AMELSİZ İMAN ANLAYIŞI: DÜNYEVILEŞME
Amelsİz İman Anlayışı: Dünyevileşme
Önemli
olan,
bir
adamın imanı hakkında neler söylediği değil,
aksine;
bu imanın o adamı ne yaptığı, ne hale getirdiğidir.
Roger
Daraudy
İman tasavvur, amel eylemdir.
Amel, pratik imandır.
İman teori, amel pratiktir.
İman ve ameli birbirinden ayırmak; imanın itikada, ubudiyet/amelin ibadete indirgenmesine sebep olmuştur.
İman-amel ilişkisi, İslam düşünce tarihinde ilk dönemden itibaren en çok tartışılan konular arasında yer alır. Konu, Emevi saltanatının egemenliğini meşru kılmaya çalıştığı zeminde gündeme ge(tiri)lmiştir.[1]
İman-amel ilişkisi hususunda Kur’an’ın konuya yaklaşımı ortaya konulurken iman ve amel köklerinin geçtiği belli pasajlardan yola çıkmak yerine, imanın dünyevi ve uhrevi gayesi esas alınmalıdır. Problem, uhrevi felah/fevzi azim ve uhrevi azap/hüsranın yanı sıra, ‘Allah’ın sevdiği, razı olduğu beraber olduğu, başarılı kıldığı’ kişiliklerle ‘sevmediği yüz üstü bıraktığı, saptırdığı, lanetlediği, gazap ettiği’ kişiliklerin tutum ve davranışları bağlamında incelenmelidir.[2]
Kur’an imanı tanımlayıp mümini buna göre tanımlamak yerine, mümini tanımlayıp imanı buna göre belirlemektedir.[3] Müminun suresinin ilk ayetleri buna delidir:
Mü'minler gerçekten felah bulmuştur; Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır; Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir; Onlar, zekata(arınmaya) ilişkin (söz ve görevlerini mutlaka) yerine getirenlerdir. Ve onlar ırzlarını koruyanlardır; Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda kınanmış değillerdir. Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir. (Yine) Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir. Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır.[4]
Peşinden gelen 10. ayet ise imanın dünyevi gaye ve hedefine işaret ederken; 11. ayet ise imanın uhrevi hedef ve gayesine işaret etmektedir.
İşte (yeryüzünün hakimiyetine) varis
olacak onlardır. (Muminun,10). Ki onlar Firdevs (cennetlerin)e de varis
olacaklardır; içinde de ebedi olarak kalacaklardır. (Muminun, 11).
Bakara suresinin ilk ayetlerinde müttakîlerin vasıfları açıklanırken, aynı zamanda nelere iman edilmesi gerektiği de topluca açıklanmaktadır. Felaha ermek/kurtulmak isteyen, gayba (Allah, ahiret) kesin iman edecek, namaz ve infak amelini yerine getirmeye başlayacaktır. Yani iman ve amel edilecek hususlar zikredilerek mümin tanımlanmaktadır. Kur’an, meseleye mümin, kâfir, münafık olarak bütüncül bakmaktadır.
İmanın tezahürü olmalıdır. O da ameldir. Güneşten ısı ve ışık, gülden koku ve güzellik ortaya çıktığı gibi, imandan da ameller ortaya çıkmalıdır. İman söz, fiil ve eylemlerle kendini ortaya koymalıdır.
İman, kalp toprağına tohum atmaktır. Ameller, yeşermesini ve canlılığını devam ettiren vasıtalardır. İmanın meyvesi takvadır, ihsan mertebesidir.
İmanın dört ana öğesi vardır: Marifet, tasdik, ikrar ve amel. Fırkalar iman meselesini incelerken bu dört unsuru ayrı ayrı olarak ele almışlardır. Meselenin sadece bir yönünü görmüşler. Yani, bu; insan gözdür, insan ayaktır, insan koldur diyenin durumu gibidir. Bu durumda resimle insanın farkı kalmaz. Çünkü bu uzuvlar resimde de vardır.
İmanın niteliği alimler tarafından çok tartışılmıştır: İman kalben tasdiktir. Yalnızca dille ikrardır. Kalple tasdik, dille ikrardır. Kalple tasdik, dille ikrar, gereğiyle ameldir. Tarifleri yapılmıştır. Sınır kabul etmeyen iman, tarifle sınırlandırılmıştır. Çünkü her tarif bir sınırlamadır.
Caferi Sadık “İman nedir, amel midir, yoksa amelsiz söz müdür? sorusuna “İman tümüyle ameldir, söz bu amelin bir parçasıdır.” şeklinde cevap vermiştir.[5]
Delillerin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüt eder.[6]
“İmansız İslamiyet (amel), kurtuluş sebebi olmadığı gibi; İslamiyetsiz (amelsiz) iman da kurtuluşa sebep olamaz.”[7]
Kur’an insanların imanları ile amelleri arasında hep bir bağ kurar. Bundan dolayı da Kur’an’da inanca davet ile o inancı davranışa dönüştürmeye çağıran ifadeler birlikte zikredilmektedir. Kur’an’da pek çok yerde imandan sonra salih amel kavramı geçmektedir.
