MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN KUR’AN’A BAKIŞI (I)

 

MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN KUR’AN’A BAKIŞI (ı)

 

 

Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki seri olarak (1,2,3,) yazmaya çalışacağım “MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN KUR’AN’A BAKIŞI”  başlıklı ve konulu yazılarımda meseleyi bütün yönüyle ortaya koymak mümkün olmayacaktır. Çünkü derya testiye sığdırılamaz. Ancak bununla birlikte bu yazılardaki maksadım benimde büyük ölçüde katıldığım Kur’an’a bakış/Kur’an okumaları/Kur’an tasavvuruna dikkat çekmek olacaktır. Müellifin, “Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir” isimli mealinden alıntılar Ağustos 2008 2. baskısından yapılmıştır. Müellifin görüşlerinde yalnız olmadığını belirtmek sadedinde de başka müelliflerden de alıntılar yapmaya çalışacağım.

MüellifKur'an Şifre Değil İlâhî Bir İnşa Projesidir” isimli makalesinde özet olarak Kur’an’a bakışını şöyle ifade etmektedir:

 

Önce "Kur'an nedir?" sorusunu doğru cevaplamak gerek. Kur'an, islam (küçük "i" ile) vahyinin zirvesidir. “Teslimiyet yolu” ya da “teslimiyetin hayat tarzı olduğu bir inanç sistemi” anlamına gelen islam ise, insanlığın değişmez değerlerinin öbür adıdır. Bu anlamda islam vahyi insanlıkla yaşıttır. Kur'an ise insanlıkla yaşıt olan bu vahyin temel ilkelerini bünyesinde toplayan ilahi bir inşa projesidir.

 

Kur'an vahyinin gayesi, yeryüzünde yaratılış amacına uygun bir hayatı inşa sorumluluğu üstlenen insanın tasavvurunu, aklını ve kişiliğini inşa etmektir. Vahiy, insanın varoluşsal altyapısına uygun bir üstyapı inşasını hedefler. Yani insan hayatı inşa edecek, vahiy insanı inşa edecektir.

İnsanın tasavvur, akıl ve kişiliğini inşa amacı taşıyan ilahi hitab insanı muhatap almakta, insana konuşmaktadır. Ağzını açan anlaşılmayı ister. Hiçbir söz anlaşılmasın diye söylenmez. Özellikle bu söz ilahi kaynaklı bir mesajsa...

Kur'an mesajı kendisini "bütün insanlığa yönelik anlaşılır bir mesaj" olarak takdim eder. Vahyin sahibi adeta onu "düşünen insanlara" ithaf etmiştir. O her yönüyle mucize bir hitaptır. Fakat onun asıl mucizesi, indiği günden beri milyarlarca kadın ve erkeğin gönlünü fethedip onları içgüdülerin, ayartıcı özbenliğin, sapkın kültürlerin, yoz ve çürümüş çevrenin karanlıklarından çıkarıp imanın, ahlakın ve erdemin aydınlığına ulaştırmış olmasıdır.

Kur'an bu özelliğini bugün de sürdürmekte, Doğuda ve Batıda, Güneyde ve Kuzeyde her seviyeden ve her kültürden bir nice insanı kendi özüne döndürme, onu kendisiyle, varlıkla ve Allah'la tanışık kılma işlevini sürdürmektedir.

Kur'an'ın anlaşılabilir olduğunu söylemek, düz bir metin olduğunu söylemek anlamına gelmez. Onun asıl mucizesini teşkil eden derin anlam katmanları, Kur'an'ı söz imkanı tüketilemeyecek bir metin kılmıştır. Bu nedenledir ki, üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen Kur'an'ın her zamana, zemine ve nesle söz söyleme imkanı tükenmemiştir ve tükenmeyecektir.

Bunu sadece onun mecaz ve sembollere yer veren, metaforik ve eliptik bir metin oluşuyla açıklayamayız. Bunu onun "i'câzıyla", yani ilahi kaynaklı bir mucize oluşuyla açıklayabiliriz. Onun muhataplarına "Buna benzer bir sure getirin" meydan okuyuşunu da bu çerçevede değerlendirmek daha doğru olur.

Kur'an'ın nasıl anlaşılması gerektiği sorusu, ona muhatap olan ilk nesilden günümüze kadar her nesli meşgul etmiş ciddi bir sorudur. Bu alanda oluşturulan müktesebatın çokluğu, belki de başka hiçbir dilde, başka hiçbir kitaba nasip olmamış ve olmayacaktır.

Bu soru, dev bir anlama ve yorumlama, tefsir ve te'vil metodolojisi müktesebatı ortaya çıkarmıştır. Zaten tüm metodolojiler, metni aslına sadık kalarak anlama ve ruhuna uygun yorumlama hedefini gözetmişlerdir. Tüm çabalar, vahiy bize gerçekte ne diyor ve ne demek istiyor üzerinde yoğunlaşmıştır.

