DİNİ İLİMLERLE İSLAMIN BAŞINA GELENLER
DİNİ İLİMLERLE İSLAMIN BAŞINA GELENLER
İslami ilimlerden herhangi birinin tarihini sadece o ilmin sınırları içinde yazmak her zaman eksik bir yazım olacaktır. Aslında bütün manzarayı bilmeden manzaranın bir köşesini yorumlamak bizi her zaman doğru sonuca ulaştırmayabilir.
Düşünce, duygu ve davranıştan oluşan Kuran’daki dini bütünlüğü, kelamcılar “kuru akılcılığa” hadisçiler “nakilciliğe”; fıkıhçılar ahlaktan kopan (hile-i şeriyye/kitabına uydurma) ve kılı kırk yaran “şekilciliğe” ve tasavvufçular duygularda boğulmaya (aşk, fena, hulul…) dönüştürerek parçalamışlardır. Bu duruma Kur’an’da baştan sona kadar işleyen insan ruhunun bütüncül işlevleri (düşünce, duygu ve davranış) birlikte dikkate alınmamasından düşülmüştür.
Fıkıh
Hz. Peygamber hayattayken dinin kaynağı Kur’an’dı. Sahabe devrinde ahkâmla ilgili ayetler sahabe tarafından tefsir ve izah edildi. Sonra müçtehit imamlar fıkıh meselelerini yazmaya başladı ve büyük müçtehitler ortaya çıktı. Bu devir, fıkıh ilmi için gelişme ve olgunlaşma devridir. Bundan sonra da fıkıh ilminde taklit devri başladı.
İslam tarihinde 'tedvin' asrı olarak bilinen H. 150-300 yılları arasında Müslümanlar dilbilim (sarf-nahiv), fıkıh, fıkıh usulü, kelam, hadis, tefsir ve tarih yazımı gibi dini-sosyal disiplinler geliştirmişlerdir. Aynı tarihlerde felsefe ve mantık Yunan'dan yapılan çevirilerle; tasavvuf ise, bir damarı İslam toplumundan bir damarı da önceki kültürlerden gelmek üzere oluşmuştur.
Müslümanlar Hz. Peygamber sonrasında elmasa benzetebileceğimiz islami bütünü koruyamayarak parçalamışlardır. İslami bütünü fıkıh, kelam, hadis ve tasavvuf olarak ayırdılar. Her kesim hakikatin kendi yanında olduğunu iddia ettiler.
İlk teşekkül eden islami ilim fıkıh; dinin iman, düşünce, duygu ve davranış boyutunu dışarıda bırakarak sadece ibadet ve muamelat yönünü inceleyen bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Kur’an ne ahlak, ne hukuk, ne de ibadet kitabıdır. Müslümanlar coğrafya olarak büyümeye başlayınca fıkıh alimleri Kur’an’ı bir hukuk kitabı gibi gördüler. Sonuçta da fıkıh ilmi dini ayrıntılara boğan bir disiplin olarak kaldı.
Geleneksel söylemin aklı prangalaması önce fıkıh alanında gerçekleşti. İlk asırda fıkıh, aynı zamanda bugünkü ilmi kelamı da ifade ettiğinden, ilk pranganın da fıkıh ve ilmi kelama aynı anda vurulduğunu belirtmek zorundayız. İlginç olan şu ki, bu prangaya ilk karşı çıkışta fıkıh bünyesinde gerçekleşmiştir. İlmi kelam ve fıkıhta aklı bloke etmeye karşı çıkışın ilk mücadelesini veren İmamı Azam Ebu Hanife (ölm. 150/767) oldu ve bu mücadelesinin faturasını hayatıyla ödedi.[1]
Kelam
Düşünce, duygu ve davranış boyutlarından teşekkül eden dini hayat, kelam ile birlikte sadece düşünceye indirgendi. Mutezile Kur’an ve hadis metinlerinde mevcut olan itikadi konuları akıl ve cedel ile ortaya koymaya çalıştı. Mürcie ise, imanı sadece dilsel bir tasdike indirgedi. Günümüzdeki amelsiz iman anlayışının, dolayısıyla namazsız, oruçsuz, haramları önemsemeyen bir anlayışın ve yaşayışın kökleri ta buralara dayanmaktadır.
Kelam ilmini doğuran etkenler insan unsuru, siyasi faktörler, ayetlerin anlaşılması, diğer din, kültür ve medeniyetlerle karşılaşma ve tercüme hareketleridir.
