SÜNNİLİĞİN KUR’AN’A YAPTIĞI KARŞI DEVRİMLER

 SÜNNİLİĞİN KUR’AN’A YAPTIĞI KARŞI DEVRİMLER

Sünnîlik, üç büyük karşı devrimle özünde vicdanı diri tutmaya çalışan Kur’an’ı, vicdanı öldürmeye çalışan bir tasavvura dönüştürmüştür. Bu üç karşı devrim şunlardır:

a) “Kelam-ı Kadim” Tasavvuru

Kur’an, 610 ila 632 arasında 23 sene boyunca, Allah’ın, tarihe müdahil olması iken; Sünnîlik, onu Allah ile birlikte “Kadim” bir söz olarak görmüştür. Yani manalar, Allah ile birlikte kadim oldukları halde, 610-632 arasında bir nevi ”mizansen” olarak tekrar etmiştir. Bu anlayışa göre, nüzul sürecine katılan faillerin (mümin, münafık, kafir, Yahudi, Hristiyan, müşrik…) hiçbirinin kendine ait bir özgür iradesi, isyanı, itaati… yoktur. Teşbihte hata olmaz, adeta Allah, ezelde “Doğmamış çocuğa, don biçmiştir”. Kur’an’da geçen ve Allah’ın ilminin genişliğini ifade eden “Levh-i Mahfuz” kavramı (85/22), her şeyin, ezelde bir kere irade edilip sonra da ilim hafızasına depolandığı şeklinde anlaşıldı. Oysa Allah: “Her an yeni bir işte/uğraşta” idi (55/29). (İlhami Güler)

Kur’an’ın mahlûk (yaratılmış) olup olmadığı, İslâm düşünce tarihinde önemli bir tartışma konusudur. Bu mesele özellikle kelâm ilmi çerçevesinde ele alınmıştır.

Ehli Sünnetin göre: Kur’an mahlûk değildir. Kur’an, Allah’ın ezelî sıfatı olan “Kelâm” sıfatının bir tecellisidir. Allah’ın sıfatları da O’nun zatı gibi ezelî ve yaratılmamıştır.

Sünnîler Kur’an’a Kelam-ı Kadim demekle Kur’an’ın ezelî olduğu söylüyorlar. Bu durumda Allah’tan başka bir ezelî varlık var gibi görünür ve bu, tevhid (Allah’ın birliği) ilkesine aykırı bir durumdur.

Mutezileye göre: Kur’an mahlûktur derler. Çünkü onlara göre Allah’ın zatı dışında hiçbir şey ezelî olamaz. Allah konuştuğu zaman bu konuşma bir fiildir ve fiiller sonradan meydana gelir. Dolayısıyla Kur’an da sonradan yaratılmış bir konuşmadır.

Kur’an’ı mahluk ve ezeli olmaktan çıkarıp niçin indirildiğine odaklanmak gerekiyor. Kur’an’ a göre Kur’an ezeli değildir. Muhakkak ki, biz onu (:vahyi) Kadir Gecesinde indirdik (indirmeye başladık”. (Kadr Suresi/1). “Onu (:vahyi) mübarek bir gecede indirdik, gerçekten biz uyarıcıyız. O gecede her hikmetli iş ayrılır.” (Duhan/3-4). Öyle olsaydı zaman bildirilmezdi.

Kur’an, Allah’ın kelamıdır ama ezelî değildir. Allah’ın ezelîliğini tek kılma çabası, Kur’an’ın tarihsel bağlamının anlaşılmasını kolaylaştırır. 

b) Tecdide Açık (Nesh) Dinamik Kur’an’dan Mutlak Nassa

Allah, vahiy geleneğini, birbirini nesheden şeriatlar şeklinde devam ettirmiştir. Neshin ve tecdidin gerekçesi, insanlığın tekâmüle, gelişmeye, değişmeye açık olmasıdır. Allah, aşağının hareketini takip ederek, ona uygun adımlar atmıştır. Allah, hikmet sahibidir; kaprisli bir mutlak güç istenci değildir. “Bir hükmü nesh edince, onun yerine daha iyi birisini ikame eder” (2/106). Önceki “birçok hükümden vazgeçer” (5/15). 7’nci yüzyılda peygamber geleneğinin, Hz. Muhammet ile sona ermesi, pedagojik bir hadisedir. İnsani düzlemde de örgütlü/örgün eğitim, belli bir yaşa kadardır; gerisi, insanlığın rüştüne erip kendi eğitimini yaygın olarak kendinin üstlenmesidir.