(Ey Muhammed) iman edip salih amellerde bulunanları müjdele…[8]
İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır.[9]
İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekatı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.[10]
Sizin tümünüzün dönüşü O'nadır. Allah'ın va'di bir gerçektir. İman edip salih amellerde bulunanlara, adaletle karşılık vermek için yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O'dur. İnkâr edenler ise, küfürleri dolayısıyla, onlar için kaynar sudan bir içki ve acı bir azab vardır.[11]
İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da, Rableri onları imanları dolayısıyla altından ırmaklar akan, nimetlerle donatılmış cennetlere yöneltip-iletir (hidayet eder).[12]
İman edip salih amellerde bulunanlar ve 'Rablerine kalpleri tatmin bulmuş olarak bağlananlar', işte bunlar da cennetin halkıdırlar. Onda süresiz kalacaklardır.[13]
İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: 'Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler; halbuki onlar, mümin değillerdir.[14]
Allah'a ve Peygamber'e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüz çevirir, bunlar mümin değillerdir.[15]
İnsanlar, 'iman ettik' demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Halbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.[16] (29/Ankebut, 2-3).
İmansız amel kişinin yapmadığı işin karşılığını istemesi ve beklemesi demektir. Fabrikada çalışan bir işçinin sadece orada adının işçi olarak kayıtlı olmasına bağlı olarak hiçbir iş yapmadan maaş beklemesi ile bu durum arasında fark yoktur. Ama ne kadar beklese de işçi, doğal olarak maaş alamayacaktır.[17]
İslami düşünce tarihinde, insanların içerisine düştüğü temel sapmalardan biri de, Allah'ın beyan ettiği iman-amel bütünlüğünü parçalamak ve amelsiz bir imanın da makbul olacağı yanılgısına düşmek olmuştur. Bu yanılgıya düşülmesindeki temel sebep, Kur’an’dan ve Allah Rasulü’nün sünnetinden ayrılarak tarihteki siyasal erklerin dayattığı düşüncelere teslim olmaktır.
İman-Amel Ayrımının Ortaya Çıkışı
Hz. Peygamber'in ardından Ümeyyeoğullarının Mekke'nin fethi ile kaybettikleri siyasi hâkimiyetlerini yeniden kazanmak için ellerini sıvadıklarına tarihten şahidiz. Hz. Osman'ın şehadeti, Muaviye’nin meşru halifeye karşı gelişi ve Sıffin savaşı itikadi fırkaların teşekkülüne zemin hazırlamıştır. İlk olarak iman-amel bütünlüğü ve kader konuları tartışmaya başlandı. Her fırka düşüncesini Kur’an’a söyletmeye başladı.
Ümmetteki siyasal bölünmelerin genellikle Emevi iktidarına karşı cereyan etmesi, Emevi sultanlarında tedirginliğe sebep olur. Şia, halifeliğin Hz. Ali soyuna ait olduğunu iddia ederek, Kaderiyye, kişinin yaptıklarından sorumlu olacağını, Hariciler de halifenin seçimle olası gerektiği savunarak itikadi ve siyasi alanda Emevilere muhalefet etmeleri, Emevi yöneticilerini düşündürmeye başladı.
Ümmetin Harici, Kaderiyye, Cebriye vs. şeklinde parçalanıp, her grubun sadece kendisini Müslüman kabul etmesi diğer bazı çevreleri de rahatsız eder. Bu çevreler Emevi yöneticilerinden yana destek verip, muhalifleri susturmanın çarelerini ararlar. Bu grupta olanlar, Allah ve Resulüne imanın, kişiyi Müslüman yapacağı, günahın helal kabul edilmediği sürece kişinin imanına zarar vermeyeceği, sadece günahkâr olacağını savundular. Günah işleyenin, ise, cezalandırılacağı ve cezalandırılmış bir günahkârın bir önceki suçundan dolayı suçlanamayacağını, imanla ilgili konuların Allah’a havale edilmesi gerektiğini belirtiler. Bu inanç ve düşünceler, çoktandır korkulu rüyalar gören Emevi yöneticilerinin işine gelir. Kendilerini savunma imkânı bulmuş olurlar. Günahkâr olsalar, yanlış uygulamalara sahip olsalar bile ümmetin meşru(!) yöneticileri olduklarını bu nedenle kendilerine isyanın meşru olmayacağını halk arasında yaymaya başladılar. Bunun sonucunda Emevi yöneticilerinin destek ve kontrolünde Mürcie fırkası oluşur. Allah ve Resulüne inandığını söylediği sürece ne yaparsa yapsın yöneticiye isyanın meşru olmayacağı inancı Mürcie fırkası aracılığıyla İslam’ın esası gibi yaygınlaştırılır.[18] Hadiselerin arka planı bilinmediği takdirde, müminleri ümitsizliğe düşürmemek gibi çok masum bir düşünceymiş gibi görülebilir. Bu “dine karşı din”in savaşıdır.
Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Emeviler hakkında şöyle der:
Emevi devrinde din, çok farklı bir sosyal mana ifade ediyordu. Müslüman demek, gayri müslimlerin mahkûm olduğu cizyeden kurtulmak,[19] savaş ve yönetim ile sorumlu bulunmak anlamına geliyordu. Bu söylediklerimizle Emevilerin döneminde gerçek Müslüman bulunmadığını yahut herkesin zorla dinsizliğe sevk edildiğini anlatmak istemiyoruz. Temsilcilerinin çoğunluğu itibariyle hükümet ve idariciler takımı dinsizdi. Hükümetin bu dinsizliği, İslam ahlakına çok kötü tesirler yapmıştır. Hiç şüphesiz eğer Emevi Devleti uzun müddet devam etseydi, devletle beraber dinde yok olurdu.[20]
Cebriye ve Mürcie gibi fırkalar, Müslüman kanı dökmekte beis görmeyen Emevi iktidarını meşrulaştırmak için, iman-amel bağını koparan ve insan iradesini yok sayan anlayışlar geliştirdiler. Cebriyye, “İnsanın hayatı rüzgâr karşısındaki yaprağa benzer, kader onu nereye sürüklerse o ameli işler." şeklindeki yanlış kader anlayışını ortaya attı. Mürcie, "Kâfirlikle birlikte yapılan itaatin hiçbir faydası olmadığı gibi, imanla birlikte günah işlemenin de imana hiçbir zararı olmayacağı, amelsiz bir imanın da makbul olacağı" şeklindeki iman-amel bağını koparan anlayışları ortaya attı. İyiliği emr, kötülükten nehy ve cihad gibi temel İslami yükümlülükleri içermeyen "İslam'ın şartları" öğretisi, zalim sultana itaat anlayışı gibi sapmalar da sürecin üzerine atılan cila gibi oldu. Bu anlayışlar günümüze kadar gelen anlayışların kaynağı oldu. İslam dünyası, bu derin eksen kaymasının sıkıntılarını asırlardır çekmektedir.
Pekâlâ, bu eksen kaymalarından neden kurtulamıyoruz? İslam dünyasında eski çerçeveler asabiyetle korunduğu için yeni çözümler üretilemiyor. İslam dünyasında, hayatın hemen her safhasında kendisini duyuran gizli bir faşizm uygulaması var. (Mürcie, Eş’ari’lik, Maturidi’lik, gibi. H.Ö.). İslam dünyasında kültürel ve siyası mimarinin değiştirilebilmesi için öncelikle belli kişilere, gruplara, ailelere, kabilelere, topluluklara, ırklara, partilere göre yapılandırılan İslam anlayışları değiştirilmelidir.[21]
İslam dünyasında ölçüsüz bir biçimde sürdürülen geleneğe(gelenekçilik H.Ö.) bağlılık olgusu, siyasal ve toplumsal bilinç yetersizliği ve bunlara ek olarak, laik düşünce ve kültür yapılarının düşmanca baskıları nedeniyle özlü ve köklü yönelişlere gidilememiştir. Müslüman yığınlar, İslam gerçeğini araştırarak, yorumlayarak, düşünerek, seçerek değil, taklit ederek koruyorlar. İslam dünyası bugün, çağdaş bir siyasal sistemin oluşumuna katkıda bulunması mümkün olmayan katı bir muhafazakârlığı yaşatmaya çalışıyor. Modern batıyı temsil eden siyasal irade, bu muhafazakârlığa içtenlikle ilgi duyuyor ve İslam dünyasını bu tür bir muhafazakârlıkla bütünleştirmeye çalışıyor.[22]
İman-amel ayrımı köleliği(zihni ve bedeni) yeniden inşa projesidir. Çünkü ayırmak küçültmek demektir. Küçüleni yönetmek ise daha kolaydır.