Bugün Ehl-i Sünnet itikadı olarak tanımlanan yapı, dinî olmaktan ziyade kelamîdir. Bu yapı, itikadî konularda kelamî nitelikli sonuçların ayetlerin ve dinin genel iddiaları ile uyuşturulmasının ardından ortaya çıkmıştır. İtikadî/kelamî hükümler inşa edilirken Kur’an’a doğrudan başvurulmamış, kelamın inşa ettiği hükümler, önemli ölçüde sonradan ayetlerle temellendirilmiştir. Sözü edilen yapılanma Ehl-i Sünnet kelamı dışındaki diğer kelamî yaklaşımlar için de geçerlidir.
Kelamî görüşlerin Kur'an ayetleriyle temellendirilmesinde kelamcıları yanlışa sürükleyen üç önemli neden görünmektedir. Birincisi Kur’an’a bakıştır. Onun insan hayatını bir bütün olarak değerlendirirken belirli gayelerle ortaya koyduğu veriler vardır. Bunları gayeleri doğrultusunda değerlendirmek gerekir. Maksadı dışında kullanarak bunlarla bir kuram oluşturmak mümkün değildir. Kur’an’dan hareketle bilimsel bir kuram ortaya koymak ne kadar yanlışsa, felsefî bir kurama işaret edildiğini söylemek de o kadar yanlıştır. İkincisi ayete yaklaşımın taşıdığı amaçtır. Onun ne dediğini, insana neyi vermek istediğini kavrayarak onu anlamaya çalışmak gerekmektedir. Yoksa kendi düşüncelerimizi, inançlarımızı ona onaylatma, meyillerimize onda meşruluk zemini arama gibi beşeri hislerle ona yaklaşmak, onu yıpratmak ve anlamını bozmak demektir. Ne yazık ki her türlü kelamî ekol ve eğilimin zaman zaman bu yola başvurduğu görülmektedir ki, son derece yanlıştır. Üçüncüsü ayetin yapısı, amaçları, vurguları, metin ve olgu bağıntıları gibi hususları göz önünde bulundurmayan parçacı bakış tarzıdır. Daha doğru bir anlamın yakalanması, daha sorunsuz bir temellendirmenin yapılması için Kur'anî bütünlüğün yakalanması gerekmektedir.
Bir örnek:
Kur'an bütünlüğünün göz ardı edildiği ayetlerden birisi İsra suresinin 16. ayetidir. Maturîdî, “Bu ayet Allah'ın bir kavmi ve karyeyi, daha önce fasık olmayan ehlinin fıskından dolayı helak edeceğini haber veriyor. Şayet olacaklarını bildiği halde onların fasık olmalarını istemeyip de itaat etmelerini isteseydi bu zulüm olurdu” sözleriyle yorumlamaktadır.[2] Yani ona göre Allah onların fasık olacaklarını önceden bildiği için fasık olmalarını emretmiş olmaktadır. Buna göre ayetin anlamı, “Biz bir karyeyi helak etmek istediğimizde oranın şımarıklarına kötülük yapmalarını emrederiz, onlar da fasıklık yaparlar ve böylece helak sözü onlar için hak olur ve helak ederiz” şeklinde olur. Hâlbuki böyle bir anlamlandırma son derece yanlıştır ve tam bir cebrî anlayıştır. Çünkü öncelikle böyle bir anlam Kur'an'ın bütünlüğüyle çelişmektedir. A’raf /28. ayetinde Allah insanların bir kötülük işlediklerinde mazeret olarak geçmişlerinin aynı şeyleri yaptıklarını ve Allah'ın da öyle emrettiğini söylemelerinden bahsedildikten sonra Allah'ın kötülüğü emretmeyeceği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla ayette geçen “Emernâ / Biz emrederiz” in kapsamına “kötülüğü emretmek” girmemeli, bilakis bundan Allah'ın onlara “kendilerini düzeltmeyi” emrettiği anlaşılmalıdır. Buna göre ayetin anlamı “Biz bir karyeyi helak etmek istediğimizde oranın şımarıklarına iyiliği ve yola gelmelerini emrederiz, onlar ise fasıklığa devam ederler ve böylece helak sözü onlar için hak olur ve helak ederiz” şeklinde olmalıdır.
