İSLAMİ DÜŞÜNCE İFLAS MI ETTİ?
İSLAMİ DÜŞÜNCE İFLAS MI ETTİ?
Müslüman âlim ve aydınların iki asra yakındır Müslümanların aydınlanması, zihinsel reformu gerçekleştirmeleri, bir sistem kurgulama gayreti azımsanamaz. Ancak alim ve aydınların ortaya koydukları sistemler tek başına yetersiz kalmaktadır. Her birinin çalışmaları bir yapbozun parçaları gibidir. Henüz güzel bir kompozisyon oluşmamıştır. İslam ilkeleri itibariyle devrimci, mevcut İslami düşünce ise statükocu. Kirli elin yüzü temizlemesi iddia edilemez.
İslam dünyasında yaşayan ve yaşatılmaya çalışılan düşünce sistemi ortaçağda kurgulandı. 9-13. yüzyıllar arasında etkin olan ve bugün geçerliliği sorgulanan İslamın Sünni yorumunun “Eş’ari-rivayet” kanadıdır. Bu sistem 14. yüzyıldan itibaren de maalesef kendini yenileyemedi. Sünni yorumun “Maturidi-rey ekolü” ise hep teoride kaldı. Pratik hayata geçmesine siyasi erk hiçbir zaman izin vermedi. Geçen 10 asırda gelenekçiler hüküm sürdü. Gelenekçiler; Selefiler, Eş’ariler, Rivayet Ekolü ve Sufilerdir. Selefiler(Eş’ariler, Rivayet Ekolü) müslümanları dünyadan, Eşariler ise akıldan uzaklaştırdılar. Bunların zihni bugüne değil, geçmişe dönüktür. İnsanları geçmişe ve geçmişte yaşamaya çağırırlar.
Sistem kurgulanması tasavvurların yeniden inşasını gerektirmektedir. Kur’an’ın ortaya koyduğu tasavvurlar ya içi boşaltılmış ya da anlamları tahrif edilmiş durumda.
Tasavvur, bilgilenme sürecinin başlangıç noktasıdır. İnsanoğlunun ölçme ve değerlendirmede kullandığı temel değerlerin oluştuğu yer tasavvurdur. Bu açıdan tasavvur, aklın kurucu öznesidir. Dolayısıyla aklın doğru çalışması, tasavvurun doğru inşa edilmesine bağlıdır. Yanlış inşa edilmiş bir tasavvur, insanı yanlış muhakemeye sürükler. Yanlış muhakeme, zorunlu olarak yanlış davranışı doğuracaktır.[1] Örneğin peygamber tasavvurumuzu inşa eden Kur'an Hz. Peygamberi bize örnek gösterir. “Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır.”[2] Ancak peygamber tasavvurumuzu “örnek alınanı”, “taklit edilen” olarak inşa ettiğimizde; bu muhakeme bizi sonu alınmaz yanlış inanış ve davranışlara itecektir. Yani peygamber aleyhisselamın her yaptığı şey nedenselliği araştırılmadan taklit edilecektir. Dişini misvaklaması taklit edilecek. Asa taşıması taklit edilecek. Kaşık kullanmaması taklit edilecek… Sonunda bu, insanları kendi koydukları “taklit edilen” bir peygamber tasavvurunu dahi inkâr edip, böyle bir peygamber taklit edilemez deyip vazgeçecekler.
İslam’ın dünya görüşü olabilmesi, rey ekolünün hayata geçirilmesine bağlıdır. Rey Ekolü tarihte hep teoride kalmış ve siyasi erk bu düşüncenin hayata geçmesine engel olmuştur. Çünkü rey Ekolü statükocu değil, devrimciydi. İki ekolünde düşünce sitemi birbirinden tamamen farklıdır. Rivayet aklı dışlar, Rey aklı gerekli görür. Rivayet içtihat kapsını kapatır, Rey o kapının açık kalmasını savunur. Rivayet tarihi kutsar, Rey tarihten ders çıkarılmasını ister. Rivayet dini duvar gibi geçilmez görürken, Rey dini insana çözüm ve geçiş sunan bir kapı görür. Rivayet Allah’ın fiillerinde keyfiliği savunurken, Rey ahlakiliği ve gayeliliği savunur. Örneğin Gazali ayete rağmen, “Allah insana gücünün yetmediği şeyi yükler” demektedir. Rivayet Hz. Peygamberi “taklit edilen” olarak algılarken, Rey O’nu “örnek alınan” olarak algılar. Rivayet Kuran’ı nesne, Rey ise özne olarak görür. Rivayet ekolü rivayetlerle dini anlamayı gerekli görürken, rey ekolü vahiy ve akıl ile anlamayı kabul eder.