Ameli imanın ayrılmaz bir cüzü (parçası) olarak gören Haricilere göre, büyük günah işleyen kimse kâfir ve cehennemliktir. Biraz daha yumuşak olmakla beraber, Mutezile de Haricilerle hemen hemen aynı görüşü paylaşmaktadır. Bu tartışmaların yapıldığı sıralarda yeni bir görüş ortaya atıldı. İyi amelin kâfire fayda vermeyeceği gibi, günahın da mü'mine zarar vermeyeceğini savunan bu görüşe göre, mürtekib-i kebîrenin durumunu Allah'a havale etmek (irca etmek) en doğru yoldur. Mürtekib-i kebîre hakkındaki son kararı Allah'a ve âhiret gününe bırakan bu gruba, "tehir edenler, erteleyenler" anlamında "Mürcie" denmiştir.[23]
Mürcienin bütün kolları, iman-amel ilişkisinde hemen hemen aynı görüşte birleşmişlerdir. Onlar imanla amel arasını kesin hatlarla ayırıp kötü fiilin imana zarar vermeyeceğini; çünkü imanın sadece bilgi, sevgi ve saireden ibaret olduğunu iddia etmişlerdir. "Bu mantıksız ve bozuk sözler ortasında bu mezhebe bağlı kimselerden bir kısmının, imanın hakikatlerini ve taat amellerini küçümsediği, bazılarının da faziletlerini basitleştirdiği görülmektedir. Zaten her bozguncu kimse, bu yolu kendisine mezhep olarak seçmiştir. O kadar ki, bu mezhep içindeki bozguncuların sayısı arttıkça artmış ve onlar da bu mezhebi günahlarına bir vesile, bozgunculuklarına bir sebep ve kötü niyetlerine de bir kolaylık vasıtası saymışlardır.[24]
Kur'an önceki ümmetlerin, peygamberlerinin ardından vahyin ölçülerinden gittikçe uzaklaşıp farklı kaynaklara yönelmek, ardından da bu süreçte oluşturulan atalar dinine körü körüne bağlanmak suretiyle nasıl saptıklarını bildirmektedir.
Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun ki, aralarında hüküm vermesi için Allah'ın Kitabı'na çağrılıyorlar da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyor. Bunun sebebi, onların, 'Bize, ateş sadece sayılı günlerde dokunacaktır.' demeleridir. Uydurageldikleri şeyler, dinleri konusunda kendilerini aldatmıştır.[25] Ayette ifade edildiği gibi, "indirilen din"in ilke ve ölçülerine tabi olmak yerine, "uydurulmuş din"e tabi oldular.
Kitap Ehli'nin içerisine düştüğü bu duruma, tarihsel süreçte İslam ümmeti de düşmüştür.
Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın katında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır."[26]
Bu ayetin inişine sebep olan olay şudur.
Dünyevileşme öyle bir hastalıktır ki, Hz. Peygamber içlerinde iken sahabeler arasında da baş gösterdi: Şam'dan yola çıkan bir ticaret kervanı Medine'ye girdiğinde Medineliler âdetleri olduğu üzere kervanı tefler ve zillerle karşıladılar. Peygamberimiz tam o esnada mescide Cum'a hutbesi veriyordu. 12 erkek ve bir miktar kadın dışında bütün cemaat Rasulullahın hutbesini terkedip kervana koştular. Peygamberimiz, bu duruma çok hiddetlendi ve buyurdu ki: "Eğer mescitte kimse kalmasaydı şu vadiyi ateş seli kaplardı.”[27]
Kur’an Müslümanların bu tavrıyla İsrailoğullarının tavırları arasındaki benzerliğe Cuma suresinde işaret buyurmaktadır. Surenin Yahudilerden söz eden birinci bölümüyle Cuma’dan ve Cuma hutbesinden Rasulullah’ı ayakta bırakıp kervana koşanlardan bahseden ikinci bölümü arsında ilişki kurulmaktadır.[28]
Değişen sadece insanların koştukları şey! Bugün insanlar, tüketim mabetleri olan AVM’lere, spor turnuvalarına, müzik konserlerine, show programlarına koşuyorlar. Refah/varlık, Hz. Ömer’e“”Zorlukla ve kıtlıkla denendik, sabredebildik; bolluk ve refahla denendik, sabredemedik.”” dedirtebiliyor. Muaviye'nin yaptırdığı sarayı nasıl bulduğu sorulan Ebu Zerr'in cevabı müthiştir, diyor ki: -Bu sarayı kendi paranla yaptırdıysan müsrifsin, beyt-ülmâl'in parasıyla yaptırdıysan hırsız! Sakın zaman değişti demeyin. Ne demek istediğimize, maksada bakınız. İçinizden “Müslüman her şeyin en iyisine layıktır.” itirazını yükseltmeyin. İçinizden, “Ne yani Müslüman kalitesizi kullanmaya mecbur mu?” diye geçebilir. Bizim kastımız, her türlü lüks ve israfın mubah hale getirilmesinin yanlışlığını ifade etmektir. Her amelin ifrat, tefrit ve vasat ölçüsü vardır. Kur’an İsra 29. ayetiyle harcamanın ifrat ve tefrit mertebesini şöyle beyan eder: “Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.” Kur’an dengeye çağırır: Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur.[29]
Geçmiş ümmetleri ve Muhammed (as) ümmetini dinleri konusunda laubali ve duyarsız kılan temel etken, iman-amel bütünlüğünü parçalayıp, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar, ahirette peygamber ve şeyhlerinin şefaatiyle kurtulacaklarına inanmış olmalarıdır. Bu anlayış onları Allah'ın dinini ciddiye almaktan alıkoymuş, laubaliliğe ve dini hayattan ve hayatlarından uzaklaştırmaya götürmüştür.
