KISSALARDA SEMBOLİK DİL
KISSALARDA SEMBOLİK DİL
(Kur’an’daki
Kısaları Sağlıklı Düşünüyor muyuz?)
Sembol (İng. symbol; Fr. symbole; Al.
symbol): “Bir düşünce, fikir ya da nesnenin yerini tutan, bir kavramı veya bir
düşünceyi belirten gözle görülür ve anlamı bilinir işaret demektir. Bir anlam,
nitelik, soyutlama ya da nesneyi göstermek, ifade etmek için kullanılan sözcük,
işaret ya da mimik olarak sembol, kendisine ortak bir sözleşme, anlaşma,
uzlaşma ya da gelenek aracılığıyla belli bir anlam aktarılan uzlaşımsal
işareti, belirli bir nesne, süreç veya işlemi ima etmeye yarayan şeyi tanımlar.”[1]
“Sembol terimi, taşıyan anlamına gelen
Yunanca’daki sumbolon ve Latince’deki symbolusdan gelmektedir.”[2]
Buna göre, sembol bir habercidir, bilincin iki düzeyi arasında, profan ve
kutsal arasında bir aracı unsurdur, aracı bir göreve sahiptir, o bir köprüdür,
ayrılmış unsurları bir araya toplamaktadır, o göğü ve toprağı, ruhu ve maddeyi
birbirine bağlamaktadır, o gizli bir anlamı ortaya çıkaran bir tasvirdir.[3]
Kur’an’ı tek bir dil düzeyinde
anlamaya çalışmak, onun anlatmak istediği esas maksadı anlamamızı bazen
engelleyebilir. Örneğin Kur’an’ın sadece lafzını merkeze alarak okumaya tabi
tutmak ve mantûkî anlamıyla sınırlandırmak,
Kur’an’da bulunan diğer ifade şekillerinin anlatmak istediği şeyi
anlamamızı engelleyici bir unsur olarak karşımıza çıkabilir. Oysa Kur’an dili,
nâzil olduğu dönemin insanlarının edebî zevk ve anlayışlarına uygun olarak,
muhataplarını etkilemek, düşünceyi normal dilden daha canlı bir biçimde ifade
etmek ve fikri daha duyarlı bir hale getirmek için, her dilde var olan söz
sanatlarını, ifade tarzlarını içerisinde barındırmaktadır.
Özellikle Allah’ın sıfatları ile
ilgili bilgilerin verildiği ayetlerdeki temsili anlatımı göz ardı ederek, tıpkı
müşebbihe ve mücessimenin yaptığı gibi, Allah’ın sıfatlarını yaratılmışların
sıfatlarına benzetecek şekilde, lafzı
merkeze alıp zâhirî okumaya tabi tutmak, bu ayetlerin ihtiva ettiği anlamı ve
vermek istediği mesajı hiç anlamamaya veya yanlış anlamaya ya da en azından
anlamını daraltmaya sebep olabilmektedir. Oysa bir metnin ve sözün zâhirî
anlamda “ne dediği” kadar, hatta bazen ondan daha da önemlisi, onun “ne
söylemek istediği”dir. Zira bir sözü söylemenin temel gerekçesi, onun söylenme
amacı ve maksadını oluşturmaktadır.
Enbiya/82
deki şeytanlar kimler?
