DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK
DEĞİŞEN
BİR ŞEY YOK
Müslümanlar
gelenekçisinden yenilikçisine kadar hem geçmişteki ecdada atfedilen ihtişamın
baskısı altında hem de Batı’nın çok yönlü meydan okuması karşısında ezilerek
artık kayda değer bir şeyler yapabileceğine inanmaktan vazgeçip zamanın akışına
teslim olmayı kendilerine hayat felsefesi yaptılar.
İslam
tarihinin ilk asırlarına gidildiğinde, Ehl-i Hadis zihniyetinin de benzer bir
İslam anlayışına sahip olduğu ve bu anlayışın sonraki asırlarda, özellikle kaos
ve derin kriz zamanlarında Selefîlik adıyla ortaya çıkan az çok farklı
versiyonlarına da sirayet ettiği söylenebilir. Ehl-i Hadis ve Selefîliğin,
“Gerçek İslam yolun başındaki İslam’dır ve bu da haber, eser ve selefe
ittibadan ibarettir” şeklindeki din anlayışı ilk planda saf, som, katkısız
İslam’a dönme arzusu gibi algılandığından pek çok Müslümana cazip görünse de,
aslında bu söylemin arka planındaki zihniyet, “Yerli malı Arabın malı, herkes
onu kullanmalı” zihniyetidir. Bu zihniyetin İslam tarihindeki ilk sivil
temsilcisi Ehl-i Hadis, ilk resmî temsilcisi ise Emevi yönetimidir.[1]
Hanefiyye,
Mâtüridiyyye ve Mu’tezile ekolleri “Ehl-i Re’y” çatısı altında birleşir. Ehl-i
Re’y tabiri dar anlamda hicrî II. yüzyılda ortaya çıkan Kûfe-Irak merkezli
fıkıh ekolünü, geniş anlamda ise dinî metinleri ve hükümleri anlama/yorumlamada
akıl, ictihad ve te’vile önem atfeden yaklaşımı ifade eder. Ehl-i Re’yin
muhalif ve muarızı konumundaki Ehl-i Hadis ise “Din haber (nass), eser
(rivayet) ve selefi taklitten ibarettir. İslam dini kemale ermiş, dinî alanda
söylenecek her şey söylenmiştir. Dinde akıl, re’y, ictihad ve te’vile alan açıp
yetki tanımak caiz değildir” şeklinde özetlenebilecek bir muhafazakâr anlayışı
temsil eder.[2]
Kur’an
ve Hadis metinlerini mutlaklaştırıp/dondurup onlardan aklı, idraki, hikmeti,
gerekçeyi, illeti, vicdanı, izanı, maslahatı, zaruratı dışlayıp, bu
metinlerdeki hükümleri, bir kere ve bütün zamanlar için, herkese vazedilmiş
olarak donduranlar. Kur’an ve hadis ile birlikte ulemayı, şeyhleri, evliyayı,
mehdileri, gavsları, kutupları, ricalu’l-gaybı, evtadı, abdalı, babayı, dedeyi
putlaştıranlar.
İslam
toplumunun ilk yüz yılda yaşamış olduğu iç savaştan sonra Hâricîlik, Şiîlik ve
Sünnîlik olmak üzere üç Teolojik-Politik “mezhebe” bölünmüştür. Bunlardan
Hâricîlik, zamanla marjinalize olmuş; Şiîlik, Yemen mitolojisi ve İran
antropolojisi ile karışık olarak oluşmuş, uzun süre muhalefette kalarak
varlığını sürdürmüş; Sünnîlik ise, Arap kültürü kökenli olarak İslam
toplumlarının ana gövdesini oluşturmuştur.
Eş’arîlik
tarafından teorize edilen “Kader” teolojisi, müslüman bireylerin iradesini felç
etmiştir: “Her şeyde bir hayır vardır” ve “Hayır da şer de Allah’tandır”,
Allah’tan başka fail-yaratıcı yoktur.”… akide ilkeleri, bu gerçeği ifade eder.
Kur’an’ın “Şura” ve “Ehliyet”e dayanan politik tavsiyesi göz ardı edilerek,
benimsenen Saltanat rejimleri, halkları sürüleştirmiştir.