Bir metni anlama ve yorumlama çabası, şu üç unsura aykırı yorumlar üretemez: Lafız, mânâ ve maksat. Dilin desteklemediği bir anlam, anlamın desteklemediği bir yorum doğru kabul edilecekse, bu takdirde ortada ne kendisine uyulması gereken bir "asıl" ne de meşruiyetini o asıldar alan bir "usul" vardır. Bunun amiyane karşılığı "ağzı olan konuşsun"dur.

Böyle bir yönelişin amacı "Kitab'a uyma" değil, "kitabına uydurma"dır. Kur'an'ın ne söylediğini anlamak değil, Kur'an'a söylemediğini zorla söyletmektir.

Bu amacı taşımamak ve lafız-mana-maksat üçlüsüne aykırı olmamak kaydıyla Kur'an'a farklı açılardan yaklaşılamaz mı?

Neden olmasın? Bu konuda otoriter ve totaliter bir yaklaşım sorunu çözmez. Kaldı ki Kur'an'ın anlam katmanlarına daha ilk nesil tarafından dikkat çekilmiştir. Hz. Ali'ye atfedilen bir tesbite göre, Kur'an dört boyutlu bir anlam yoğunluğuna sahiptir: zahir, batın, had, matla'.

Biraz da bu tesbitlerden cesaret alarak, eski çağlardan beri Kur'an'da bir takım sırların ve şifrelerin bulunduğunu söyleyenler çıkmıştır. Bunlar genellikle Eski Mısır Hermetizminden Pisagor aracılığıyla Yunan'a oradan da Filon aracılığıyla Yahudiliğe geçen harfçi (hurûfî) ve Kabalacı yöntemleri Kur'an vahyine uygulamışlardır.

Tekrar edelim ki, eğer bu yöntemlerle çıkarılan sonuçlar Kur'an'ın lafız, mana ve maksadına aykırı değilse, tefsir ve te'vil değil ama "işaret" babından sayılarak hoşgörüyle karşılanabilirler. Fakat bu kez de karşımıza, Kur'an'da yar alan "üzerinde 19 vardır" ayetinden yola çıkarak geliştirilen ve başlangıçta büyük bir heyecanla karşılanan 19'culuk akımının girdiği krize benzer krizler çıkar.

Bu kriz neydi? Başlangıçta Kur'an asıl 19 türev iken, daha sonra 19 asıl Kur'an türev oldu. Yani öyle bir noktaya gelindi ki, imanın esası Kur'an değil 19 oluverdi. İşte bu noktadan itibaren herşey ters işlemeye başladı. Kaldı ki, 19 projesi tüm açık ve zaaflarına rağmen bu günlerde medyanın magazin ihtiyacını kendisiyle giderdiği "şifre" muhabbetinden çok daha ciddi ve sistematikti.

İnsanlar, dinlerine magazin ve televole kültürü 'ciddiyetiyle' yaklaştıkları sürece, bu talebi karşılayan "şifreciler" ve "kriptocular" eksik olmayacaktır.[1]

Din, günümüzde iki önemli sorunla karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan birincisi geleneğin mutlaklaştırılarak yeni yorumlara karşı çıkılıp, doğru yanlış ayırımına bakılmaksızın çağdaş değerlerin toptan reddedilmesi, diğeri ise tespit edilecek kriterlere göre doğru ve yanlış ayırımına gitmeden geleneğin reddedilerek geleneksizliğe/köksüzlüğe ve dini yozlaştırmaya giden bir yola girilmiş olmasıdır. Böyle bir açmazdan kurtulmanın tek yolu, Kuran’ın rehberliğine müracaat etmektir.

Mustafa İSLAMOĞLU din ve dinin ana kaynağı olan Kur’an’a dair yeni yorumlarda bulunarak haklı olarak ezberleri bozunca,  kendilerini dinin sahibi zanneden –dini sahibi Allah’tır – kimseler de hop oturup hop kalkmıştır.

Kur’an yorumunda yaşayan üç ana akım vardır:  Birincisi, yenilenme karşıtı muhafazakar gelenekçi tutum; ikincisi, değişim yanlısı sekülarist çağdaşçı tutum;  üçüncüsü “Batı’nın bilim ve teknik üstünlüğünü kabul edip ondan faydalanmanın gerekli hatta kaçınılmaz olduğunu düşünen, köklerine bağlılık anlamında kısmen gelenekçi ama yüzleri ileriye dönük; İslâm dünyasını içinde bulunduğu krizden çıkarmanın, medenî dünya seviyesine ulaştırmanın tek yolunun gelenekteki gereksiz, yanlış algı, uygulama ve yorumlardan sıyrılmayla olabileceğine inanan, farklı tonlara sahip, geniş bir coğrafî alana yayılmış İslâmcı, ıslahçı, ihyacı, tecditçi yenilikçiler.

 

Ben Mustafa İSLAMOĞLU’nu kısmen üçüncü akıma dahil etmekteyim. Çünkü riyaveti her şeyiyle kutsayan peygamber tasavvurunu bozmuşlardır. Müellifin, “Üç Muhammed” eseri bir siyer felsefesi olarak okunduğunda siyer kitaplarındaki Peygamberin Kur’an’la hiç ilgisi olmayan “üretilmiş bir şahsiyet” olduğu görülecektir. Müellifin “Yahudileşme Temayülü” isimli eserini bir tarih felsefesi olarak görmeli ve o gözle okumalıyız. Çünkü Müslümanlarında asırlardır Yahudileşme bataklığında debelendiği aşikardır.  