Enbiya/82: Şeytanlardan onun için dalgıçlık
yapan ve daha başka işler içinde çalışanları emrine vermiştik. Bütün bunları
kontrolüne veren bizdik. (İhsan ELİAÇIK)
İhsan ELİAÇIK ayetin dipnotunda
şunları söylemektedir: Filistin’in başkenti Kudüs’te MÖ. 970-930 arası yaklaşık
kırk yıl bölgenin en kudretli imparatorluğunu kuran Hz. Süleyman’ın devleti,
dönemin süper gücü haline gelmişti. Bugünkü tüm Ortadoğu’ya hakim olmuş ve
rakiplerini dize getirerek emri altına almıştı. Rüzgârların, insanların,
cinlerin, şeytanların Süleyman’ın emrine verilmesi Sami muhayyilesine hitap
eden bir üslup olup döneminde rakipsiz bir bölgesel güç haline geldiği
anlatılmak isteniyor. “Esip giden rüzgârlar” ile yelkenli gemi filoları,
“dalgıçlar” ile denizci Fenike askerlerinin emrine girmesi, “şeytanlar” ile cin
ve büyünün anavatanı Babil’in onun emrine girmesi ve civardaki kabile ve
toplulukları kendine bağlaması ile devletinin her yana yayılması anlatılmak
isteniyor olmalıdır (Allahua’lem).[4]
İhsan ELİAÇIK’ın dipnota yazdığı
Kur’an’da var olan sembolizmi açıklamak için çok güzel ifadeler ancak meali
bunu yansıtmıyor. Mustafa ÖZTÜRK’ün meali daha açık, anlaşılır ve güzel:
“Biz kimi şeytanları da (boyunduruk
altına alınan asi/yabancı kavimlere mensup insanları) Süleyman’ın emrine
verdik. Onlar Süleyman için dalgıçlık yapar, (denizden inci-mercan
çıkarırlardı). Yine onlar (inşaatçılık, heykeltıraşlık, bakırcılık gibi) başka
işler de yaparlardı. Biz onları gözetim ve denetim altında tutardık.”
Ayetin dipnotunda şunları
söylemektedir: Gerek bu ayetteki şeyâtîn (şeytanlar) kelimesi
gerek 34/Sebe 12. Ayette cin (cinler) kelimesi bildik anlamda
şeytan cin anlamına gelmez. Aksi halde,
şeytanın insanları yoldan çıkarmakla ilgili ahdini unutup Hz. Süleyman’nın
emrinde çalışmaya, dalgıçlık, inşaatçılık, heykeltıraşlık gibi masumane işler
yapmaya başladığını kabul etmek gerekecektir. Oysa “şeytan” ve “şeyâtîn”
kelimeleri bir çok ayette insanlar için kullanılmıştır. Buna göre ayette sözü
edilen şeytanlardan/cinlerden maksat, Mevlana Muhammed Ali’nin de belirttiği
gibi, Hz. Süleyman’ın hükmüne boyun eğdirip hizmetinde çalıştırdığı yabancı ve
asi kavimlere mensup insanlardır (Bkz. Muhammed Ali, The Holy Qur’an, s.
659,, 849). Eski Ahid’in II: Tarihler kitabındaki bazı pasajlar da bu yorumu
teyit etmektedir. (Bkz. II. 2/2-18).[5]
Kur’an’da, hadislerde ve tarih
kitaplarında şeytan(alar)ı önceden insanların gördüğüne dair bir bilgi yoktur.
Hz. Süleyman’ın şeytanlara ve cinlere söz konusu işleri yaptırırken –inşaat, dalgıçlık
ve bakırcılık- eğer onlar görünmüyorlarsa “Bunlar kendi kendine nasıl oluyor?”
diye hiç sormamışlar mı? Bu soruyu sorduklarına dair bir bilgi de kaynaklarda
yok. Şeytanlar ve cinler eğer önceden insanlara görünüyorsa şimdi niçin
görünmüyorlar?
Mustafa İSLAMOĞLU’da ayetin çevirisini
şu şeklide yapmıştır: “Yine dik başlı birileri, hem onun için dalgıçlık
yapıyorlar, hem de bunun dışında başka hizmetler görüyorlardı. Aslında onlara
mukayyet olanda Biziz.”
Ayetin dipnotunda şunları
söylemektedir: Şeyatin, “baş eğmedi, serkeşlik etti, azdı” anlamına
gelen şatana kökünden türetilmiştir (Krş: 81:25, not 21). Bunlar,
Süleyman zamanında yaşamış başıbozuk ve hiçbir kural tanımayan vahşi kabileler
veya onun devleti sihirbazlıkla yönettiği zehabına kapılan nankör Yahudiler
(Bkz: 2:102) olabileceği gibi, insanoğluna baş eğmeyen tabii güçler de
olabilir. [6]
ADEM İBLİS KISSASI [7]
Bu kıssada “Adem” ile sembolize edilen
şey Adem adındaki varlığın kendisi değil, onun şahsında insan cinsidir. Çünkü
meleklerin endişelerinde yer alan, fesat çıkarmak ve kan dökmek gibi kötü
fiiller bizzat Adem tarafından değil, onun zatında sembolize edilen insan
cinsinden sadır olabilecek fiillerdir.
Adem’in yeryüzünde halife kılınması ile ise, insanın yeryüzündeki meşru
hakimiyetini ve yeryüzünün onun hizmetine sunulduğunu sembolize etmektedir.
Adem’e bütün isimlerin öğretilmesiyle temsil edilen gerçeklik, insanın zihni
faaliyetleri ve düşünme melekesini de kapsayan dil yetisidir. Meleklere
isimlerin sorularak cevap konusundaki acziyetlerinin ortaya çıkarılması ve
onların da Allah’ın öğrettiklerinden başkasını bilemeyecekleri itiraf etmeleri,
kâinatta yaratılan bütün varlıkların, Allah’ın yarattığı sınırlarla sınırlı
olduğunu ve onu aşamayacaklarını göstermektedir. Allah’ın Adem’den isimleri
meleklerin önünde saymasını istemesi, insan cinsinin diğer varlıklardan dil,
düşünce, tecrübe edinebilme ve problemleri aşabilme, imtihanı kazanabilme gibi
farklı özelliklerinin ilanı anlamını taşımaktadır. Melekler Allah’a itaat eden
ve kötülüklerden uzak, iyiliği temsil eden bir varlık olarak Kuran dilinin
semantik yapısının içerisinde karşımıza çıkmaktadır. İblis ise Kuran dili
içinde, kötülüğü sembolize eden bir varlık olarak yer almaktadır. Bu kıssada da
bu iki varlı türü insandaki iki önemli özelliği temsil etmek üzere
kullanılmıştır; melekler insandaki iyilik tabiatını, İblis ya da Şeytan ondaki
kötülük, isyan tabiatını temsil etmektedir. İşte bu çerçevede meleklerin Adem’e
secde etmesi, iblisin ise secde etmeyerek isyan etmesi, Adem’in temsil ettiği
insan cinsinin tabiatında doğru ve iyi olanı yapmak suretiyle Allah’a itaate
yönelik yönünün bir de kötülüğe ve isyana yönelik bir yönünün bulunduğunu ve
insanın kötülüğe yönelik yönünü itaat ettirmedeki aczini sembolize etmektedir.
Bu kıssadaki cennet ile çeşitli
nimetlerin bulunduğu huzurlu bir yaşam ortamı temsil edilmekte, yasaklanan
ağaçla ise insanın çiğnememsi gereken, çiğnendiğinde ise kötülüğe ve
adaletsizliğe ve Allah’a isyana götüren yasaklar ve kurallar sembolize
edilmektedir. Şeytanın Adem ve eşini kandırması, insandaki kötülüğe teşvik eden
tabiatının harekete geçerek yasakları ve kuralları çiğnemesine sebep olmasına
işaret etmektedir. Adem ve eşinin cennetten kovularak düşmanlık içinde
yaşamalarının “emredilmesi” ile, insanın kötülük tabiatının teşvikiyle
yapmaması gerekenleri yapıp, yasakları çiğnemesi sebebiyle huzurlu ortamı
kaybedip kinin, düşmanlığın yaygınlık kazandığı huzursuzluk ortamında yaşamaya
kendini mahkum etmesi, bir başka deyişle kendisini huzurlu ortamdan (cennet)
huzursuz ortama (düşmanlık içinde yaşamaya) indirmesi (hubut) anlatılmaktadır.
Adem’in Rabbinden kelimeler alması, insanın içine düşmüş olduğu huzursuzluk
ortamında Allah’tan peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla aldığı rehberliği
temsil etmektedir. Adem’in pişman olarak tevbe etmesi ise, Allah’tan aldığı
rehberlik sayesinde doğruyu görerek, yanlışlardan uzaklaşma ve huzur ortamına
yönelmesini sembolize etmektedir.