Rivayet ekolü İslam’ı statükocu bir çizgiye getirmiş ve on asırdır da o çizgide tutmaya devam etmiştir. İman, bilgi edinme yolları, tarih felsefesi ve bilinci, Kuran algısı, din tasavvuru vb. unsurlar diri tutulduğu müddetçe İslam’ı evrensele taşıyacak unsurlardır.
Kur'an’ın iniş sürecinde iman ve salih amel birbiriyle bir bütünlük içindeydi. İmanın temel ilkeleri olan Allah, ahiret, peygamberlik insanları ahlaka, eyleme sevk eden unsurlardı. İman insanın vicdanına, aklına, duygularına tabiatına hitap ediyor, iman insanı aksiyoner yapıyordu. İslam toplumu genişleyip diğer din ve felsefi akımlarla tanışınca Müslümanların din algısı kırılmaya uğradı. Dinin teorisine kelam, pratiğine de fıkıh dendi. Bu disiplinler –kelam, fıkıh- ortaçağda gelişimlerini tamamladı. Kelami konular inanç esaslarına, fıkıh da şeriata dönüştü. Gelişimini tamamlayan kelam ve fıkıh artık “İslam”ı temsil ediyordu. Ve din, tabiri caizse dondurulmuş bir gıda gibiydi. Yenilenmeden, üretilmeden ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülmeye hazırdı. Dinin canlı organizması öldürülmüştü.
İman, insanın Allah ile sürekli ilişkisi, salih amel insanın insanlarla olan ilişkisidir. Kuran’da iman ve Salih amel birbirinden ayrı tutulmamıştır. Salih amel Haricilerin ve Mutezilenin iddia ettiği gibi, imanın bir parçası değil ancak Mürcie’nin ve İmamı Azam’ın tanımları gibi, hiçbir kalbi ve bedeni eylem içermeyen sırf zihinsel bir kabul de değildi. Bu tanım imanı yaşanan ve yaşatan bir iç dinamik olmaktan çıkarıp sadece sayılı şeylere inanmaya (imanın şartlarına) indirgedi. Kuran’ın imanı, eylemi (hukuk, ahlak, iktisat, takva, cihat, yardım, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma) zorunlu kılarken, kurgulanan sistemdeki iman salt tasdiki ifade ediyordu. Hasılı, iman kelamlaşmış kelamda akideleşmişti. Din hazır gıda olmuştu. Raf ömrü uzasın diye katılan kimyasallar dini zehirlemiş durumda. Fakat kullanma tarihi geçmiş pek çok unsurun varlığını söyleyenlere deli gömleği giydirilmek istenmesi de ayrı bir vahamet. Netice; iman etkisiz hale getirilmiş yani statükolaştırılmış.
Bilgi edinme yolları da, İslami düşüncede rayına oturmayan meselelerdendir. Hz. Ömer’in fazla hadis rivayet etmemesinin, rivayet edenlerden şahit istemesinin arka planında Hz. Peygamberin bütün eylemlerinin mutlaklaştırılıp hatta Kuran’a denk bir konuma getirilmesi yatıyordu. Nihayet o büyük insanın korktuğu oldu.
Rivayet ekolü aklı rivayete tabi kıldı. Yani üreten üretilene (akıl bilgiye) teslim edildi. İçtihat kapısı kapatıldı. Ve bu hadise İslam dünyasında vakayı hayriyye gibi savunuldu. Aklın rivayete teslim edilmesiyle, siyasal düzlemde yönetenlere itaat ve teslimiyet Allah’a itaate dönüştürüldü. Halifeler artık –haşa- Allah’ın yeryüzündeki gölgeleriydi. Statüko bilgi edinme yollarını da (vahiy, akıl, duyular) teslim aldı.
Tarih felsefemizin ve bilincimizin olmayışı bu yokluğun yerini dolduran hamaset, tarihi kutsama ve tarihi dinleştirmenin İslami düşüncedeki açtığı yara da yeni bir yapılanmanın önündeki engellerden biridir. İslami düşünce egemen otoritelerin (siyasetin) elinde oyuncak hale gelmiştir. Emevi hanedanının ortaya attığı çarpık kader anlayışı ve ürettirdiği rivayetler, İslam düşünce dünyasını felç etti.
Kur'an algısındaki kırılmanın farkına varma sistem kurgusunun temelini oluşturacaktır. Mustafa İslamoğlu bu konuya şöyle izahat getirmektedir.
Vahiy inşa edici bir özne olmaktan çıkarılıp ‘kutsal nesne’ haline getirilmesi üç aşamada gerçekleşti:
Birinci aşama: Lafız, mana ve maksattan oluşan vahyin makro ayağı olan “maksat” ihmal edilerek, vahiy lafız ve manaya indirgendi. Oysa lafız ve mananın hakemi maksat idi. Hakem dışlanınca, ilahi vahyin muradını anlamak güçleşti. Yalnız lafız ve manaya dayanarak anlama çabaları, bir takım anlama sorunlarına kapı açtı. Maksadı göz ardı edilen vahyin, inşa edici bir özne olmaktan çıkarılması doğaldı. Çünkü inşa edicilik doğrudan vahyin maksadıyla alakalıydı.
İkinci aşama: Lafız ve manaya indirgenen vahyi anlama işi, bu kez ikinci ayağından da mahrum kalarak sadece lafza indirgendi. Bu, yukarıdaki şekilde başlayan sürecin doğal sonucuydu. Bu sonuç ise, anlamın kendi kendini üretmesine engel oldu. Vahyin muhatapları vahiyle diyalog kurmak, onu diyalojik bir tasavvurla “okumak” yerine “hatmetmeye” başladılar. Aslında bu, anlamın yokluğundan doğan açığı, lafzı abartarak kapatmak demekti.
Üçüncü aşama: Vahiy sadece lafza indirgenince, Kur’an da sadece “mushaf” a indirgendi. O artık inşa eden bir özne değildi. Çünkü o artık muhataplarını değil, muhatapları onu ‘yüceltiyorlardı’. Oysa ki vahiy kendiliğinden yüceydi ve onun insan tarafından yüceltilmeye değil, anlaşılmaya ve yaşanmaya ihtiyacı vardı. Vahyi nesneleştiren muhataplar, onu nesneleştirmenin bedelini “yücelterek” ödeme çabası içine girdiler. Bu adete vahye verilmiş bir “sus payı”na dönüştü. O muhataplarının hayatından bir şeyleri imha edip yeni bir şeyler inşa etmeyecek, muhatapları da vahyi ne kadar becerebilirlerse o kadar yükseğe kaldıracaklardı.[3]
Din tasavvuru: İslam dünyasında üç türlü din anlayışı/tasavvuru bulunmaktadır: Kuran’ın dini, âlimlerin dini, halkın dini.
1- Kur’an’ın dini. İlk üç asırda (10 M.) Kur’an’ın dini bir anlamda aksak ve eksikleriyle de olsa dünya çapında bir İslam medeniyeti inşa edilebildi.
2- Âlimlerin dini. Dördüncü asırdan sonra (10 M.) fakihlerin, âlimlerin dini başladı. İslam’da ilerleme ve gelişme durdu, öncekileri tekrar ettiler. Bu, âlimlerin dini yani onlar neye din dedilerse, o din sayıldı. Bu zamanda mezhepler teşekkül ettiğinden, din parçalara ayrıldı, herkes kendilerinin asıl din olduğunu iddia etme yarışına girdi.
3- Halkın dini. Bazı âlimler, halka daha yakın olmak yolunda, halkın hoşuna gidecek hurafeleri, hikâyeleri din diye anlatmaya başladı ve halkın dini böylece doğdu.
Hasılı kelam, mezkur mevzularda asla dönülmedikçe İslam düşüncesi varlığını hissettiremez.
[1] Mustafa İslamoğlu, Hayatın Yeniden İnşası İçin, 39-40)
[2] Ahzab,21
[3] Mustafa İslamoğlu, Hayatın Yeniden İnşası İçin, 32-33)
Yorumlar
Yorum Gönder