İLMİHAL DİNDARLIĞI TUZAĞI
İLMİHAL
DİNDARLIĞI TUZAĞI
Müslümanın bilmesi, inanması
ve yapıp-yapmaması gereken hususları, islamın şartı beştir deyip İslam’ı bu beş
hususa hasretmek, Kur’an’a tamamen terstir. Bu durum son derece vahim sonuçlar
doğurmuştur. Kitleler namazı kılıp, orucunu tuttuktan sonra parası varsa hacca
gidip birde kırkta bir zekat uydurmasını yerine getirirse dört dörtlük Müslüman
olduğu inancına sürüklenmiştir. İslam, kesinlikle bu beş husustan ibaret
değildir. Bu tam anlamıyla İslam’ı adeta kuşa çevirmek anlamına geliyor.
İlmihallerin öngördüğü
din(darlık) anlayışının dinin alanını nasıl daralttığını daha net görebilmek
için, Kur’ani öğretiler manzumesinin bir şema halinde gösterilmesi oldukça
aydınlatıcı olacaktır.
1.Metafizik ilkeler alanı (Allah, ahiret,
nübüvvet, evrenin, hayatın, insanın anlamı)
2. Ahlâki ilkeler alanı (adalet, eşitlik, kardeşlik, yardımlaşma, iyiliği
emretmek, kötülükle mücadele etmek)
3. Ritüeller alanı (namaz, oruç, hac, kurban)
4. Normatif düzenlemeler alanı (cemiyet, hukuk, siyaset ve ekonomi alanı)
Şemada konuların sıralanışı,
aynı zamanda önem sırasını da göstermektedir. Buna göre, ilmihallerin III.
sırada yer alan konuları ön plana çıkaran, II. ve IV. sıradaki konuları ikinci
planda gören bir yaklaşım içerisinde oldukları rahatlıkla söylenebilir. (Hayri
Kırbaşoğlu)
Bu hususu, ilmihallerin ele
aldıkları konulara ne kadar yer ayırdıklarına baktığımızda da kolayca görmek
mümkündür. Burada bir örnek olarak Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam
İlmihali‘ndeki konuların yoğunluk oranlarına bakmak yeterli olacaktır. Bu
ilmihalde belli başlı konulara ayrılan sayfa sayısını şöyle gösterebiliriz
(Timaş Yayınları, İstanbul 1995):
Namaz
250, Oruç 50, Zekat 50, Hacc
35, Kurban 15, Kerahet-İstihsan 30,
Ahlak 30, Siyer 60 Toplam
520 sayfa. Doğrudan
İslami öğretiyle ilgili görünmeyen siyer kısmı dışta bırakılacak olursa, toplam
460 sayfanın 400 sayfasının namaz, oruç, zekat, hac ve kurbana ayrıldığı halde,
ahlaka ve davranışlarla ilgili kurallara sadece 60 sayfa ayrılmış olması,
tespitimizin doğruluğunu gözler önüne sermektedir. Bu tespitin, hemen bütün
ilmihaller için geçerli bir tespit olduğunu burada hatırlatmakta yarar vardır.
Ortadaki bu durum, söz konusu daraltılmış din anlayışının, aynı zamanda, İslami
öğretinin önemli yönlerinin cılız kaldığı, “zayıflatılmış bir din anlayışı”
şeklinde de nitelendirilebileceğini göstermektedir. (Hayri Kırbaşoğlu)
Dindarların sıkça başvurdukları
kurnazlıklardan biri de yükte hafif, pahada ağır ibadetleri/ritüelleri
abartarak Tanrı’yı kandırma girişiminde bulunmalarıdır. Şu ayet, bu gerçeği
gözler önüne koyar: “Siz, Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haramın bakım ve
onarımını, Allah’a ve Ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden
kimselerin yaptıkları ile eşit mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit
değildirler; Allah, zalim topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip cihad eden
ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin mertebeleri, Allah
katında daha üstündür; işte onlar, nihâî kazananlardır.” (9/19-20).[1]
Tanrı ile sürekli irtibatta
olma, onu unutmama; bu vesile ile de vicdanını ve imanını koruma amaçlarından
uzaklaştırılıp, alışkanlık ve borç ödeme moduna dönüştürülen “İlmihal/İbadet
Müslümanlığı” hakkında rahmetli Nurettin Topçu şöyle diyor: “Zamanla yıprana
yıprana birer otomatik hareket haline getirilen ve bu şekilde emrolunduğu
anlatılan ibadetler ise, iyi hesaplayan ve dikkatle kaydeden meleklerin takip
ettiği bedende bir takım şekil değişmeleri haline getirildi. El, ayak, baş,
beden hareketlerinde maharet, dindarlığın şartı oldu; bunlar, dinin esasları
oldu. Bütün ruh ve manasından sıyrılan dini hayatın bu şekilperestliğine
“zühd-ü takva” adını verenler, bu vehimlerinin kas katı gurur içinde gömülüp
kaldılar ve bu yolda yürürken, Allah’a götüren ahlak yolunun izlerine bile
rastlamadılar.” (N. Topçu. İslam ve İnsan. İst. Tarihsiz. S. 33.)[2]
Kutsal metinlerde esas öğe
olarak insanı “eğitici” vasfıyla dile getirilmiş olan “inanç” ve “ibadet”
alanlarının ilmihâl kültüründe “ödenebilecek kişisel borç anlayışı” üzerinden
dile getirilmiş olması, davranışsal kazanıma yönelik bir ahlâkî yapıyı değil,
sahibine ödenip kurtulma imkânı olan bir borç algısını merkeze çekmiştir denilebilir.