Bu kıssadaki cennet ile ilgili çeşitli
nimetlerin bulunduğu huzurlu bir yaşam ortamı temsil edilmekte, yasaklanan
ağaçla ise insanın çiğnememesi gereken, çiğnendiğinde ise kötülüğe ve
adaletsizliğe ve Allah’a isyana götüren yasaklar kurallar sembolize
edilmektedir. Şeytanın Adem ve eşini kandırması, insandaki kötülüğe teşvik eden
tabiatının harekete geçerek yasakları ve kuralları çiğnemesine sebep olmasına
işaret etmektedir. Adem ve eşinin cennetten kovularak düşmanlık içinde
yaşamalarının “emredilmesi” ile, insanın kötülük tabiatının teşvikiyle
yapmaması gerekenleri yapıp, yasakları çiğnemesi sebebiyle huzurlu ortamı
kaybedip kinin, düşmanlığın yaygınlık kazandığı huzursuzluk ortamında yaşamaya
kendini mahkum etmesi, bir başka deyişle kendisini huzurlu ortamdan (cennet)
huzursuz ortama (düşmanlık içinde yaşamaya) indirmesi (hubut) anlatılmaktadır.
Adem’in Rabbinden kelimeler alması, insanın içine düşmüş olduğu huzursuzluk
ortamında Allah’tan peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla aldığı rehberliği
temsil etmektedir. Adem’in pişman olarak tevbe etmesi ise, Allah’tan aldığı
rehberlik sayesinde doğruyu görerek, yanlışlardan uzaklaşma ve huzur ortamına
yönelmesini sembolize etmektedir.
Adem kıssası örneğinde görülebileceği
üzere, temsili kıssaların yapısını oluşturan unsurlar sembollerden
oluşmaktadır. Kıssadaki her unsur, kendisinden daha fazlasını, analojik
(benzerlik) bir benzerliğe dayanarak yansıtmaktadır. Mesela bu kıssada “Adem”,
insan cinsini, “melekler” insandaki iyiliğe, Allah’a itaate yönelik tabiatı,
“iblis” ya da “şeytan”, insandaki kötülüğe ve Allah’a isyana yönelik tabiatı,
“cennet” de huzurlu kötülük olmayan bir ortama işaret etmektedir. Adem ile
bütün insanları kapsayan insan cinsi analoji açıktır. Çünkü Adem her insanın
taşıdığı bütün özellikleri aynen taşıyan varlıktır. Aynı şekilde melek ile
iyilik arsında, cennet ile huzurlu, fıtrata uygun yaşam arasındaki analojik bağ
da kolaylıkla anlaşılabilir.
Kanaatimize göre pek çok sembolden
müteşekkil temsili kıssaların yorumunun kabul edilebilir olması için, bizim
yukarıda uygulamaya çalıştığımız gibi, yorumun analojiye dayanması gerekir.
Aksi halde aşırı sembolizm ya da allagori olarak nitelediğimiz yorum katagorisi
içinde değerlendirilmesi gerekir. Bizim baştan beri ortaya koymaya çalıştığımız
sağlam bir analojiye dayalı sembolizm kriterine göre, analojiye dayanmayan ya
da çok zorlamalı olan yorumlar aşırı sembolize girmektedir ki bu tür bir
sembolizm makbul karşılanmamaktadır. İşte böyle bir yorum Adem kıssasındaki ilk
günahla ilgili olarak Muhammed İkbal tarafından yapılmıştır. O bu kıssa ile
insanın dünyada ilk ortaya çıkışının hikâyesinin kastedilmediğini belirttikten
sonra, bu kıssayla daha ziyade insanın doğal duygu ve ihtiyaçlarının ilkel
durumundan çıkıp, şüphe ve isyan etmeye kadir hür bir iradeye yükselişinin
ifade edildiğini belirtmektedir. Buradaki düşüşün (hubut) de, ahlaki bir düşüş
değil, basit ve saf bir bilinç halinden şahsi şuura geçişteki değişikliği ifade
ettiğini söylemektedir. (İkbal). İkbal’in,
kıssayı oluşturan sembolleri, dilin mantığı etrafındaki bir analojiyi
dikkate alarak değil, daha çok psikoloji biliminin verileri ve onun Kitab-ı
Mukaddes’in ilk günah mefhumuna yönelik sergilediği eleştirel çerçevesinde
yorumladığı anlaşılıyor. (İkbal). Bu sebeple, kıssadaki sembollerin somut ile
soyut yönü arsında bir analoji gözetmemiştir. Böyle bir sembolik yorum ancak
aşırı sembolizm olarak nitelediğimiz sembolizm kategorisi içinde yer alabilir.
HZ. SÜLEYMAN VE SEBE MELİKESİ
İhsan ELİAÇIK, bu ayet grubu
(Neml/15-44) için şunları söylemektedir:
Bu pasaj (15-44) Eski Dünya dinlerindeki “Tanrıların sembolleri”
hakkında bu dipnotta aktaracağımız bilgiler ışığında okunmalıdır. Aksi halde
hiçbir şey anlaşılmayabilir veya kuşlarla, karıncalarla, cinlerle doğrudan
konuştuğu sanılan bir peygamber portresi ortaya çıkabilir. Şöyle ki: Sümer,
Akad, Babil, Asur, Hitit, Mısır vb. devlet ve imparatorluklar eski dünya
dinlerinin merkezi Mezopotamya/Akdeniz havzasının birer tanrı-devletleri idiler.
Kur’an’da anlatılan eski çağlara ait peygamberler bu devletler zamanında
yaşamışlardı. Bu devletlerin Tanrı anlayışlarında “tanrıların arabaları,
sembolleri, hayvanları, meclisleri, soyları, oğulları kızları, nesilleri,
temsilcileri” vs. olurdu; yıldız, güneş diski, yedi nokta, şimşek, haç, kanatlı
disk, boynuzlu başlık, kama, lamp, vazo, hilal, omega işareti, dörtgen, gamalı
haç, kürek, saban, arpa sapı, ziggurat, ağaç, kova ve kozalak gibi işaretler;
boğa, aslan, at, köpek, inek, buzağı, oğlak, kaplumbağa, yılan, akrep, karınca,
fare, balık, sinek, kuş gibi, hayvanlar; çift aslan başlıklı asa, tek aslan
başlıklı asa, kartal başlı asa, ejderha başlı asa, keçi başlı asa, balık başlı
asa, ımdugud başlıklı asa, kancalı asa, topuzlu asa, ok şeklinde asa vs. de
tanrıların sembol ve armaları olarak kullanılırdı. Kral daima bu asalar ile
dolaşırdı. Ordu birliklerinin bayrak ve flamaları bu simge ve işaretlerle
süslenirdi. Örneğin yılan ejderha Babil’deki Marduk ve Nabu ile Asur’daki
Aşşur’ın simgesiydi. Aslan ejderha, asur tanrısı İşkur’un; boğa (inek), gök
tanrısının; aslan, Ningursu, Ninlil, İnana, Damgulguna adlı tanrıların; at
güneş güneş tanrısı Şamaş’ın, kaplunbağa ve keçi-balık su tanrısı Enki/Ea’nın
sembolüydü vs. bunlara “Tanrıların hayvanları” deniyordu. Keza koç başı asa,
yer altı tanrısı Nergal’in vb. simgesiydi. Keza çeşitli şekillerde, oturan,
yürüyen, tünemiş, başı arkaya dönük, yüksek bir yere konmuş kuş, deve kuşu vs.
tüm dönemler boyunca Mezopotamya/Ortadoğu mitolojilerinde tanrı sembolleri olarak
kullanılmışlardır. Bu şekilde tanrıların hayvanları, sembolleri, arabaları,
tekneleri, nesilleri, soyları meclisleri vs. vardı. Bütün bunlar bölgede
yaşamış eski devlet ve imparatorluklarca “sembol, arma, flema” olarak yüzyıllar
boyunca kullanılmışlardı (Elieda, Black, Green). Bu kültür dünyada zayıflamış
olarak da olsa halen devam etmektedir. Fakat anlamlarında tabi büyük kaymalar
olmuştur. Kimi devletlerin bayraklarında aslan, haç, gamalı haç, hilal vs. hep
buralardan gelmektedir. Keza ayı deyince Ruslar, horoz deyince Fransızlar,
bozkurt (bir görüşe göre) deyince Türkler, çekirge deyince Çin vs. akla gelir.