İman, yerleşik anlayışa göre; amelden bağımsız bir mefhumdur, gerekleri yerine getirilmeden de geçerlidir. Bu anlayışa göre, bir insanın Müslüman olabilmesi için İslam'a imanı (inanması) yeterlidir. İslam'ın hiçbir şartını yerine getirmese ve İslam'ın yasakladığı bütün fiilleri işlese dahi, o insan İslam dairesinden çıkmamaktadır. Oysa, Kur'an bu anlayışın karşısındadır.
Kur'an, iman ve ameli etle kemik gibi birbirinden ayrılmaz ve birbirini tamamlayan mefhumlar olarak ifade eder. İmansız bir ameli nasıl makbul görmüyorsa, amelsiz bir imanı da aynı şekilde makbul görmez.
Kur'an'a göre, kurtuluş yolu, iman ve salih amel bütünlüğünde İslam'ı pratize etmektir. Kur'an, yalnızca iman etmenin insanları kurtarmaya yetmeyeceğini pek çok ayetinde açık bir şekilde dile getirmektedir:
İnsanlar 'iman ettik' demekle, sınanmadan bırakacaklarını mı sandılar?[30]
Andolsun, sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz, sabredenleri müjdele.[31]
İman ve amelin iki ayrı cüz oluşundan hareketle, amel olmadan da imanın makbul olacağının öne sürüldüğü anlayış, delilsiz bir anlayıştır. İman ve amelin iki ayrı mefhum olması, ilgilerinin olmadığı anlamına gelmez. Unutmamak gerekir ki, etle kemik de iki ayrı mefhumdur. Fakat foksiyonel açıdan bunları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. İman ve amel de birbirlerinin mütemmimidir/ tamamlayıcısıdır. Biri olmadan diğeri işlevselliğini yitirir.
Kur’an, imanın gereği olan ameli de, “iman” kelimesiyle isimlendirir. Bu isimlendirmede “namaz” “iman” olarak isimlendirilmiştir. Bu şekilde kıblenin (Kudüs’ten Kabe’ye) çevrilmesi, Allah’tan yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı (nazmınızı) asla zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara (her şeye rağmen) şefkatli ve merhametlidir.[32]
Ayetin, kıble olarak Kudüs’ten Kabe’ye yönelmeyi emreden ayet geldikten sonra, bazı Müslümanların, kıble değişikliğinden önce ölmüş olanların kılmış oldukları namazların durumunun ne olacağını sormaları üzerine indiği belirtilmektedir.[33]
Kur’an; müminlerin, münafıkların, müşriklerin, fasıkların vasfedildiği ayetler de teori ve pratiğin (iman ve amel) iç içeliği, parçalanamazlığı, ayrılamazlığı hususuna, şu ayetlerde olduğu gibi vurgu yapar:
Mü'minler ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlü’ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.[34]
Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.[35]
Onlar (o fasıklar) ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar, Allah'ın, birleştirmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte ziyana uğrayanlar onlardır.[36]
Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir. Kötülüğü emrederler, iyilikten meneder ve ellerini sıkı tutarlar. Allah'ı unuttular, O da onları unuttu. Münafıklar; işte yoldan çıkanlar onlardır.[37]
Kur’an’ın teori ve pratiği (iman ile ameli) birbirinden hiçbir zaman ayırmadığı, bir bütün olarak değerlendirdiği izaha ihtiyaç duyulmayacak kadar açıktır.
İlkel Laisizm: Mürcie
Ümeyye oğulları’nın ümmetin içine
attıkları nifak tohumlarını kurumsallaştıran Mürcie’nin İslami düşüncedeki
hangi eksen kaymalarına sebep olduğunu Mustafa İSLAMOĞLU’ndan okuyalım.
Mürcie inancını ve bunun fiili
sonuçlarını maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz:
1. Ameli hiçbir şekilde hesaba dâhil etmeyerek
dini vicdanlara hapsetmek. Bu manada ilkel bir laisizmi de bünyesinde
barındıran Mürcie’nin amacı, imanı sadece ikrar sayarak bir hayat nizamı olan
İslam’ı en hassas yerinden vurmak.
2. Siyasi mezhepleşme: Bizansta
yürürlükte olan devletin dine müdahale geleneğinin İslam’da da başlamasına
sebep olarak bir “devlet dini”nin ortaya çıkmasına öncülük etmek.
3. Emri bil maruf nehyi anil münker
gibi bir farizayı fitne olarak niteleyip dinin temellerini sarsmak ve toplum
eliyle yöneticilerin kontrol edilmesi anlamına gelen bu kurumu iptal etmek.