Kökleri ve sebepleri Emevi hanedanına dayanan Kur’an algısındaki kırılma, eksen kayması Kur’an’ı lafzı teberrüken okunan hayattan çıkartılan, hayata hiç karıştırılmayan bir kitap konumuna düşürmüştür. Müellef bu meseleyi “Hayatın Yeniden İnşası İçin” isimli eserinde etraflıca ve doyurucu bir şekilde izah etmiştir:

Vahyin inşa edici bir özne olmaktan çıkarılıp ‘kutsal nesne’ haline getirilmesi üç aşamada gerçekleşti.

 

Birinci aşama: Lafız, mana ve maksattan oluşan vahyin makro ayağı olan “maksat” ihmal edilerek, vahiy lafız ve manaya indirgendi. Oysa lafız ve mananın hakemi maksat idi. Hakem dışlanınca ilahi vahyin muradını anlamak güçleşti. Yalnız lafız ve manaya dayanarak anlama çabaları bir takım anlama sorunlarına kapı açtı. Maksadı göz ardı edilen vahyin, inşa edici bir özne olmaktan çıkarılması doğaldı. Çünkü inşa edicilik doğrudan vahyin maksadıyla alakalıydı.

 

İkinci aşama: Lafız ve manaya indirgenen vahyi anlama işi, bu kez ikinci ayağından da mahrum kalarak sadece lafza indirgendi. Bu, yukarıdaki şekilde başlayan sürecin doğal sonucuydu. Bu sonuç ise, anlamın kendi kendini üretmesine engel oldu. Vahyin muhatapları vahiyle diyalog kurmak, onu diyalojik bir tasavvurla “okumak” yerine “hatmetmeye” başladılar. Aslında bu, anlamın yokluğundan doğan açığı, lafzı abartarak kapatmak demekti.

 

Üçüncü aşama: Vahiy sadece lafza indirgenince, Kur’an’da sadece “mushaf”a indirgendi. O artık inşa eden bir özne değildi. Çünkü o muhataplarını değil, muhatapları onu ‘yüceltiyorlardı’. Oysa ki vahiy kendiliğinden yüceydi ve onun insan tarafından yüceltilmeye değil, anlaşılmaya ve yaşanmaya ihtiyacı vardı. Vahyi nesneleştiren muhataplar, onu nesneleştirmenin bedelini “yücelterek” ödeme çabası içine girdiler. Bu adeta vahye verilmiş bir “sus payı”na dönüştü. O muhataplarının hayatından bir şeyleri imha edip yeni bir şeyler inşa etmeyecek, muhatapları da vahyi ne kadar becerebilirlerse o kadar yükseğe kaldıracaklardı.[2]

“Alemlere Rahmet” Nedir?


Peygamber tasavvurumuz kanayan cerahatli bir yara gibi önümüzde durmaktadır. Tarihe yön veren kişilerin hayatlarıyla ilgili anlama problemi her zaman var olmuştur, var olmaya da devam edecektir. Bu önemli şahsiyetlerin hayatlarına dair ortaya iki tür malzeme çıkmıştır. Birinci sınıf malzeme, gerçek tarihe dair olandır. İkinci sınıf malzeme, kurgusal nitelikte üretilmiş malzemedir. İkinci tür malzeme de tarihi şahsiyetlere “söylemedikleri söyletilir”, “yaşamadıkları yaşatılır”, “sahip olmadıkları nitelikler yamanır”. Sonunda sanal tarih, gerçek tarihi kuşatır. Ernest Renan’ın “İki İsa vardır” sözü düşünülmelidir.

 

Mustafa İSLAMOĞLU makalelerinde özelde de “Üç Muhammed” isimli eserinde meseleye neşter vurup İslami bünyeden bu yarayı kesip atmayı hedeflemiştir ve bunda da başarılı olmuştur.

 

Kur’ani Hayat Dergisi’nde “peygamber tasavvurumuzu Kur’an’a arz etmek zorundayız” diyerek şunları söylemektedir:

 

1. Hz. Peygamber’i en iyi öğrenebileceğimiz kaynak, onu peygamber olarak atayan ilahi kaynaktır. Kur’an o kaynaktan gelmiştir.

 

2. Hz. Peygamber’i tanıtan en objektif, en orijinal en sahih kaynak Kur’an’dır. Objektiftir çünkü, beşerin hissi ve indi yaklaşımları ondan uzaktır. Orjinaldir, çünkü Hz. Peygamberle Kur’an arasına bir mesafe girmemiştir. Zaman, mekan ve imkan olarak ondan daha ötesi düşünülemez. Sahihtir,  çünkü Kur’an, bir bilgi kaynağı olarak her mümin için “içerisinde kuşku barındırmayan” tek kaynaktır.