Keza Türkiye’de yaşayan hayattan örnek verecek olursak “kara kartallar” deyince
Beşiktaş, “sarı kanaryalar” deyince Fenerbahçe futbol takımları anlaşılır… İşte
Süleyman döneminde (MÖ. 900-800’ler) cin deyince Babil, kuş deyince Hitit, boğa
deyince Mısır, karınca deyince Sebeliler, yelkenli gemi deyince Fenikeliler,
balık deyince Asurlular akla gelirdi. Bunlar o devlet ve imparatorlukların
sembol ve armalarıydılar. Dahası şimdiki gibi zayıflamış ve hayatın devlet,
siyaset gibi merkezi konumundan spor, kültür gibi daha yan taraflarına kaymış
değildiler. Tamı tamına bütün bir din, devlet ve krallık bunlarla kendini ifade
ederdi. Güçlü bir dini-teolojik anlamı vardı ve her biri adı geçen krallığın
söz konusu sembolle ifade edilen Tanrıya hizmet için var olduğu manasına
geliyordu…[8]
Bu bakış açısıyla Hz. Süleyman ve Sebe
Melikesi arasındaki diyalogun çevirisi şu şekilde olabilir:
Neml/15-44: Andolsun, Davud'a ve Süleyman'a bir
ilim verdik onlarda: "Bizi inanmış kullarından birçoğuna göre üstün kılan
Allah'a hamdolsun." dediler. Süleyman, babası Davud'a bir oğul olarak
mirasçı oldu ve dedi ki: "Ey insanlar!
Bize kendilerini kuş sembolleriyle ifade eden toplulukların
mantığı/yönetilmesi öğretildi. Bize
peygamberlik ve hükümdarlıktan her şey verildi. Gerçekten bu, apaçık bir
üstünlüktür." Süleyman'a yabancılardan, yerlilerden ve kuşlarla sembolize
edilen toplulukların komutanlarından ordusu toplandı ve bunlar bölükler halinde
diğer topluluklara gönderilmek üzere dağıtıldı. Ordu Sebelilerin vadisine
geldiğinde, Sebe Kraliçesi dedi ki: "Ey Sebe halkı! Evlerinize girin.
Süleyman ve orduları, farkında olmaksızın sizi kırıp-geçmesin."
Kraliçe’nin bu sözünden dolayı tebessüm ederek güldü ve dedi ki: "Rabbim,
bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir
amelde bulunmamı teşvik et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat."
Komutanları denetledikten sonra: "Komutan Hüdhüd'ü neden göremiyorum,
yoksa kayıplara mı karıştı? Ya karşıma geçerli bir mazeretle çıkar; ya da onu
şiddetli bir cezaya çarptırırım, ya da düşmanla işbirliği yaptıysa onun boynunu
vururum” dedi. Çok geçmeden komutan
Hüdhüd çıkageldi. Şunları söyledi. Senin
bilmediğin bir şeyi, öğrendim. Sana Sebe’den kesin bir haber getirdim. Ben,
onları yöneten bir kadın buldum ki, ona her imkân verilmiş ve büyük bir tahtı
var. Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe tapıyor buldum. Benlikleri
onlara yaptıklarını süslemiş, böylece onları doğru yoldan alıkoymuş; bundan
dolayı onlar hidayeti bulamıyorlar. Hâlbuki onların, göklerde ve yerde saklı
olanı ortaya çıkaran ve gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilen Allah'a
boyun eğmeleri gerekmez mi? O Allah,
O'ndan başka ilah yoktur, büyük Arş'ın Rabbidir." Süleyman: Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu
söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" dedi. "Bu mektubumu al, onlara
ulaştır. Sonra onlardan biraz uzaklaş, böylelikle bir bakıver, ne karşılık
verecekler?" Sebe Kraliçesi dedi
ki: "Ey önde gelenler! Bana oldukça önemli bir mektup gönderildi. Bu,
Süleyman'dandır ve 'Bismillahirrahmanirrahim’ ile başlamaktadır. İçinde de:
"Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana müslüman olarak gelin" diye
yazılıdır. Dedi ki: "Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin. Siz
hazır olmadan, ben hiç bir işte kesin karar veren biri değilim." Dediler
ki: "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. Yine de karar senindir,
artık sen bak, neyi emredeceğine karar ver. Dedi ki: "Krallar bir ülkeye
girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları
hor ve aşağılık kılarlar; nitekim bunlar da böyle yapacaklar. Ben onlara bir
hediye göndereyim de, bir bakayım elçiler neyle dönecekler." Elçiler
hediyelerle Süleyman'a döndüklerinde: "Sizler bana servet ile yardımda mı
bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır;
hayır, siz, hediyenizle sevinip övünebilirsiniz" dedi. "Sen onlara
dön ve şunu ilet: Biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları
mümkün değil ve biz onları oradan horlanmış aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler
olarak sürüp çıkarırız." Süleyman: "Ey önde gelenler! Onlar bana
teslim olmuş (müslüman)lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana
getirebilir?" dedi. Yabancılardan maharetli biri: "Sen daha
makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben bu işte kesin olarak
güvenilir bir güce sahibim." dedi. Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri
de dedi ki: "Ben, gözünü açıp kapamadan onu sana getirebilirim."