4. Özellikle hacc, cihad, zekât, namaz
(Cuma ve bayram namazları) gibi ibadetleri asrı saadetteki fonksiyonlarından
uzaklaştırarak İslam’ı siyaseti ibadet, ibadeti siyaset olan bir din olmaktan
çıkarıp yalnız “ibadi” hale sokmak.
5. Fitne, gıybet, sabır, zulüm, nifak, şükür gibi kavramları Kur’ani manalarından saptırarak te’vil ve tahrif etmek. Bu kavramları maksadının dışında, bazen tam hılafına kullanarak dini anlayışı kökten değiştirmek ve ortaya tamamen sulandırılmış ve kontrol altına alınmış bir din anlayışı çıkarmak.[39]
Roger Garauddy, Yaşayan İslam, isimli eserinde İslamın üç çöküşünden bahsederken birinci çöküşün Emevilerle başladığını şöyle anlatır:
İslamın ilk çöküşü Emevilerle başlar. İlk halifelerin zühdüne karşı (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi) Medine toplumunun esprisinden tamamen kopmuş fakat mutlak siyasi güç ve mülkiyetten kaynaklanan bütün bozulmalarla Bizans İmparatorluğunun zenginliğini ve despotizmini taklit eden depdebeli ve kokuşmuş bir monarşi yaratılır.[40] Emevi saltanatı işte bütün bunları kendi kurdurduğu Mürcie fırkasıyla gerçekleştirmiştir.
Amelsiz İman Anlayışı: Dünyevileşme
Müslümanların zihin dünyalarındaki en büyük sapma amelin imanla irtibatının koparılması, Müslüman olmanın temel gereğinin sadece imana indirgenmesidir. Bu durum sadece bir indirgeme ile kalmıyor. Dünyevileşmeyi doğuruyor. Dünyayı hayatın merkezine koymayı doğuruyor.
Dünyevileşme; her şeyden önce zihniyet alanındaki değişmedir. Dünyevileşme; dinin ahlaktan, ticari ve sosyal yaşayıştan, eğitimden, hukuktan, siyasetten kısacası bütün hayattan uzaklaştırılması, öneminin azaltılması, insanın vahyin yörüngesinden çıkıp dünyanın çekim alanına girmesidir. Dünyevileşme, Müslümanlar için kanser gibi tehlikeli bir hastalıktır. Dünyevileşme hastalığının en önemli sebebi imanda zayıflık ve zafiyettir. Dinde laubalileşme, lakaytlık, ibadetleri geçiştirme, emir ve nehiylerde vurdumduymazlık, amelsizlik, vs. dünyevileşmenin dışa vurumudur.
Bu yozlaşma ve dünyevileşme sürecinde Müslümanlar, akli ve kalbi melekelerini kaybettiler. Topluma örneklik edecek üsve-i haseneler/ iyi modeller üretmediler. Özne olamayıp, nesneliğe mahkûm oldular. İbn Haldun, toplumların yıkılışını fetih, ganimet, konformizm, rehavet ve çöküş olarak açıklar. Kur’an’da helak olan toplumların hepsinin ortak özelliği varlıklı olmalarıdır. Bugünkü Müslüman toplumlar yokluktan değil, varlıktan, refahtan, israftan, taklitten bu sapma içerisindeler. Marka, moda ve reklam gibi kavramlar, insanı tüketime yöneltti ve ticaret tüketime yönelik kâr odaklı hale geldi. Bu dinin ticarileştirilmesini de beraberinde getirdi. Böylece dinsellik artarken dindarlık dibe çöktü. Bu yozlaşma burada kalmadı. Tatil anlayışları, tüketim alışkanlıkları, marka düşkünlükleri, tesettür defileleri zehirleyen müzik alışkanlıkları ve flörte varıncaya kadar kanser hücresi gibi her tarafa sirayet etti.
Böylece dünyevileşmiş bir tip ortaya çıktı. Bu tipin dini, makam-mülk-münker kısaca 3M oldu.
Dünyevileşme/sekülerleşme, dinin toplumda otoritesini yitirmesidir. Dünyevileşme bir dünya görüşü, bir paradigma değişimidir. Dünyevileşmiş bir zihin, yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan her biri Allah’ın rahmetine, inayetine işaret eden ayetleri (varlıkları) doğal şeyler olarak algılar. Kur’an bu zihin yapısını değiştirmek için dünyadaki fiziksel olay ve nesnelerin, Allah’ın nimeti, rahmeti, ayeti olduğuna dikkat çeker: Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. (Yusuf, 105). Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor. (Enbiya, 32-33). Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu? Yere; nasıl yayılıp-döşendi? (Gaşiye, 17-20).
Dünyevileşmek Allah ve ahiret konusunda derin bir bilgiye ve imana sahip olmamanın sonucudur.
