereken kıyam, kıraat, rüku ve secdeden oluşan bir ibadettir. Salâtın namaz
anlamlarına geldiğini bildiren ayetler şunlardır: (17/78; 11/114; 2/238; 62/9-11; 4/101-103)
Salâtın
dua ve yakarış anlamına geldiği ayetler: (9/84, ,103); Salâtın destek anlamına
geldiği ayetler: (33/43,56; 2/157); Salâtın yaslanmak anlamına geldiği ayetler:
(4/10,30; 56/94; 58/8; 74/26; 84/12;
87/12; 884; 92/15)
1) Umumi bir şekilde,
insan ahlâkında var olan bir gerçek vurgulanmıştır. İnsanlardan birçoğu
kendilerini güçlü hissettiklerinde ve diğer insanlardan müstağni/zengin olduklarını
düşündükleri zaman, kibirlenerek haddi aşmaktadırlar. Surede yer alan bu ayetin
üslûbu, bu ahlâki tutumu kınama tarzındadır. 2) İnsanlar Allah'a
dönecekleri ve O'nun huzura çıkarılacakları gerçeği ile öğütlenip uyarılmıştır.
3)
(Kendisi) hak ve hidayet üzere yürümesine rağmen Allah'ın kullarından
birine saldıran ve namazına (salatına H.Ö.) engel olan, Allah'ın davetini
yalanlayıp ondan yüz çeviren kişi kınanmış; Allah'ın kendisini gözettiğine,
günah ve kötü tutumlarını gördüğü şeklinde, bilmeyen ve dikkate almayan bu
kişiye uyarı ve istifaham-i inkari (olumsuz soru) üslûbu ile hatırlatmada
bulunulmuştur. 4) Bu inkarcı, saldırgan ve art niyetli şahıs;
helak ve perişan edici bir üslupla tehdit edilmiş, ona meydan okunmuş ve uyarıda
bulunulmuştur. Kişi, azgın tutumundan vazgeçmezse Allah onun yalancı ve günahkâr
perçeminden tutup, sürükleyecektir. Bu (adam), kavminin ileri gelenlerini,
kendilerine yardım etmeleri için çağırdığında: Allah da onların defterini
dinmek için azap vermekle görevli zebanileri çağıracaktır. 5) Risalet görevi ile Hz.
Peygamber desteklenmiştir. Bu saldırgandan korkmanın bir manasının olmadığı;
kişinin Allah'ın buyurduğuna icabet edip, önem vermesi ve O'na secde edip
yaklaşmasının gerektiği vurgulanmıştır.[3]
Allah Tasavvuru
“Allah’ı gereği gibi takdir edememe”
(En’am 6/91) sadece müşriklere has bir zaaf değil, bütün insanların ortak zaafıdır.
Müslümanların mevcut Allah tasavvuru da Kur’an’ın öngördüğü Allah tasavvurundan
çok uzaktır.
Müminlerin yaşamı ile Allah
tasavvurları arasında kopmaz bir bağ vardır. Allah inancı, müminin zihninde
sadece bir itikad, kanaat ve inanç olmaktan çıkıp kalbine doğru bir imana,
Allah-insan-varlık arasında canlı, duygusal bir bağa dönüştükçe bireyin
yaşamının bütün yönlerine nüfuz etmesi, sirayet etmesi etkilemesi o oranda
artar.
Tasavvurlar bir gömleğin düğmelerini
kapamaya benzer. İlk düğmeyi yanlış kapadık mı nasıl bu yanlış sonuna kadar
devam edip iki yakamız doğru olarak bir araya gelmezse, tasavvurda ilk adım da
aynen böyledir. Küçük bir zımba teli, yüz yaprağı bir araya getirdiği gibi,
bazı kavram, tasavvurlar ve fikirler de yüzlerce farklı, dağınık, karmaşık
duran düşünceleri, mevzuları anlamlı halde bir araya getirebilir.
“Kullarım, beni senden sorarlarsa,
bilsinler ki, gerçekten ben onlara çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin
duasına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime
uysunlar, bana iman etsinler.” (Bakara 2/186)
“Andolsun
ki insanı biz yarattık. Ona nefsinin ne fısıldadığını da biliriz. Çünkü Biz ona
şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)
İnsanlık
tarihindeki dini veya toplumsal tüm sapmaların temel nedeni Allah
tasavvurundaki sapmadır. “Uzak Allah” düşüncesinin hayatımızdaki en
olumsuz sonucu, küçük büyük işlediği her eylemin Allah tarafından görüldüğünü
ve kayda geçirildiğini unutarak “Allah yokmuş gibi” yaşamaktır. Bu algı
insanoğlunun, otokontrol mekanizmasını devre dışı bırakarak icra ettikleri
vahşetle dünyayı yaşanamaz hale getirip adeta cehenneme çevirmiştir.
“Uzak Allah” düşüncesinin dini bağlamda ortaya
çıkardığı itikadi sapma ise çok daha büyüktür. Bu sapmanın sonucu olarak
insanlar tarih boyunca, çok uzakta olduğunu düşündükleri Allah’a yaklaştırmak
üzere kendileri ile Allah arasına bir takım aracılar koyma cüreti
göstermişlerdir. Bu aracıların mahiyeti
ve maksadı ne olursa olsun doğurdukları sonuç Allah’a
şirk koşmaktır. Mesela, Mekkeli
müşrikler Allah’a inanmakla birlikte onun dışında ilahlar edinirken, bu
ilahların dünyada iken kendilerini Allah’a yaklaştıracağına, ahrette
ise Allah’ın cezalandırmasından kurtaracaklarına, yani şefaat edeceklerine” inanıyorlardı. Bu husus Zümer 39/3.
ayette şöyle ifade edilir: “İyi bil ki, halis din yalnızca
Allah'ındır. O'nun peşi sıra evliya edinenler "Biz, onlara bizi Allah'a
daha fazla yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz." derler. Allah ihtilafa
düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm verecektir. Allah yalancı ve kâfir
olanı hidayete ulaştırmaz.”
Peygamberler Statükonun Hep
Karşısında Oldular
Statüko: Süregelen yerleşik,
durağanlaşmış, yozlaşmış düzen; sahipler, egemenler üreten, onlara ve
çevrelerine çıkar ve rant sağlayan ve bu yüzden de değişmesi istenmeyen durum
anlamındadır. Hz. Musa Fravun, Hz. İrahim Nemrut, Hz Nuh ve kavmi, Hz Muhammed
ve Ebu Cehil statükosuna karşı mücadele vermişlerdir.
Merhum Ali Şeriati’nin doğru tespitiyle, “…tarih boyunca her zaman
din, dine karşı savaşmıştır ve hiçbir zaman din, dinsizlikle
savaşmamıştır.” Zaten dinsizlik diye bir şey yoktur. Hiçbir varlık için
dinsiz bir hayat alanı tasavvur edilemez. Hayat varsa ve hayatı düzenleyen
birtakım kurallar varsa, mutlaka orada din de vardır. Kuralları koyan Allah ise
ve hayatın bütün alanları sadece O’nun hükümlerine göre düzenleniyorsa o din
Allah’ın “tevhid dini”dir. Eğer kuralları koyan Allah’tan gayrısı ise (heva ya
da tağutlar) o zaman da din “şirk dini”dir, egemen sistem zaviyesinden ise bu
şirk dini “statükonun dini” olur.
Statükonun dini olan şirk dininin her zamanki çabası şu olmuştur:
Toplumlarda var olan “tabiat ötesi inancı, ilah ve ilahlara olan
inancı, ahirete ve mukaddesata olan inancı kullanarak; gayba olan imanı tahrif
ederek, kısacası bütün dinî ve itikadî esasları kitabına uydurarak ve tahrif
ederek mevcut durumu meşru göstermek ve temize çıkarmak. Yani dini kullanarak
halka; ‘Sizin toplumunuzun içinde bulunduğu durum, olması gereken bir
durumdur.’ inancını kabul ettirmek. Zira sizin bu durumunuz Allah’ın iradesinin
bir tecellisidir, takdir-i ilâhî böyleymiş ve sizin toplumunuzun alın yazısı
böyle çizilmiş.”[4]
Tarih boyu iktidar ve rantı ele geçiren zorbalar, bu sömürü düzenlerini sadece
baskı ve şiddete dayalı politikalarla sürdürmekte zorlanırlar. İşte tam bu
noktada statüko/şirk dini devreye girer ve mevcut statükoyu koruma görevini
üstlenir. “Bu dinin vazifesi halkı, başımıza ne geldiyse bunun
Allah’tan olduğuna, Allah’ın böyle istediğine inandırmak ve buna teslim
olunması gerektiğine ikna etmektir.”[5]
Statükodan beslenen egemenler, bu amaçla statükoya din oluştururken,
öncelikle halk nezdinde, ama aynı zamanda bugün artık küresel sistemin de
bağlısı olunduğu için küresel sistemin nezdinde meşruiyet kazandıracak bir
muhtevada olmasını gözetirler. Bu sebeple, Allah’ın dinine nispet etseler de,
statükonun şirk dini içinde, birbiriyle çelişkili de olsa, hem halk içindeki
farklı din algılarını sentez etmeye çalışarak hem de küresel sistemi
ürkütmemeyi dikkate alarak bir “din” oluşturmak gereği duyarlar.
Statükolaşmanın ve statükoya ve onun dinine destek vermenin en büyük sebepleri;
statükonun sahipleri bakımından iktidar, güç ve rant hırsıdır. Statükonun
destekçileri bakımından ise; korku, çıkar ve dünyevileşmedir.
Ahirete İman
Surenin sekizinci ayeti insanların, Rableri olan Allah'a dönecekleri
ahiret hayatına kısaca işaret etmiştir. Ahirete iman, gaybe imandır. Bu konuda
insanların bildikleri ancak Allah’ın Kur’an’da bildirdiklerinden ibaret olup,
kişisel gayretlerle bundan daha fazlasını elde edebilmek mümkün değildir.
İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden günümüze kadar geçen tarihi süreç
içerisinde genelde Allah’a iman eden toplumların ahirete de iman ettikleri
görülmektedir. Bununla birlikte Allah inancına sahip olduğu halde ahiret
hayatını inkâr eden toplumlar da dikkat çekmektedir. Örneğin, Mekke müşrikleri
Allah’a iman etmekle birlikte, ahiret hayatını yani yeniden diriliş olayını
katı bir şekilde inkâr etmiş ve hayatın sadece dünya hayatından ibaret olduğu
düşüncesinde ısrar etmişlerdir. Kur’an’da çok sayıda delile başvurulmakla
birlikte, ahiret hayatında meydana gelecek hâdiseler detaylı bir şekilde
anlatılmakta ve bu suretle gayb âlemine bir pencere açılmaktadır. Kur’an’da
sûr’a ilk üfürülüş ile birlikte kâinatta ne kadar canlı varsa hepsinin öleceği,
haber verilmektedir. İsrafil’in ikici kez sûra üflemesiyle kabir hayatı sona erecek,
hesap vermek üzere diriliş gerçekleşecektir. Dirilişin ardından gerçekleşecek
olaylara dair Kur’an’ın beyan ettiği hususlardan bir diğeri ise insanların
mahşer adı verilen bir yerde toplanacak olmalarıdır. Bu yerde mizan terazileri
kurulacak, akabinde mizanda ameller tartılacak, amellere göre amel defterleri
verilecektir. Amelleri güzel olanlar amel defterlerini sağ taraftan alırken,
amelleri güzel olmayanlar defterlerini sol taraflarından alacak ve cennet ve
cehenneme sevk edileceklerdir.
Kur'an'ın indiği müşrik Arap toplumu ise "gökleri ve yeri yaratan,
güneşi ve ayı buyruğu altına alan"ın, "gökten indirdiği su ile
ölümünden sonra yeryüzünü dirilten"in Allah olduğuna inanırdı. (29/61, 63)
Fakat onlar, yeniden dirilişe, dolayısıyla ahiret inancına sahip değillerdi:
"Bizim için ancak dünya hayatı vardır. Yaşarız, ölürüz. Bizi helak eden
yalnızca zamandır" dediler." (45/Casiye, 24; Ayrıca bkz. 3/Sebe. 7)
Onlar da bugün Allah'a inandığını söyleyip, istediği gibi davranan, Allah'ın
hakimiyetini tanımayanlar gibi kendi heva ve heveslerine uyuyorlardı. Bir
yaratıcının varlığını kabul etmenin, ona inandık demenin kendilerini kurtuluşa
ulaştıracağını zannediyorlardı: "Onların ardından kitaba varis olan
sonrakiler geldiler. Bunlar 'biz nasıl olsa affedileceğiz' diyerek, bu en aşağı
olanın (dünyanın) geçici olanını alırlar ve onun benzeri geçici bir şey daha
gelse, ona da sarılırlar: (Araf, 169) Kur'an'ın sürekli eleştirdiği ve can
yakıcı azapla tehdit ettiği eylemleri de bu yüzden yapmaktaydılar. Müşriklerin,
ahirete imana çağıran Rasule karşı sergiledikleri tavır, şaşırtıcı derecede
yeniden dirilmeyi reddeden çağdaş materyalistlerin tavrıyla aynilik
göstermektedir. İlk yaratılışını unutan insan, toprak olduktan sonra yeniden
diriltileceğini (17/49-51) bir türlü anlamaz.
İlk inen ayetlerle ilgili rivayette ki “Okuma bilmem” ibaresi sorunludur.
Çünkü Allah okuma bilmeyen bir kimseye “oku” diye niçin teklifte bulunsun.
Allah’ın “Alîm” esma ve sıfatını yanlış anlama söz konusudur. “Allah insana
gücünün üstünde yük yüklemez (2/286, 65/7). “Oku” diye emretmesi teklif-i malayutak/ gücünün
üstünde yük yüklemektir. Allah ise bundan münezzehtir.
Yıllar yılı bu ümmet, okuma yazma bilmeyen bir peygambere sahip olmakla
adeta övündü durdu. Bunun tek sebebi elbette ki mezkûr iddiayı
dillendirenlerdir.
Hz. Peygamberin ümmiliği meselesi, hicri ikinci asırdan üçüncü asra doğru
kelami tartışmalarla birlikte gündeme gelmiş ve okuma-yazma bilmeyen bir
peygamberin Kur’an’ı yazamayacağı iddiasına referans gösterilmiş, hatta bu konu
onun mucizelerinden birisi olarak sunulmuştur.
”Emme”
fiilinin ism-i mensubu olan “el ümmi” kelimesi, bir şeyin aslı, okuma-yazma
bilmeyen, anasından doğduğu gibi kalan ve Arap ümmetine veya Ümmü’l-Kurâ’ya
(Mekke toplumuna) mensup olan kişi anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de
‘‘ümmî’’ kelimesi altı yerde geçmektedir. A’râf sûresinin 157. ve 158. ayetlerinde
Hz. Peygamber kastedilerek tekil olarak ‘‘ümmî-nebî-rasûl’’ şeklinde sıfat
olarak geçmektedir. Bakara 78, Âl-i İmrân 20, 75 ve Cum’a 2. ayetlerde ise
çoğul olarak kullanılan ‘‘ümmiyyûn’’ kelimesiyle de Müslüman Araplar, müşrik
Araplar ve Ehl-i kitap kastedilmektedir. Özellikle konumuzla ilgili olan ayet
A’râf sûresinde Hz. Peygamber’in sıfat olarak geçen ‘‘ümmî’’ kelimesi,
okuma-yazma bilmeyen anlamında kullanıldığı için onun okuma-yazma bilmediği
şeklinde yorumlanmıştır. Ayetin siyak ve sibakından böyle bir anlam çıkarmak
doğru değildir. Kelime gramatik olarak sıfat özelliğinde olduğundan Hz.