 

3. Nasıl ki bize Kur’an’ı Hz. Peygamber öğretmişse, Hz. Peygamber’i de Kur’an öğretmektedir. Kur’an’ı Hz. Peygamber’in aracılığına başvurmadan anlamaya çalışmak nasıl Kur’an’ı yanlış anlamaya yol açıyorsa, Hz. Peygamber’i Kur’an’ın aracılığına başvurmadan anlamaya çalışmak, peygamberi yanlış anlamaya yol açacaktır. Bu ikisi et ve tırnak, tohum ve toprak kadar birbirinden ayrılamaz.[3]

 

Müellef “Peygamber Yazıları” isimli eserinde Enbiya 107. ayette Peygamberimizin alemlere rahmet olarak gönderildiğini şöyle izah etmektedir:

 

“(Ey Peygamber!) Biz seni başka bir amaçla değil, bütün bir insanlığa rahmet rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 21:107)

Rahmeten lil alemîn ne demek? “Âlemler”den kasıt ne? Bu “’âlemler”in kapsamına kim ve neler dâhil?

Rahmetten neyi anlayacağız? Efendimiz nasıl âlemlere rahmet olur? Onun rahmet oluşundan tek tek her birimizin payına düşeni nasıl kesbederiz?

Yoksa biz kesbetmesek de, o rahmet ne yapar eder gelip bizi bulur mu? Eğer bulur ise, kendi çağında yaşayıp kendisini bizzat gören, bizzat konuşan, onunla oturup kalkan Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ümeyye b. Halef gibilerine neden bir pay dokunmadı?

Bütün bu soruların cevapları elbette bir makaleye sığmaz. Fakat önce “alemîn”in kapsamından başlayalım.

Fatiha’da geçen bu kavramı, ilk tefsir otoritelerinden Katade “tüm yaratıklardır” diye tefsir eder. İlk neslin tartışmasız en büyük tefsir otoritesi İbn Abbas “yalnızca idrak ve irade sahibi varlıklardır” der ve ekler “Nebi hayvanları ya da melekleri uyarmak için gönderilmedi”. Buna göre “âlemîn”den maksat “insan ve cin” gibi hitaba muhatap olan irade sahibi varlıklardır.

Aslında “âlemîn” kelimesi Süryanice aracılığıyla Arapça’ya geçmiş bir kelimedir. Kelimenin aslı olan âlem, “yüzyıl, uzun zaman, çağ” anlamına gelir. Buradan onun çoğulu olarak “tüm zamanlar, o zamanlarda yaşayan tüm insanlar, nesiller ve kuşaklar” karşılığına ulaşır.

Sonuç şudur: Hz. Peygamber, tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. Irk, dil, soy, renk, coğrafya kültür farkı gözetmeksizin, onun mesajının muhatabı kendi çağında yaşayan ve daha sonra gelecek olan bütün bir insanlık ailesidir.

Bu nedenledir ki tüm insanlık onun ümmetidir. Davetine evet diyenlere “ümmet-i icabet”, henüz davetinin ulaşmadıklarına “ümmet-i davet”, yani “potansiyel ümmet” adı verilir.

Peki onun bütün insanlığa rahmet oluşunu nasıl açıklayabiliriz?

Elbette “vahiy” ile. Vahiy, Allah’ın insanlığa olan rahmet, şefkat ve muhabbetinin bir eseridir. Vahiy, insanlığın önüne açılmış bir “gök sofrası”, bir maide’dir.

Allah insana vahiyle tenezzül buyurmuş, vahiy işte bu tenezzül buyurmuş,  vahiy işte bu tenezzül sonucu nüzul etmiştir. Nüzul Arapça’da “misafirin önüne çıkartılan mükellef ziyafet sofrasına” verilen isimdir. Kur’an’da bu anlamda geçtiği yerler vardır.

İşte vahiy, insanlığı önüne serilmiş ilahi bir ziyafet sofrasıdır. Efendimizin “âlemlere rahmet” olarak gönderilmesinin anlamı bu sofranın bütün bir insanlık ailesinin önüne serilmiş olmasıdır.

İnsanlık bu sofraya karşı üç tavır içerisindedir:

1. Vahiy sofrasının başına oturanlar ve oradan bilgisi, samimiyeti, gayreti oranında nasiplenenler.

2. Vahiy sofrasının başına oturanlar ve fakat ondan hiç yemeyen nasipsizler.

3. O sofranın başına hiç oturmamış olanlar.

Birinciler, peygamberimizin rahmet oluşundan en çok istifade edenlerdir. Onlar onu vahiyle, vahyi onunla tanımaya çabalarlar. Kur’an’a onun aynası, ona Kur’an’ın aynası gibi bakarlar. Onu tıpkı Hz. Aişe’nin dediği gibi “yürüyen Kur’an” olarak görürler ve kendileri de “örnek” alarak, izini takip ederler. Onun örnekliğini tüketmezler, üretirler.

Onlar, onun “alemlere rahmet” oluşunun yürüyen şahididirler. Varlıkları, bu ayetin fiili tefsiridir. Ne mutlu onlara!..[4]

 

Ebabil ve Siccil

 

Kur’an’da kıssaların anlaşılması da önemli bir meseledir. Kıssalardaki Allah merkezli dilin de farklı anlaşılmalara sebep olduğu ilmi bir gerçektir.