Tasavvuf
3. yüzyıldan itibaren iç (siyaset) ve dış (mitolojiler) kaynaklardan
etkilenerek gelişmesi ve Sünniliğe eklemlenmesinin, İslam toplumlarında
yaratıcı düşünmenin ve özgür iradenin çökmesinde önemli bir etkendir. Bu durum Müslüman
bireyin dünya hayatı ile olan bağını zayıflatmış, mü’minlerin yönünü dünyadan
Allah’a ve Ahiret’e döndürmüş (oysa Müslüman iki dünyalıdır); akıl ve mantıktan
kopararak, “Bâtın” denen “İrrasyonalizme/akıl dışı öğretilere” kitlemiş; ve
“Tarikat” denen örgütlenme tarzı ile de onları, şeyhlerin elinde cenazeye
çevirmiştir.
Düşünce,
duygu ve davranıştan oluşan Kur’an’daki dini akt, kör dövüşünün sonucu olarak; Kelamcılarda kuru akılcılığı,
hadisçilerde kör taklitçiliği, fıkıhçılarda ahlaktan kopan (Hile-i şeriyye gibi)
kılı kırk yaran şekilciliğe ve tasavvufta/tarikatta duygularda boğulmaya (aşk,
fena, hulul) dönüşmesi ile gerçekleşmiştir.
Türkiye’de
son zamanlarda genç kuşak arasında “Deizm”in sempati ile karşılanması
Sünnîliğin din dilinin yeni kuşaklarda fazla mantıki bulunmadığı anlamına
gelir.
Kamusal
otoritesi özel kişilerce suistimal edilebilecek iki tane otorite vardır: Allah
ve devlet. Allah’ın otoritesini, O’nu veya dinini “temsil” iddiasında bulunan
“din adamları” istismar eder. Devletin otoritesini ise onu temsil eden
siyasetçiler ve bürokratlar istismar eder.
Günümüzde
ahlaki bilginin yerine propaganda yoluyla elde edilen bilgi (demokrasi şehidi,
hile-i şeriyye, hulle gibi) ikame edilmeye çalışıldığı için, yeni mitler icat
etmek suretiyle, İslâmî dikkatimiz gerçekliklerden çok farklı yönlere kaydırılıyor.
Bu nedenle de ahlaki, kültürel, dini sağlığını yitirmiş, bir toplumda
yaşıyoruz. Bu tür sorunlarımız yokmuş gibi yalnızca ekonomik ve teknik
gelişmelerle, düzenlemelerle ilgileniyoruz. Bu düzenlemeler bilinç adalet ve
ahlak temeli üzerinde olursa toplumu ileri götürür. Sorgulamaya kapalı gelenekler, görenekler ve
alışkanlıklar sebebiyle bağımsız entelektüel kadrolara sahip olmadığımız için
her tür statükoya sorunsuz bir biçimde uyum sağlıyoruz.
Günümüzün
Müslüman toplumları, ülkeleri, kurum ve kuruluşları, gurup ve cemaatleri,
kanaat önderleri; İslam’ın değil, küresel organizasyonun önerdiği yol
haritasına uygun hale getirilen İslam tasavvurunu rehber ediniyorlar. İslam’ın
ortaya koyduklarının yerine onların felsefesi, önerileri, söylemleri, projeleri
ile sorunlarını çözmeye çalışıyorlar.
Egemen
Sünni ve Şii dinsel söylemler/mezhepler Kur’an’ın diriltici iman ve salih amel
öz ve ekseninden epeyce uzaklaşmış tarihsel, yorumsal, kurumlaşmış ve en
önemlisi de ölüp akide hâline gelmiş tarihsel gövdeleridir.
Öncülerinin
ahlâkını bozan artçıların peygamber tasavvuru Kur’an ile taban tabana zıt bir
peygamber tasavvurudur. Kur’an Hz. Peygamber konusunda muhataplarını “makule”
çağırırken, bozuk tasavvur “mahsusa” çağırmaktadır. Kur’an Hz. Peygamberi
“insan” olarak tanıtırken, bozuk tasavvur onu “insanüstü” olarak tanıtmaktadır.
Kur’an Hz. Peygamber’i “yaşayan bir model” olarak sunarken, bozuk tasavvur onu
“erişilemez bir mit” ve “akıl almaz bir efsane” olarak kurgulamaktadır. Bu
yaklaşımın en uç noktası “Nûr-ı Muhammedi” adlı, Efendimizi yaşayan bir model
olmaktan çıkarıp arş-ı âlâya ışınlayan tezdir. Bu tezin Eski Mısır
Hermetizm’inden birebir kopyalanmış olduğunu söylemeye hacet yoktur.[3]
Uydurma
hadisler İslam’a ve ahlaka aykırı pek çok inanç, düşünce ve uygulamayı
meşrulaştırma aracı olarak İslam’ın ilk asırlarından beri daima
kullanılagelmiştir. Uydurulmuş olan rivayetlerin günümüzde bol bol piyasaya
sürülüp tedavüle sokulduğu herkesin malumudur. Özellikle vaaz, tasavvuf,
tarikat ve halk İslamına dair eserlerde bu tür rivayetler en yoğun olarak
kullanılmaktadır. Pek çok uydurma rivayet halkın Müslümanlık anlayışında Kur’an’dan
daha belirleyicidir.
Şefaat
inancı, Kur’an’da açık bir inanç meselesi olarak vazedilmemiştir. İniş sırasına
göre en baştan sonuna kadar müşriklerin şefaat inancını reddetmektedir. Bu
inanç, bazı ayetlerin parçacı ve zorlama tevillere tabi tutulmasıyla, sıhhati
tartışmalı ve iman konusunda delil teşkil etmesi mümkün olmayan hadis
rivayetlerine dayanmaktadır. Bu dünya hayatında ahlak dışı bir tavır olan ve
halk diliyle “torpil” tabir edilen bir anlayışın, öte dünyaya aktarılmasından
hiçbir rahatsızlık duymamaları, Müslümanların ahlak alanında yedikleri ilk
darbelerden olmuştur. Bu darbenin etkileri güçlü biçimde bugün de hala devam
etmektedir.
İslamı, vahiyden/Kur’an’dan almak yerine, geçmiş siyasi erklerin, saltanatların bıraktıkları yorum/kültür/mirastan almak; Müslümanları bugünkü zillet konuma düşürmüştür. İtikat, ibadet ve siyaset felsefesi Kur’an’dan alınan ilke, ölçü ve ilhamlarla geliştirilmelidir. Günümüzde Müslümanlar iki ana eğilime sahipler.
Birincisi, geçmişte İslam adına ne varsa onları mutlak doğrular olarak kabul ediyorlar.
İkincisi, geçmişe dair ne varsa hepsini yok sayıyor.
Gelenekçiler geçmiş mirası kutsayıp dinleştirirken, yeniler köksüzlüğü
savunuyorlar. Bilinmeli ki geleneği olmayanın geleceği olmaz. İslami sağlıklı
bir yapılanma için; mümeyyiz akıl, geçmişi ve bugünü vahyin ışığında
sorgulayabilmelidir. Geçmiş kültür mirası yeniden yorumlanmadığı ve günümüze
cevap veremediği için Müslümanlar bütün dünyada edilgen/nesne durumundadır. Her
konuda bir ufuksuzluk hüküm sürüyor. Müslümanlar bugün de yerleştirilmeye
çalışılan resmi dinî görüşlerin farkına varmalı ve kendileri Kur’an’dan yeni
bir paradigma kurgulamalıdır. İslam, bütün halkı Müslüman olan ülkelerde
statükoyu koruma aracı olarak kullanılıyor. İslamın ne sadece dünyaya bakan
yüzü, ne de sadece ahirete bakan yüzü bayraklaştırılmamalıdır. Bu iman ile
ameli ayırmak gibi tehlikelidir. Dünyaya bakan yüzü bayraklaştırıldığında
kapitalizm, ahiret bakan yüzü bayraklaştırıldığında ise
tarikat/tasavvuf/mistiszim/dünyayı terk ortaya çıkıyor. Tasavvuf dünyaya
karışmıyor, kapitalizm/saltanat/diktatörlük işine dini karıştırmıyor. Böylece
birinden Muaviyeler ve Yezidler, diğerinden
Mürcieler zuhur ediyor.
Yorumlar
Yorum Gönder