Derken Süleyman onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu
Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye
beni sınıyor. Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük
ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (:hiç bir şeye ve kimseye ihtiyacı
olmayan)dır, Kerim (:cömert) olandır.
Onun tahtını tanınmaz hale getirin, bir bakalım doğru olanı bulabilecek
mi, yoksa bulamayacak mı? dedi. Kraliçe geldiğinde ona: "Senin tahtın
böyle miydi ?" denildi. O da dedi
ki: "Buuuu sanki tıpkı o. Zaten bize daha önce bilgi verildi, artık
Müslüman oluyoruz” dedi. Çünkü Allah'tan başka tapmakta olduğu şeyler onu
müslüman olmaktan alıkoymuştu. Kraliçe, inkâr eden bir kavimdendi. Ona:
"Köşke gir" denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve eteğini
topladı. Süleyman: “Bu, saydam camdan yapılmış zemindir." deyince:
Kraliçe: "Rabbim, ben kendime
zulmettim; artık ben Süleyman'la birlikte alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim
oldum." dedi. (Haydar Öztürk)
Özetle: Kıssa ve meseller tarihsel bilgi
veriyor olsalar da onlarla birinci derecede amaçlanan şey insanlara tarihsel
bilgi ulaştırmak değildir. Söz konusu kıssa ve meseller tarihsel bir olgu
olsunlar ya da olmasınlar onlarla amaçlanan şey insanların eğitim ve
öğretimidir. Dolayısıyla esas amaç göz ardı edilerek kıssa ve mesellerin
verdiği tarihsel bilgileri, "tarih bilimi" açısından değerlendirmek
doğru sonuçlara götürmeyecektir. Öte yandan kutsal kitaplarda yer alan alemin
yaratılışı, Adem kıssası gibi anlatımları bilimsel bilgi açısından değerlendirmek
din-bilim çatışmasına neden olacaktır. Kozmolojiye ait anlatımların da esas
amacı bilimsel bilgi vermek değil, Tanrı-alem ilişkisini sembolik bir yolla
anlatmaktır.[9]
[1]
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 2000, s. 840
[2]
Schwarz, Fernand, Kadim Bilgeliğin Yeniden Keşfi, Çev.: Aslan, Ayşe Meral,
İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s. 282; Tokat, Latif, Dinde Sembolizm, Ankara
Okulu Yayınları, Ankara 2004, s. 9
[3]
Schwarz, a.g.e., s. 283
[4]
İhsan ELİAÇIK, Nüzul Sırasına Göre Yaşayan Kur’an Türkçe Meal/Tefsir, 446-447
[5]
Mustafa ÖZTÜRK, Kuran-ı Kerim Meali Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri, s. 452
[6]
Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, s. 632
[7] Bu
başlık ; Ömer Faruk Yılmaz’ın, Kur’an’da Sembolik Dil, adlı kitabınn 366-369. sayfalarından alınmıştır.
[8]İhsan
ELİAÇIK, Nüzul Sırasına Göre Yaşayan Kur’an Türkçe Meal/Tefsir, 263-264
[9]
Latif
Tokat, Dinde Sembolizm, s.248
Yorumlar
Yorum Gönder