Kur’an’ın bütün kıssalarının “yaşayan kıssa” mantığı içinde okunması gerekiyor. Kıssaları dinamik ve aktüel bir yaklaşımla okumalıyız. Çünkü bizim için Kur’an’ın tarihi değil mesajı daha önemli ve öncelikli olma durumunda. Bu nedenle ilahi mesajda “çağa ve bize ne diyor”  ona bakılması icap eder. Aksi halde Ramazan hocalarından mebzul miktarda dinlediğiniz o sahur mahmurluğunun “ölü kıssaları” ortalıkta cirit atar.[5]

 

Süleyman (as) kurduğu o muhteşem devleti evlatlarına bıraktı. Evlatları O’nun kurduğu medeniyetin ilkelerine sadık kalmadılar. Ve sütunlarını –asa devletin dayandığı ilkelerdir- tek tek kestikleri (adalet, doğruluk, adam kayırmama, mazlumu korumama vb.) medeniyet(devlet) sarayının yıkılacağını –aslında yavaş yavaş yıkıldığını- göremediler. Sebe Suresi 14. ayette bu hadise asa(adalet) ve kurt(zulüm) sembolizmi ile anlatılmıştır. Asa medeniyetine zulüm kurdu girmeye dursun, bir de bakmışsın; örnek alınacakken ibret alınacak duruma gelmişsin. Süleyman da ölümü elbet tadacaktı; fakat Biz o'nun ölümüne hükmettiğimiz zaman, asâsını kemiren kurttan başka öldüğünü gösteren bir işaret yoktu. Ve Süleyman devrilince açıkça ortaya çıktı ki, o'nun emrindeki yabancı işçiler, gaybı bilmiş olsalardı o aşağılayıcı hizmetçilik azabı içinde sıkıntıyla yaşamaya devam etmezlerdi. Kıssanın ne demek istediğini yani vermek istediği mesajı göz ardı ederek okuma kıssayı ölü kıssa yapmaktadır. Bu ayet; israiliyat, lafzi okuma, hikaye üretme mantığıyla okunduğunda şöyle bir zıtlar yumağı ortaya çıkıyor: Süleyman (as) ölüyor, yıllarca bastonuna dayanarak çürüyüp kokuşmadan öylece duruyor. Derken bir ağaç kurdu onun bastonu kemiriyor ve Hz. Süleyman yere yuvarlanıyor. Bu ayakta kalma süresi Hz. Süleyman’ın yaptırdığı yapı bitene kadar sürüyor. Bunun bir yıl sürdüğü rivayet edilir.[6]

 

Kur’an’ın evrensel bir mesaj olduğunu bütün çağların sorunlarına ışık tuttuğuna –ki öyledir-  inanan kişi, sana soruyorum yağı alınmış süt misali içinden mesajı alınarak öldürülen kıssanın kimin hangi yarasına merhem özelliği var? Bir yıl bir insan cesedi uluorta yerde çürüyüp kokmadan nasıl durur? Hz. Süleyman’la bir yıl içinde etrafındakiler en azından ailesi hiç mi konuşup görüşmedi, çalışanların, ustaların ondan istekleri olmadı mı? Bu sorular uzatılabilir mesele bu değil.  Bağlamından koparılan, mesajından soyutlanmış ayetler/kıssalar üzerinden yapılan çıkarımlarda evler şenlik.

 

Kısalarda anlatılmak istenen hususlar sembolik dille dolaylı olarak anlatılmaktadır. Dolaylı anlatımın olduğu yerde mutlaka sembolizme ihtiyaç duyulur. Bu sebeple kıssalarda sembolizm kaçınılmazdır. Kıssalarda olay gerçekliklerin yerine konmakta, böylece kastedilen şey olayın kendisi değil olayın arkasındaki gerçeklik olmaktadır. Görünüşte kısaların belirlediği olaylar ön plana çıkarken, aslında vurgulanmak istenen ahlaka imana dair soyut ilke ve değer ve gerçekliklerdir. Okuyucudan istenen somut sembolik kıssadan soyut anlamı çıkarmasıdır. Fakat kıssa okumaları maalesef soyut okumadan öteye geçemiyor. Okuyucuda kıssa okuma bilinç ve metodunun gelişmesi için ayrıca bir çalışma yapılması gerekiyor.

 

Geçmiş peygamberler ve toplumlarla ilgili Kur’an pasajlarında zikredildiği vecihle ateşin yakmaması, kayadan su fışkırması, ölünün dirilmesi gibi hadiseler, gerçekten mucize olarak kavramsallaştırılması bir olağanüstü gerçekliğin ifadesi midir, yoksa olağan hadiselerin Allah merkezli dil dizgesi içinde ve dahi ortaçağa özgü bir akıl ve idrak düzeyine uygun şekilde, diğer bir deyişle, doğal bir olay veya olguyu umumiyetle gaybi/metafizik faktörlerle ilişkilendirme, böylece ona abartılı bir gizem ve sanal değer atfetme itiyadında olan Orta Çağ insanına  “Ooo” dedirtecek bir şekilde tasvir edilmesi midir? [7] 

 

Bizce ilk sorunun mazmunu da mümkün olmakla birlikte ikincisi daha makul ve muhtemel gözükmektedir. Bu ikinci ihtimal dâhilinde denebilir ki Kur’an kıssalarında zikri geçen sıra dışı hadiselerle ilgili ifadeler, klasik kelam kitaplarına konu olan “mucize”den ziyade,  sebep-sonuç dairesi içinde cereyan eden olaylarla ilgili bir delalet-işaret içermektedir. Ancak gerek Kur’an’daki teosentrik dilden, gerekse bu dil dizgesinde ilk muhatapların akıl, idrak bilgi ve kültür düzeylerinin dikkate alınmış olmasından dolayı söz konusu hadiseler mucize diye tabir edilen bir oluş keyfiyetine uygun şekilde betimlenmiştir.[8]

Bu girişten sonra Fil Kıssasını kuşların gagasında taşlar getirip fil ordusunun üzerine atarak onları paramparça ettiğini düşünmek kısasının bağlamı, nüzul ortamı, Mekke’nin jeolojik yapısını hesaba katmadan bir ezberi dillendirmekten başka bir anlama gelmediği aşikardır.

Mustafa İSLAMOĞLU gerek sureyi meallendirirken gerekse de dipnotlarda fazla açık olmamakla beraber işaret etmiştir. Müellif bu hususta mealinde şöyle demektedir:

 

Gözünde canlandırabilir misin Rabbinin Fil Ordusu’na nasıl muamele ettiğini?  Başlarına geçirmedi mi onların ince tasarlanmış haince hilesini?  Onların üzerine katar katar bilinmeyen nitelikte uçan taşıyıcı varlıklar saldı; (3)  onlara taş kesilmiş balçık türü (4) tanımlanamayan (şeyler) atıyorlardı.  Derken ;(Rabbin) onları, yeni(lerek delik deşik edil)miş yapraklara benzetti.” (Fil Suresi, 105/1-5)

Ebabil, sıfat olarak “katar katar sürüler halinde” anlamına gelir. Kelimenin kökeni ve tekili olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır. Zayıf bir ihtimal olmakla birlikte, bülbül’den türetilmiş olması da mümkündür. Tayr, kuştan sineğe, görünenden görünmeyene varana dek bir yerden bir yere havada/hava ile intikal eden her hareketli varlık için kullanılır. Tayr’ın ille de kanatlı olması şart değildir, zira En’am 38 de “kanat” ayrıca zikredilir. Bu veriler ışığında tayr kelimesi, “volkanik bir püskürtünün yakıp kavuran lavlarıdır” yorumunu da, buna benzer başka yorumları da dışlamaz. Her halükarda kesin olan, orada ve o anda ilahi bir müdahalenin varlığıdır. “Göklerin ve yerin bütün orduları Allah’ın emrine amadedir” (48:4) ve “Rabbinin ordularını O’ndan başka kimse bilmez” (74:31) ayetleri ışığında zımni anlam şu olur: Allah’ın kimsenin akıl fikir erdiremediği ordularından bir ordu,  Fil ordusunu perişan etti. Siccîl: Tescil köküne nispetle: “Kayıtlı, adrese teslim, güdümlü”; ya da “kova” manasındaki secl’den “kovalar dolusu bela” (Alusi). Zımnen: Allah onların üzerine katar katar bela elçileri saldı. Tercihimiz Lut kavmi hakkında nazil olan min siccil’i (11:18) min tîn olarak açıklayan Zariyat 33’e dayanmaktadır. Bunlar bölgede bolca bulunan yanmış volkan kalıntıları olan yumurta büyüklüğündeki “sülfür taşları” olabilir.[9]

Özetle; Mekke’nin jeolojik yapısı gereği –müellifin de “Bunlar bölgede bolca bulunan yanmış volkan kalıntıları olan yumurta büyüklüğündeki ‘sülfür taşları’ olabilir.” dediği gibi – Fil ordusunun kabeyi yıkmaya gelmesiyle bölgede volkanik bir depremin olması ve kuşların göç zamanın eş zamanlı olarak meydana gelmesi olarak anlamak daha doğru görünmektedir. Allah en doğrusunu bilir.[10]

 

Bu kıssayı böyle anlamak depremi yaratanın, kuşları sıcak yerlere göç ettirenin Allah olmadığını iddia etmek anlamına gelmez. Elbette Kainattaki bütün fillerin Halıkı/Yaratanı Allah’tır.

 

“Galu Bela” Nedir?

 

“Ve Rabbin, Ademoğlunun sulbünden onların nesillerini çıkardığı her zaman(1), onları kendileri hakkında tanık kıldı: ‘ben değimliyim sizin Rabbiniz?’ Onlar da ‘Kesinlikle’ dediler, ‘buna biz şahidiz!(2)’”

(1) Kanaatimizce, “Ademoğlunun sulbünden onların nesillerini çıkardığı zaman” ifadesi, üreme organlarının çalışmaya başladığı “buluğ zamanına” tekabül eder. Buluğ yaşı, ibadet mükellefiyetinin ve cezai ehliyetin başlangıcıdır. Bizce Allah Rasulü’nün “Üç kişiden kalem kalkar: Buluğ çağına gelinceye kadar çocuktan…”  hadisi, bu ayetin nebevi bir okuması gibi görünmektedir. Esasen hadisteki türden bir tespit, ancak ilah, bilgiye istinat edebilirdi. İyi araştırıldığında, Hz. Peygamberden sadır olan bu gibi haberlerin kaynağının vahiy olduğu, bu hadislerin vahyin nebevi bir basiretle okunması sonucunda ortaya çıktığı görülecektir. Buluğ yaşı çıtası, bundan öncesinin sorumsuzluk olduğu anlamına gelmez. Terbiye açısından her yaşın bir sorumluluğu vardır.

(2) Bu ayetin muhtevası, avam dilinde kâlû belâ adıyla bilinir. İnsan fıtratının tevhidi kabul etmeye doğuştan hazır olduğunu, Rab olan bir yaratıcıyı inkarın mazeret olamayacağını ifade eder. Zemahşeri bu diyalogu mecazi sayar ve tahyil (canlandırma, dramatizasyon) olarak niteler.  Bunu hakiki olarak yorumlayan müfessirlerden Taberi, bu yorumun dayandığı hadis hakkındaki ciddi kuşkularını dile getirmeden de edemez. Bu ayeti lâfzî yorumlayan kaynakların dayandığı rivayetlerin tamamı, Allah’’ın Hz. Âdem’in sulbünden söz aldığını ifade etmektedir. Ayetin Hz. Âdem’den değil “Âdemoğullarından” söz ettiği açıktır.  Bu tartışmalı rivayetlere dayanarak ayeti mecazdan hakikate taşıyan klasik tefsire yöneltilen tüm eleştirileri nakleden Razi, ayetteki diyalogun mecazi olduğu görüşünü, karşı çıkmaksızın dile getirir. İbni Kesir, ayetin insanın yaratılıştaki saf ve temiz fıtratına dikkat çektiğini söyleyerek bu konudaki ayet ve hadisleri sıralar. Bu anlatımın Fussilet 11 ve Ahzab 72 de olduğu gibi temsili bir diyalog olduğu açıktır. Bu diyalogu lâfzî anlamına hamletmek biraz da keskin bir “ruh-beden” ayrımının eseridir. İrfani bilgi sisteminin Hermetik Felsefe’den, Bürhani bilgi sisteminin Yunan Felsefesi’nden ödünç aldığı insanın fiziki varlığından bağımsız bir “nefs” ve bedenden ayrı bir “ruh” tanımı, hicri 3. yy.dan itibaren bugünkü anlamında kullanılmaya başlamıştır. Daha sonraları bu etki Beyani bilgi sistemine de geçerek Kelam’a mal olmuştur. Eş’ari Kelamı’nın “ilk misak” savunması da buna bağlanabilir. Fakat Maturidi bu yorumu reddeder. Bu ayet, insanoğlunun doğuştan “aşkın bir Yaratıcı varlık”ı algılamaya yatkın yapısına, yani “fıtrat”a atıfta bulunmaktadır. Bu ayet, “kolektif bilinçaltı” adı verilen duruma bir atıf olarak da okunabilir.[11]

 

Hırsızlık Yapanın Eli Kesilir mi?

 

“İmdi işledikleri suça karşılık Allah’tan ibret-i alem bir müeyyide olarak hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin(1). Zira Allah her işinde mükemmeldir, her hükmünde tam isabet sahibidir.” (Maide, 38).