Öncüleri Sahabe ve Tabiûn’a dayanan “Rey Ekolü”, dinamik bir Kur’an anlayışına sahipti. Hz. Ömer’in içtihatları ve Ebu Hanife’nin “İstihsan”ı, Malikilerin “Mesalih-i Mürsele” kavramları, bu gerçeği ifade eder. Hanbelîlik ve Şâfiîlikten oluşan Hicaz/Arap-“Hadis Ehli” ise, Kur’an ve Hadis’i, bir kere ve bütün zamanlar için değişmez, donmuş, dogmatik, mutlak naslar olarak vazetti. Kur’an ve Hz. Peygamberin uygulamalarının toplumsal davranışa dair kurallarının bütün çağlarda lafzen ve aynen uygulanması gerektiği fikri, İslam’ın toplumsal içeriğinin köklü bir tefekkürünün önünde bir kaya gibi durmuştur. Hicaz’daki Ehl‑i Hadis (Ahl–ül‑Hadis) geleneğinin aksine, Rey ekolü analiz, akıl yürütme ve kıyasa daha çok önem vermiştir. Bundan ötürü, Islahat Hareketlerinin liderleri, ne zaman “Kur’an’a ve Sünnet’e Dönüş” çağrısı yapsalar; kastettikleri şey, tarihin geriye doğru hareket etmesi gerektiğidir. Müslümanlar, Allah’ı ve Peygamberi yansılayarak, onları ilk adım ve “örnek” alarak, onlar “gibi” içtihat yapma, doğru hüküm koyma yerine onları -rüştüne ermemiş çocuklar veya ergenler gibi- sürekli taklit ve tekrar etmişlerdir. (İlhami Güler)

c) Özgür İradenin Felç Edilmesi (Kadercilik)

Sünnîlik, nasları mutlaklaştırarak müminleri ahlak bağlamında rüştüne ermemiş çocuklar olarak görürken, Allah’ın onlara verdiği ve denenmenin mesnedi olan özgür iradeyi de ellerinden almıştır. Hanbelîlik ve Şâfiîliğe paralel olarak Eş’ârîlik, Mevâlî/Mu’tezile’ye karşı bir Arap yorumu olarak, Sünnîliğin kurucu ve belirleyici ekolü olmuştur. Mâtürîdîlik, Mu’tezileye öykünerek özgür iradeyi korumaya çalışmış ise de etkili olamamış; Kadercilik/Cebriyecilik, Sünnîliği belirlemiştir. (İlhami Güler)

Sünniliğin bu anlayışı toplumsal pasifliğe yol açıyor: “Zaten kaderimizde ne varsa o olur” düşüncesi, birey ve toplumun mücadele etme, sorumluluk alma isteğini azaltabilir.

Sünniliğin bu anlayışı özgür irade vurgusunu ortadan kaldırıyor: İnsan, özgür bir varlık olmaktan çıkıp, adeta “ilahi senaryonun bir oyuncusu” hâline gelir.

Kur’an dışı kader anlayışı İslam toplumlarında ataleti, teslimiyeti, sorgulamayı bırakmayı teşvik etmiştir.

"İnsan özgürdür" bu Kur’an ayetleriyle temellendirilmiştir. Eğer insanlar irade sahibi değilse, Kur’an’da geçen sorumluluk, ödül ve cezanın anlamı kalmaz. Kur’an’da geçen "kim zerre kadar hayır yaparsa onu görür..." (Zilzal 99/7-8) gibi ayetlerle desteklenmiştir.

İnsan özgür iradeye sahiptir ve eylemlerinden sorumlu tutulması gerekir. “Adl” (Adalet) ilkesi gereği, Allah’ın insana özgür irade vermiştir ve tercihlerinden sorumludur. Özgür irade ile islami düşüncede ahlak, sorumluluk ve ceza kavramları gerçek anlamlarını bulur.

 “Hayrihi ve Şerrihi minallahi taala = Hayır ve Şer Allah’tandır.” “El-İnsanu, muztarrun; fi suretin muhtarin = İnsan, görünüşte hür; gerçekte fiiline zorlanmıştır.” “La faile illallah, la halika illallah = Allah’tan başka fail, Allah’tan başka yaratıcı yoktur.”… Bunlar, Eş’ârî-Sünnîliğin insan iradesinin özgür olmadığı bahsindeki mottolarıdır. Kurucuları ağırlıklı olarak Basra-Bağdatlı olmak üzere Mevâlîden oluşan Mu’tezile, Kur’an’ın ruhuna uygun olarak, insanın fiillerinde özgür ve sorumlu olduğunu savundu.(İlhami Güler)

Örneğin, Hadis ilminde de behresi olan ve Mu’tezilenin kurucu öncülerinden olup, Hicri 125 yılında ölen Amr b. Ubeyd, kendisine Sünnîliğin kaderciliğini, yani her şeyin çocuk ana rahmine düşünce melek tarafından yazıldığını formüle eden “es-sadiku’l-masduk = Alın Yazısı” hadisi sorulduğunda şöyle demiştir: “Eğer bu haberi senedindeki A’meş’ten duysaydım, yalanlardım; Abdullah b. Mesud’dan duysaydım kabul etmezdim; eğer peygamberden duysaydım, ona karşı çıkardım; eğer bu iddia, “ayet” olarak gelseydi; Allah’a derdim ki: “Bizden aldığın “misak” a ters” (İbrahim Köç, Kelam’ın Doğuşu ve Amr b. Ubeyd. Ank. 2024. S .110).

Mu’tezile, “Sünnetullah” gereği, Küllî İradenin, Cüz’î iradeye bağlı olduğu bir Allah-İnsan ilişkisi geliştirmiştir. Bu, Kur’an’da: “in = eğer ve men = kim” tarzında işler. Örneğin: “Eğer, siz dönerseniz; biz de döneriz” (17/8), “Kim, Allah’tan çekinirse; ona ummadığı yerden bir kapı açarız” (65/2)… (İlhami Güler)

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE