AHLAKIN KAYNAĞI
AHLAKIN KAYNAĞI
Ahlâk; dinî, felsefî, ailevî, toplumsal, siyasî ve küresel boyutlara sahip olan çok yönlü bir kavramdır. Ahlâk, İslam düşüncesini oluşturan "tevhid ve adalet" in insanda ete ve kemiğe bürünmüş biçimidir. Tevhid, insanda ilim ve imanın; adalet, hukuk ve ahlakın yerleşmesini temin etmektir. Ahlak, dinin hem çekirdeği hem de çekirdeğini içinde taşıyan meyvesidir. Ahlaklılık, insanın insan üretmesi; ahlaksızlık, ebterliktir. Etiklik, uluhiyetten arındırılmış bir modern dünya dinidir. Etik ve ahlak eş anlamlı kelimeler değildir. Etik, Allah'sız vicdani ahlaktır. Günümüz biliminin en büyük açmazlarından biri, deneysel olmayana karşı takındığı tavırdır. İnsan ve kâinata dair sorgulama yaparken insana; biyolojik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle bir bütün olarak bakmamaktadır. İnsan toplumsal konumundan ayrı tutulup belirli hazlarını tatmine çalışan, 'akıllı bir hayvan' olarak gösteriliyor. İnsanı, biyopisikososyolojik ana yapısından ayrı tutarak sadece fiziksel kalıplara hapsederek, Yaratıcıyla arasındaki bağı koparmış oluyorlar. İnsanları yaratıcısından bağımsız olarak algılayan ve ona göre değerler ortaya koyan ahlak anlayışlarının topluma; huzur, mutluluk ve barış getirmeleri, mümkün değildir. "Dünya hikmetsiz dehayı ve vicdansız gücü başarmıştır. Dünyamız nükleer devler ve etik cüceler dünyasıdır." (General OmarBradley).
Ahlakın insanda davranış haline gelmesi; değerlerin ailede, toplumda, kurumlarda, ticarette, hukukta etkin hale getirilmesiyle mümkündür. "Başarılar adamı olmaya değil, değerler adamı olmaya çalış." (Albert Einstein). Bütün insanlık için iki dünya mutluluğunu kazandıracak ahlak ilkeleri belirlemek gerekir. Bu ahlak ilkeleri, insanı yoktan yaratan ve ona sayısız duygular ve değişik kuvveler veren Allah tarafından belirlenmelidir. İşte bu ahlak ilkeleri en gelişmiş ve evrensel bir şekilde Kur'an'da bulunmaktadır. Bu ilkeler sadece teorik nasihatlerden ibaret değildir. Yaşanabilir, sürdürülebilir gerçekliklerdir. Peygamberimiz, bunları hayatıyla göstermiş ve insanlığa Kur'an'ın ifadesiyle "usvetun hasenetun/güzel bir örnek (Ahzab, 21)" olmuştur. Kur'an, insanın kendisini ve toplumu tekâmül ettirici özellikler taşır. Kur'an, insanın kendisine olduğu kadar başkalarına da değer vermesini, onların haklarına riayet edilmesini ister. Kur'an, insanın kendisini, ailesini, toplumu ve dünya halklarını da kuşatan huzur, barış, sevgi ve mutluluğun olduğu dünya oluşturmak ister. Ateizm, darwinizm, hedonizm, materyalizm gibi teori ve ideolojiler doğrudan/dolaylı olarak insanlara kitle iletişim araçlarıyla enjekte ediliyor. Bilim ilerlerken, doğru din, inanç ve onlara bağlı güzel ahlak ilkeleri de görmezden geliniyor. Hatta din yok edilmeye çalışılıyor. Akıl kutsallaştırılmış, insanın hazları ön plana çıkarılmıştır. İnsanların ruh ve akıllarında meydana gelen boşluğu, birbirlerine zıt fikirleriyle tutarsız ahlak felsefecileri/felsefeleri dolduruyor. "Ahlaki değerleri olmayan bir adam, bu dünyaya salıverilmiş bir hayvandır." (Manly Hall).
Her sistem kendi ahlakını doğurur. Seküler ahlak kapitalizmin çocuğudur. Seküler ahlak, insanları menfaatinin, heva ve hevesinin/egosunun peşinde koşan, değerleri enayilik olarak gören, kimseye güven duymayan, geçmiş ve gelecek mefhumunu yitirmiş varlıklar haline getirdi. Artık kişisel başarı ve çıkar her tür değerin önünde. "Bir insanı akıl yönünden eğitip ahlak yönünden eğitmemek, toplumun başına bir bela yetiştirmek demektir." (Theodore Roosevelt). Ahlâkî değerlerden uzaklaşan dünyamızda sorunlar kartopu gibi büyümekte. Dünya artık küçük bir köye dönüştüğü için, dünyanın öbür ucunda çıkan bir sorun (insan ve uyuşturucu ticareti, küresel ısınma, savaşlar, salgın hastalıklar, yoksulluk) akşama bizi buluyor. Mevcut sorunlar çözülüyormuş gibi yapılıyor. Bataklıktaki sineklerle uğraşılıyor. Meselenin kökenine inmeden bu sorunları çözmek mümkün değil. Sorunu çözmeye sonuçtan başlanılmaz. Eylem/amel tasavvurun çocuğudur. Yani bu sonuçlar; yanlış tasavvurun sonucudur. Temel sorun; bireysel ahlakın Kur'an'i temeller üzerine yeniden inşasıyla mümkündür. Modernitenin dayattığı ahlak(!), insanı maddesine indirgemektedir. İnsan seküler ahlakın kuşatması altındadır. Seküler ahlak insanlığa pek çok zararlar fatura etti. Eylemlerinden Yaratıcı'ya hesap vermeyeceğini düşünen insan kanunlara yakalanmadıkça her şeyi yapabilirim düşüncesine sahip olur. İnsanlara, hayvanlara, doğaya zarar vermenin vicdani kaygısını hissetmez. Artık onun felsefesi; bana dokunmayan yılan bin yaşasın, herkesle gelen düğün bayram, 'ben tok olayım başkası acından ölsün bana ne' dir. Kur’an’ın hedeflerinden biriside insanı, “ahsen-i takvim” olarak inşa etmektir.
***
Ahlakın kaynağının ne olduğu hususunda insanlık tarihi boyunca üç teori ortaya konmuştur:
Birincisi, aklı referans alarak insanı metafizik ve pratik bir olgu olarak gören felsefi doktrinler. "Akıl, kavramların ve terimlerin sınırlarını belirleyen tasavvur üzerine inşa edilir. Birinin tasavvurunu kim oluşturmuşsa, aklını da o oluşturmuştur. Bu da ahlakta göreceliliğe yol açar. Ahlaki davranışın en büyük düşmanı göreceli ahlaktır. 'Bana göre, sana göre' başladığı anda, erkeğin ahlaksızlığı 'elinin kiri, yu gitsin', kadının ahlaksızlığı 'namussuz, vur gitsin' diye nitelendirilmeye başlanacaktır. Evin kızı yaparsa 'kaza', hizmetçi yaparsa 'sakarlık' olarak değerlendirilecektir. Bu durumda dünyada hakiki bir erdem ve ahlaklı davranışın bulunabileceğinden hepimizin kuşkuya kapılması işten değil." (Mustafa İSLAMOĞLU, Ahlak Yazıları, 20).
İkincisi, ahlakın toplumsal yönü üzerine geliştirilen antropolojik ve sosyolojik teorilerdir. Ahlakın kaynağı/ölçütü toplumun kabulleri/redleri/beğenileri olamaz. Toplum baskısıyla yapılan davranışlar ahlakilik niteliği taşımazlar. Baskı kalkınca, davranışın varlığından söz edilemez. Bir davranış içsellikten kaynaklanıyorsa ahlaki olur ve erdem olarak kabul edilir.
Üçüncüsü, peygamberler aracılığıyla gönderilen fıtrat tabanı üzerine oturtulan vahiy kaynaklı ilkeler, kurallar. Fıtrat çekirdeğinin, vahiy suyuyla sulanmasından meydana gelen ağaçtır/meyvedir ahlak. Din/vahiy dışında hiçbir değer insanda vicdan uyandıramaz. Çünkü insanı yaratanla vahyi gönderen kaynağın aynı olması gerekir. Yoksa altyapı/fıtrat ile üstyapı/vahiy uyumlu işlemez. Yani bilgisayar diliyle, donanımla yazılımın uyumlu olması, birbirini desteklemesi gerekir. Fıtrat donanımını desteleyen üst yapının/dinin mümeyyiz bir akıl tarafından ekolleştirilmesi gerekir. Aksinin sonuçlarını İlhami GÜLER şöyle yorumlar: İmanın ahlak doğurması, sadece onun gücüyle ilgili bir sorun değildir; aynı zamanda doğruluğuyla da ilgilidir. Güçlü fakat yanlış imanlar, büyük ahlaksızlıklar da doğurur. Hıristiyanlıkta kilisenin zulümleri, Yahudilikte Siyonizm, İslam'da Hariciliğin yarattığı şiddet bunun örnekleridir. Bu nedenle istikamet, iman kadar önemlidir. Ameller niyetlere bağlı olduğu kadar, sonuçlara da bağlıdır. (İlhami GÜLER, İlhamiyyat, 10).
İnsanlar din olmadan da ahlakın önemini fark edip, bir takım temel değer ve ilkelerin bilgisine ulaşabilirler. Fakat din (içsel ve uhrevi yaptırım) olmaksızın bu ahlaki değer ve ilkelerin hayata geçmesi, davranış olarak ete kemiğe bürünmesi mümkün olmaz. Kant, dinden bağımsız, sadece akıl üzerine bina edilmiş bir ahlak teorisi kurguladı. Fakat “insanların ahlaki olanı niçin yapmaları gerektiği” konusunda bir boşluk ortaya çıktı. “Değer”sizliğin pirim yaptığı, ahlaklılığın dünyalık getirisinin olmadığı bir dünyada insanları ahlaka çağırmanın bir manası kalmıyordu. Kant bu durumu fark edince, Tanrı’yı ve ahiret inancını ahlak düşüncesinin merkezine yerleştirmek zorunda kaldı. Mehmet Aydın, din ve ahlak arasındaki yakın ilişkiye dair şöyle der: Din ve ahlâkın yakın ilişkisini, ilişkinin ötesinde birbirinin tamamlayıcısı olduğunu bazı eylemlere baktığımızda daha net olarak görmemiz mümkündür. Örneğin hırsızlık, rüşvet, adam öldürme, zina, içki, kumar vb. dinen haram, ahlâken de kötü olan eylemlerdir. Büyüklere saygı, yardımseverlik, sözünde durma, doğruluk vb. ise dinin emrettiği, ahlâkın da “iyi” olarak nitelediği davranışlardır. Zaten dinî ve ahlâkî emir ve yasakları birbirinden kesin çizgilerle ayırt etmek mümkün değildir. Ancak şu farka dikkat çekmek gerekir ki, ahlâk bize, örneğin adam öldürmenin “kötü” olduğunu öğretir. Din ise, hem böyle bir fiilin kötülüğünden, hem de hayatın kutsallığından bahseder. Böylece inanan kişinin yaşamında, adam öldürmenin “kötü” olduğuna inanma ile hayatın “kutsal” olduğuna inanma bütünleşir. Başka bir deyişle dindar, karşılaştığı herhangi bir olayı, bir de Tanrının varlığı ve kendisinin de O’na inanması açısından yorumlar ve böylece yaşamında “kötü”ye “günah”ı, “iyi”ye “sevab”ı da eklemiş olur. Teist için yalan söylemek sadece kötü değil, aynı zamanda günahtır. Çünkü o, yalan söylemekle Tanrı huzurunda da suç işlediğine inanmaktadır. (Mehmet AYDIN, Din Felsefesi, 239).
Aynı meselede Erol GÜNGÖR de şu şekilde değinir. Din ve ahlâk kavramları, birbiriyle oldukça ilişkili, adeta birbirinin tamamlayıcısı olan iki kavramdır. Din açısından baktığımızda, dinler insanların birbirleriyle, Allah ve toplum ile, hatta insanın ilişkiye girdiği nesneler (tabiat) ve canlılar dünyasıyla olan ilişkilerini düzenler. Bundan dolayı, dinlerin her biri, büyük ölçüde birer ahlâk sistemine sahip olma özelliği de taşırlar. Dinler, insanın ilişkilerini doğru biçimde düzenlemek, insanı daha iyi insan yapmak için gelmişlerdir. Nitekim vahye dayalı dinlerin ana gayesi ahlâkî bir toplum meydana getirmektir.(Erol GÜNGÖR, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk). Hâsılı kelam; akıl (vahiyle nurlanmamış) ve toplum ahlakın kaynağı olamaz.
Ahlak, bir davranış biçimi olduğuna göre Kur'an'ı baştan sona bir ahlak kitabı olarak tanımlamak mümkündür. Çünkü Hz. Aişe'nin Hz. Peygamber için "O'nun ahlakı Kur'an'dı" beyanı bunu doğrulamaktadır. Çünkü "Kur'an'ın sebebi nüzulü insandır". İnsana fillerini/eylemlerini yaptırtan üç tür müeyyide/yaptırım vardır: Hukuk, ahiret ve ahlak/vicdan. Kur'an Allah ve ahiret inancını yerleştirerek, insanda vicdanın/ahlakın yeşermesini hedeflemektedir. Fakat insanların hepsi ahiret inancı ve vicdanın/ahlakın saikıyla davranışlar sergilemediklerinden, bireyin ve toplumun selameti ve adaletin ikamesi için Kur'an hukuki yaptırımları da vazetmiştir. Muhammed HAMİDULLAH, insanların tabiatça üç sınıfa ayırır. 1. Tabiat itibariyle iyi olan, kötülük eğilimleri karşısında kendini koruyan, içgüdüleri dahi sadece iyilik ve merhamet telkin eden kimseler. 2. Aksine kötü ve düzeltilemez olanlar. 3. Bu iki gurup arasında bulunan bir üçüncü gruba ait olanlar. Bu gruptakiler ancak bir gözetim ve yaptırım yoluyla buna mecbur edildiklerinde kurallara uygun biçimde davranırlar; aksi takdirde diğer insanlara karşı ihmalkârlık ve haksızlık ederler. (İslam'a Giriş, 25). Kur’an, eksiksiz bir ahlak sistemi oluşturan zenginlikte pratik/ameli İlkeler getirmiştir.
Yorumlar
Yorum Gönder