(1) Lafzen: “İki elini..” Hırsızlık yapanın elini kesme uygulaması Kur’an’ın ihdas ettiği bir ceza değil, Kureyş’in uyguladığı ve Kur’an’ın önünde bulduğu bir ceza geleneğidir. İlk kez Kabe’nin hazinesini soyan birine uygulanmıştır (İbn Kesir). Rasulullah bu geleneksel cezayı olabildiğince sınırlandırmıştır. Mesela Rasulullah seferde bu cezanın uygulanmayacağını buyurmuştur (Ebu Davud, Hudud, 19). Bir başka kaynakta “sefer” yerine “gaza” geçer ki bu ikisi ayrı durumlar olarak da anlaşılabilir (Tirmizi, Hudud, 20). Bu nebevi talimatı hilafeti döneminde Hz. Ömer’in ayrıca ordu komutanı Huzeyfe b. El-Yeman’in titizlikle uyguladığını görüyoruz. Allah Rasulü’nün bu haddi uygulama konusundaki hassasiyetini şu olay ışığında anlamak gerekir: Abbad b. Seahbil anlatıyor: “Buğday tarlasına girdim, biraz başak kopardım. Bu esnada tarlanın sahibi geldi. Beni dövdü ve elbiselerimi sırtımdan soyup aldı. Ben Peygamber’e gittim onu şikayet ettim. Onu çağırttı ve kızarak şöyle dedi: ‘o açtı onu doyurmadın, o cahildi ona öğretmedin!’ elbiselerimi geri verdirtti ve bana bir ölçek buğday verdi” (Ahmed b. Hanbel). Hz. Ömer’in şu uygulaması da Allah Rasulü’nün uygulamasının iz düşümüdür: Yahya b. Abdurrahman b. Hatib’ten: Hatib’i köleleri Müzeyne’den bir adamın develerini çalıp kestiler. Olay ortaya çıkınca yakalandılar ve suçlarını itiraf ettiler. Halife Ömer kölelere hırsızlık cezası verecekti ki, son anda bundan vazgeçti. Hatib’i çağırdı ve onları aç bıraktığını düşünüyorum dedi. Deve sahibine dedi ki; develeri satsan kaça verirdin? O da 400 altın verseler eyvallah demezdim. Hz. Ömer 800 altını Hatib’ten alarak adama verdi ve Hatib’e eğer bir daha açık bırakırsa kendisine hırsızlık cezası vereceğini söyledi (Muvatta). Vahiy, suçları cezalandırmada suçluyu değil suçu mahkûm etmeyi ve caydırıcılığı öne çıkarır. Tüm Kur’ani cezalar üç vicdanı teskin etmeyi hedefler: 1) Mağdurun vicdanı. 2) Kamunun vicdanı. 3) Suçlunun vicdanı. Suçlunun vicdanını teskin etmek için önce suçluda bir vicdan inşa etmek gerekir. Şu örnek olay, İslam’ın mensuplarında nasıl bir vicdan inşa ettiğinin destanî bir göstergesidir: Ebu Mihcen bir türlü içkiyi bırakamayan biriydi. İçtiği her seferinde cezasına razıdır. Bir seferinde Hz. Ömer’den de içki cezası yemiştir (el-Kamil II, 340). Kadisiye savaşı sırasında yine aynı suçtan (veya içkiyi öven şiir söylediği için) cezalandırılmak üzere tutuklanır. Ordu komutanı Sa’d b. Ebi Vakkas (ö.55/765), tarruz öncesinde cezayı infaz etmek istemeyip taarruz sonrasına bırakır. Savaş çok çetin geçer. Bir ara İslam ordusu bozulur gibi olur. İşte bu hengâmede Ebu Mihcen ordu komutanının eşi Selma’ya kendisini salması için rica eder ve sağ kalırsa kendi ayağıyla gelip cezasını çekeceğine söz verir. Bozulmaya yüz tutan ordu akşam karanlığında atını mahmuzlayan Ebu Mihcen’in tekbirlerle son sürat gelip düşman saflarını yarması üzerine Şam’dan takviye kuvvet geldiğini düşünür. Hatta aralarında meleklerin veya Hızır’ın yardıma geldiğini sananlar bile vardır. İslam ordusu bunun üzerine toparlanır ve savaşı alır. Savaşın ardından Ebu Mihcen sözünü tutar ve kendi ayağıyla gelerek teslim olur. Ordu komutanı Sa’d b. Ebi Vakkas durumu ayrıntılarıyla öğrenince ceza tatbik etmeye eli varmaz ve yenilmek üzere olan ordunun zafer kazanmasına sebep olan Ebu Mihcen’i bırakır. Fakat Ebu Mihcen cezada ısrar eder. Muhtemelen Allah Rasulü’nün “İslami cezalar kefarettir” müjdesi onu böyle yapmaya teşvik eder. Israrlarına rağmen ordu komutanı cezalandırmayınca o da bir daha içki içmeyeceğine söz verir(İbnu’l-Esir, el-Kamil fittarih, Beyrut, 1406, II, 330-331; Taberi, Tarih, Kahire, 1987, III, 548-549).[12]

 



[1] Mustafa İSLAMOĞLU, Kur’an Yazıları, Eylül 2010, 1. Baskı, s.282-285

[2] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayatın Yeniden İnşası İçin, Mart 2008, 10. Baskı, s.32-33

[3] Kur’ani Hayat Dergisi, Başyazı 11. Sayı, s. 9

[4] Mustafa İSLAMOĞLU, Peygamber Yazıları, 19-21

[5] R. İhsan ELİAÇIK, Mülk Yazıları, 258

[6] Taberî-Tarih c.1,s.262, Sâlebî-Arais s.328, ibn.Asâkir-Tarih c.6,s.272, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.243, Muhyiddin b.Arabî-Muhâdara c.1,s.135, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.32, Heysemî-Mecmauzzevaid c.8,s.2O8

[7] Mustafa ÖZTÜRK, Kıssaları Dili, 14

[8] Mustafa ÖZTÜRK, Kıssaları Dili, 14

[9] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 1304-1305

[10] İhsan ELİAÇIK ta bu kıssaya aynı yerden bakmaktadır. R. İhsan ELİAÇIK, Nüzul Sırasına Göre Yaşayan Kur’an Türkçe Meal/Tefsir, 88-89

[11] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 300

[12] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 198-199

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

KEVSER SURESİNİN İNCELENMESİ