Kanaatimizce ibadet
eyleminin amacına yönelik gerçek soru: “Niçin ibadet edilir?” sorusu olmalıdır.
Bu soru cümlesi, ibadetin amacı, mantığı ve hedefini kurgulayan esaslı bir soru
cümlesidir. Ancak Kur’an’ın da işaret ettiği şekilde ibadet üzerinden elde
edilecek kazanımları devre dışı bırakarak, o eylemi sâfi ritüel ve seremoniye
hasreden bir anlayış, şekilsel bir dindarlığın da yerleşmesine katkı sağlamış
gibidir. Zira bu anlayışı destekleyen ilmihâl dindarlığı, namazın esasında
ödenecek bir borç olarak görülmesini sağlamıştır.
Onun içindir ki bu tür
eğitimin yapıldığı her devir ve toplumlarda kişisel ve toplumsal süreçlerde
ibadetlerin yapılış amaçları değişmiş ve kalıcı bir erdeme dönüşecek kazanımlar
da sağlanamamıştır. Öyle ki Müslüman toplumlarda bile ilmihâl kültürünün
kodladığı görünür ve somut kazanımlar yüzünden “çıkar” öncelikli bir din
anlayışı gelişmiş, ibadetler kazanılacak sevap miktar ve de sayılarıyla ölçülür
olmuştur.
İlmihâl kültürünün Müslüman
toplum nezdinde baskın bir ahlâkî yapı oluşturamamasının nedenleri olarak
gördüğümüz bazı unsurları kısaca şöylece sıralayabiliriz:
a- İlmihâl düzeninde metin sıralaması; genel hatlarıyla “inanç”, “ibadet” ve
“ahlâk” konularının ardışık bir şekildeki dizaynı üzerinde teşekkül etmiştir.
Nitekim bu yapıda “ahlâk konusu”, hem oran olarak küçük bir barem tutmakta, hem
de eserlerin son kısmında teorik bir bölüm olarak zikredilmektedir. Hatta
ilgili eserlerde ahlâk konuları işlenirken iman ve ibadetin kazanımları
üzerinden değil, kişisel ve sosyal ilişkileri düzenleyen edebî kurallar
üzerinden sığ bir dil kullanılmaktadır. Müslümanın hayatını inşâ sürecinde
olmazsa olmaz bir değer olan ahlâk, sıralamada en sona konularak, sanki olmazsa
da olur gibi bir algı oluşturulmak istenmiştir.
b-İlmihâllerin bazılarında görülen siyer anlatımları, Müslüman kültürün ahlâk modellemeleri olan elçilerin vahyi özümseyen davranışları üzerinden değil, tarihsel olarak başlarına gelmiş olan olaylar yani serüvenleri üzerinden hikaye edilmesidir. O nedenledir ki mevcut ilmihâllerin Peygamber algısı, kıssa ve mucize arasına sıkışmış gibidir. İnsanlığın ahlâkî kazanım süreçlerinde görünür “model şahsiyetler” olan Peygamberlerin örnekliği üzerinde yeterince durulmaması, buna karşın onların hayatının gizemli/mucizevî yönlerine değinilerek, diğer topluluklarla olan savaşlarına önem verilmiş olması, elçileri yaşanabilir örneklik konumundan çıkararak, hayatın dışına taşımış gibidir. Hayatı boyunca sürekli olarak mucize gösteren ve durmadan savaş yapan bir elçinin, kendisi gibi beşer olan bireylere örneklik yapması haddizatında söz konusu da olamaz.
Yorumlar
Yorum Gönder