Peygamber’in mensup olduğu topluma işaret etmektedir. Yani onun Mekkeli
olduğuna vurgu yapılmaktadır. ‘‘Sen şu Kur’an’dan önce hiçbir kitap okumuyor ve
onu sağ elinle yazmıyordun.’’ (29/48) ayeti bağlamından koparılarak Hz.
Peygamber’in okuma-yazma bilmediğinin en önemli delili olarak kabul edilmiştir.
Bu ayetin konusu Hz. Peygamberin okur-yazar olup olmadığını belirtmek değildir.
Amaç; vahyin Hz. Peygamber tarafından yazılmadığını ve onun bu konuda herhangi
bir eğitim süzgecinden geçmediğini ortaya koyarak vahyin kaynağının Allah
olduğunu tescil etmektir. Bu sebeple bu ayet, ‘‘İnkâr edenler, ‘‘Bu Kur’an,
Muhammed’in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir…’’ (25/4) ‘‘(Bu Kur’an
başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsanelerdir. Bunlar ona sabah akşam
okunmaktadır, dediler.’’ (25/5) ‘‘Andolsun ki biz, onların, ‘‘Kur’an’ı ona bir
insan öğretiyor’’ dediklerini biliyoruz.’’ (16/103) ayetlerinde Hz. Peygamber’e
karşı müşrikler tarafından yöneltilen ithamlara bir cevap özelliği
taşımaktadır. Hz. Peygamberin nübüvvetten önce ticârî faaliyetlerde bulunması ve
bu amaçla Suriye-Şam, Bahreyn-Umman, Habeşistan ve Yemen’e çeşitli zamanlarda
seyahatlerde bulunması, onun okuma-yazma eyleminden uzak olmadığını
göstermektedir. Ayrıca onun, Hudeybiye Antlaşması’nda ‘‘Muhammed b. Abdullah’’
ifadesini yazması, yazılı belgenin içeriği hakkında Uyeyne b. Hısn’a bilgi
vermesi, Muâviye b. Ebî Süfyân’a okunaklı ve güzel yazmasını tavsiye etmesi,
onun okuma ve yazma konusunda bilgisi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu sebeple Hz.
Peygamberin nübüvvetten önce okuma-yazma
bilmediğini, nübüvvetten sonra kendini ifade edebilecek kadar okuma yazma
biliyordu, şeklinde bir değerlendirmede bulunmak doğru değildir. O, risâletten
önce en az Mekke toplumunda okuma-yazma bilen diğer bireyler kadar okuma-yazma
biliyordu. Kur’an-ı Kerîm’i onun okuma-yazma bilmediğine referans olarak
kullanmak uygun değildir. Çünkü Kur’an, Hz. Peygamber’in okuma-yazma
bilmediğine değil, vahyin kaynağının o olmadığına vurgu yapmaktadır.
Özetle: Büyük ve asıl nüzul sebebi insanlığın hidayeti olan son vahiy, oku emriyle
başlamış surenin son ayeti de “Secde et ve yakınlaş.” emriyle bitmiştir.
Böylece okumak insanı Allah’a kulluğun konsantre özeti olan secdeye götürmesi
gerekmektedir. Okumalarımız bizi en geniş anlamıyla aklımızı, kalbimizi,
bedenimizi secdeye götürmesi gerekmektedir. Çünkü Allah en cömerttir, bize
okumayı öğretmiştir ve her şeyi görmektedir. İnsan vahiyden uzaklaştıkça
kendini yeterli görüp azgınlaşacaktır. Statüko ve onun temsilcileri tarih
boyunca var olmuştur ve bundan sonra da var olacaktır. Statükoya teslim
olmayanların yardımcısı Allah’tır. Ahirete iman toplumsal hayatın sigortasıdır.
Allah’a iman yani doğru bir Allah tasavvuru insanın içerisinde sağlam bir
otokontrol mekanizmasıdır. İnsanın dünyaya kulluğunu sergilemek için
gönderilmiş vazifesi bitince Rabbine döndürülecektir.
Rabbimiz bizi kendisine döndürülme bilinciyle yaşayanlardan eylesin.
Yorumlar
Yorum Gönder