Dünyevileşme, bizatihi Allah’ı tanımama, O’na karşı istiğna, tekebbür, O’nu unutma, nimetlerini ve ayetlerini görmezlikten gelme, yani nankörlük olarak, ahlaksızlıktır. Birçok ahlaksızlığın da nedenidir.[41]
Hz. Peygamber ve ilk dört halife döneminde dünya ahiret dengesi korunmuştur. Emeviler’in iktidara gelmesiyle, başta yönetici sülale bu dengeyi bozmaya başladı.
Özal’la başlayan ve günümüze kadar devam eden süreçte Müslümanlar büyük maddi imkânlar ile karşılaştılar ve bunun sonucunda yeni bir zümre ortaya çıktı. Bu yeni zümrenin adını sen koy. Ben diyeyim yeşil sosyete sen de Müslüman sosyete. İmkânları artan, statüsü değişen bu yeni zümre, kendisini hep öteki üzerinden tanımladı. Köklerine uygun bir şey ortaya koyamadı. Cafeler, ikindi çayları, plajlar, beş yıldızlı düğünler, tesettür defileleri bilmem daha neler. Hatta siyasi erk dahi oldu(ruldu)lar, ama muktedir olamadılar. Özetle 3M’nin kölesi oldular. 3M Müslümanları esir alınca dini düşüncedeki parametreler değişti ve dünyevileşme dini düşüncede temel kırılmaları sonuç verdi. İşte onlar:
Dünyevileşmenin Sonuçları
1-Hakikatın ölçüsü Allah iken, bu konuma insan getirildi.
2-Akıl, dünyayı elde etmeye çalışan zekâya indirgendi.
3-Allah-İnsan-Evren arasındaki bağ koparılarak, insanın anlam arayışının önüne sahte özgürlükler serildi.
4-Otoritesi yit(irtil)en din hayattan çıkarıldı. İdeolojiler, siyaset, sanat, müzik, spor, putlaştırmalar (cemaat ve siyasi liderler) dinleştirildi.
5-Hayatın amacı haza indirgendi. Dünya ahiret dengesi, dünya lehine bozuldu.
6-İnsan, emanetçisi olduğu varlığa sahiplenmeye kalktı. Dünya üzerindeki açlık ve sefalet bunun resmidir. Mülk (varlık/yönetim) Allah’tan alınıp insana verildi.
İman Artar ve Eksilir
İmanı, benliğin onayladığı ve bağlandığı bir durum olarak kabul ettiğimizde, bu bağlılığın güçlenmesi ve zayıflaması yönünde bir artış ve eksilmesi elbette mümkündür. Münafık karakterli kimselerde imanın azaldığı ve küfre yaklaştığı görülür. Gerçek mü'minlerde ise imanın artışı ve bağlılığın güçlenmesi, olgunlaşması göze çarpar. Kur'an'da bunu açıkça görebiliriz:
"Bir sûre indirildiği zaman, münafıklar arasında 'bu sûre, hanginizin imanını artırdı?' diyenler vardır. İşte o sûre iman edenlerin imanını artırmıştır ve bunu birbirlerine müjdelerler."[42]
“Allah onların hidâyetini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.” [43]
"Allah, onları küfürleri dolayısıyla lanetlemiştir. Bu sebeple çok az inanırlar."[44]
"İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü'minlerin kalplerine sekînet (güven) indiren O'dur."[45]
Onlara bazı kimseler: İnsanlar sizinle savaşmak için toplandı; onlardan korkun! dediklerin de bu onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diye karşılık verdiler.[46]
Müminler ancak, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperen, ayetleri kendilerine okununca imanları artan ve Rablerine tevekkül eden kimselerdir.[47]
Müminler, orduları görünce: Bu, Allah’ın ve elçisinin bize vaat ettiğidir. Allah ve elçisi doğru söyledi, dediler. Onların sadece imanını ve teslimiyetini artırdı.[48]
Ayetler imanın sadece kalbin bir fiili olduğunu söylemiyor. Aksine imanı, tevhidin ikamesi için gerekli olan bütün eylemler olarak tanımlıyor. Yani iman; tevhidi bir varoluştur.
Kur’an iman artar ve eksilir derken akaid kitapları iman artmaz ve eksilmez demektedirler.
“Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin imanını artırsın.” (Müddessir, 31)
İman artığı gibi, küfür ve münafıkların hastalıkları da artar. Yukarıdaki Müddessir, 31. ayeti ve Bakara, 10. ayeti buna delildir.
Onların (münafıkların) kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artırmıştır. Onlara, yalan söylemelerinden dolayı acı veren bir azap vardır.(Bakara, 10)
İslamı, vahiyden/Kur’an’dan almak
yerine, geçmiş siyasi erklerin, saltanatların bıraktıkları yorum/kültür/mirastan
almak; Müslümanları bugünkü zillet konuma düşürmüştür. İtikat, ibadet ve
siyaset felsefesi Kur’an’dan alınan ilke, ölçü ve ilhamlarla geliştirilmelidir.
Günümüzde Müslümanlar iki ana eğilime sahipler. Birincisi, geçmişte İslam adına
ne varsa onları mutlak doğrular olarak kabul ediyorlar. İkincisi, geçmişe dair
ne varsa hepsini yok sayıyor. Gelenekçiler geçmiş mirası kutsayıp dinleştirirken,
yeniler köksüzlüğü savunuyorlar. Bilinmeli ki geleneği olmayanın geleceği
olmaz. İslami sağlıklı bir yapılanma için; mümeyyiz akıl, geçmişi ve bugünü
vahyin ışığında sorgulayabilmelidir. Geçmiş kültür mirası yeniden
yorumlanmadığı ve günümüze cevap veremediği için Müslümanlar bütün dünyada
edilgen/nesne durumundadır. Her konuda bir ufuksuzluk hüküm sürüyor. Müslümanlar
bugün de yerleştirilmeye çalışılan resmi dinî görüşlerin farkına varmalı ve
kendileri Kur’an’dan yeni bir paradigma kurgulamalıdır. İslam, bütün halkı
Müslüman olan ülkelerde statükoyu koruma aracı olarak kullanılıyor. İslamın ne sadece
dünyaya bakan yüzü, ne de sadece ahirete bakan yüzü bayraklaştırılmamalıdır. Bu
iman ile ameli ayırmak gibi tehlikelidir. Dünyaya bakan yüzü bayraklaştırıldığında
kapitalizm, ahiret bakan yüzü bayraklaştırıldığında ise tarikat/tasavvuf/mistiszim/dünyayı
terk ortaya çıkıyor. Tasavvuf dünyaya karışmıyor, kapitalizm/saltanat/diktatörlük
işine dini karıştırmıyor. Böylece birinden Muaviyeler ve Yezidler, diğerinden Mürcieler zuhur ediyor.
[1] Fazlurrahman, İslam, 119-122
[2] Murat SÜLÜN, Kur’an-ı Keri
Açısından İman-Amel İlişkisi, s.420
[3] Murat SÜLÜN, Kur’an-ı Keri
Açısından İman-Amel İlişkisi, s.304
[4] Mu’minun, 1-9
[5] Kuleyni, Usul-i Kafi, III;
HN: 1513
[6] Said Nursi, İşaratul
İ’caz, s. 45
[7] Said Nursi, Mektubat, s.
38
[8] Bakara, 25
[9] Bakara, 82
[10] Bakara, 277
[11] Yunus, 4
[12] Yunus, 9
[13] Hud, 23
[14] Bakara, 8
[15] Nur, 47
[16] Ankebut, 2-3
[17] Süleyman KARACELİL, Büyük
Tehlike: Dünyevileşme, s. 49
[18]
Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, 153-157; Toshihiko İZUTSU,
İslam Düşüncesinde İman Kavramı, 118-128 ; Taftazani, Kelam İlminin Belli Başlı
Meseleri, 50
[19] Emeviler, cizye almak
için insanların Müslüman olmalarını kabul etmiyorlardı.
[20] Şehbenderzade Filibeli
Ahmet Hilmi, İslam Tarihi, s. 356-357
[21] Atasoy MÜFTÜOĞLU,
Göklerin ve Yerin Dili, s.67-68
[22] Atasoy MÜFTÜOĞLU,
Göklerin ve Yerin Dili, s.69
[23] Şehristânî, el-Milel
ve'n-Nihal, I/139).
[24]
M.Ebu Zehra, , İslam'da Siyasî ve İtikadî Mezhepler
Tarihi, s. 170
[25] Al-i İmran, 23-24
[26] Cuma, 11
[27] Buhari, Tefsir, 63,
Müslim, Cuma, 37
[28] Mustafa İSLAMOĞLU,
Yahudileşme temayülü, s. 223
[29] Furkan, 67
[30] Ankebut, 2
[31] Bakara, 155
[32] Bakara, 143
[33] Buhari, Salat 399;
Tirmizi, 2964; Ebu Davud, 4680, Mustafa İSLAMOĞLU, İman, s.266
[34] Hucurat, 15
[35] Enfal, 2
[36] Bakara, 27
[37] Tevbe, 67
[38] Mustafa İSLAMOĞLU, İman,
s. 267
[39] Mustafa İSLAMOĞLU,
İmamlar ve Sultanlar, s.148-149
[40] Roger GARAUDY, Yaşayan
İslam, s.65
[41] İlhami GÜLER, Politik
Teoloji Yazıları, 19
[42] Tevbe, 124
[43] Muhammed, 17
[44] Nisa, 46
[45] Fetih, 4
[46] Ali İmran, 173
[47] Enfal, 2
[48] Ahzab, 22
Yorumlar
Yorum Gönder