Sünniliğin inanç konusunda kurucu mezhebi olan “Mürcie”, tarafından yanlış bir yorum ile Kuran’daki canlı “iman”ı, ölü itikada evrildi. Kurucu tecrübe döneminden sonra araya uzun zaman girince canlı “İman”ın, ölü “itikada” dönüşmesi. İman ile tasdik ayrımını Kuran şöyle yapmaktadır: “Araplar dediler ki: “İman ettik”. De ki: “Henüz iman etmediniz; “Teslim olduk/tasdik ettik” deyin. İman, henüz sizin kalplerinize girmemiştir.” (Hucurat/14). İbn Teymiyye ve T. İzutsu’nun vukufiyetle ortaya koydukları gibi, Kuran’da iman ile ahlak arasında “kopmaz” bir bağ olduğu halde; Mürcie, bu bağı koparmıştır. Mürcie’ye göre: “Lailahe illallah” diyen, cennete gider. Bu yorum, Hariciliğin yaratmış olduğu terörü ortadan kaldırmış olsa da; bu beleş kimlik tanımının, Sünni dünyada hem imanın, hem de ahlakın zayi olmasına sebebiyet vermiştir. Bu yüzden, tarih boyu ölü bir itikada sahip olan herkes, kendini mükemmel “mümin” sanıp, canlı ve doğru bir iman etme gayretine girmemektedir.
Hadis
Kelam ilminin teorik yapısı, Şafii, Malik, Ahmed b. Hanbel, Evzai gibi hadis âlimlerini çileden çıkarmış ve kelamı bid’at olarak görmüşlerdir.[3] Gazali ve İbn Teymiye kelam ilmini reddetmek için kitap yazmışlardır.[4] Hicri 2. asırdan itibaren selef, hadis, rivayet ehli diye anılan ekoller hadis metinlerini mutlaklaştırıp aklı kullanmayı reddetmişlerdir. Örnek metinlerdeki ilkeleri ölçü almaları gerekirken olayları alıp, düşünce-yorum-akıl dışlanıp taklit esas alınmıştır.
Emeviler döneminde hadis ve sünnetçilik, Arapların islam üzerindeki tekellerini kaybetmelerine karşı geliştirilen ve devlet tarafından desteklenen bir faaliyet olarak ortaya çıkmıştır. Doğrusu hadislerin kayda geçilmesiyle Müslümanların Kur’an metnine yabancılaşma süreci başlamıştır. Hz. Peygamber döneminde Kur’an tek referans kaynağı iken; tedvin döneminde onu referans kaynaklarından birisi durumuna getirmek, çok stratejik bir planlama olmuştur. Önce Kurân’ın karşısına sünnet çıkarılmış, hadis ve sünnetin Kur’an’ı nesh edeceğine ilişkin nazariyeler üretilmiştir. Hz. Peygambere gelen vahyin tümü kitap olarak korunmasına ve tüm nesillere ulaştırılmasına karşın, vahy-i gayr-i metluv kanalı açılarak dinin yegâne kaynağı Kur’an otoritesi sarsılmıştır. Dolayısıyla iki mesaj kanalı ortaya çıkmıştır. Bu iki kanaldan gelen mesajlardan birinin diğeri ile çatışması kaçınılmaz olmuştur.[5]
Ehl-i Hadis sağlıklı bir anlama ve yorumlama yöntemine sahip olmadığı için, tasnifler, ilmî ve objektif olmaktan uzaktır. Buharî’nin gerekse diğer hadisçilerin kullandıkları bab başlıkları bunu açıkça göstermektedir. Câmi türü eserler, hem fakihlere hem kelamcılara, Sunen tarzı eserler ağırlıklı olarak fakihlere, Ehl-i Hadis’in kaleme aldığı Kitabu’s-Sunne ve Kitabu’t-Tevhîd adlı eserler ise daha çok kelamcılara birer reddiye niteliğini taşımaktadır. Sunen tarzı kitaplardaki Kitabu’s-Sunne bölümleri, başlıkları itibariyle Cehmiyye, Hariciyye ve Murcie mezheplerine cevap niteliği taşımaktadır. Kitapların kronolojik sırası takip edildiğinde, yıllar ilerledikçe yeni başlıkların da ortaya çıkmaya başladığı görülecektir. Buhari ile kütübü sittenin altıncı kitabı kabul edilen İbni Mace’nin Sünen’i mukayese edildiğinde bu kolayca tespit edilecektir.[6]
Medine, Irak, Suriye’de Malik, Ebu Hanife tarafından bölgelerin tabii örfüyle ve içtihatla beslenerek farklılaşan ve gelişen yaşayan sünnete Şafiî şiddetli tepki göstererek, bu sünnete karşı ‘hadis’in otoritesini pekiştirmiştir. Böylece; sıcak insan suratına söylenmiş, vürud sebebi, konteksi, menatı, toplumsal bağlamı, tarihiliği (zaman-mekan) toplumsallığı, Arabiliği olan sözler, çözümler ‘hadis’ olarak dolaylı bir yoldan ilahileştirilmiştir. Şafiî öncesi sünnet, Kur’an’ın otoriter olmayan, dinamik bir yorumu iken, Şafiî’den sonra sünnet ‘hadis’e dönüştürülerek Kur’an’ın otoriter, sabit ve mutlak bir mütemmimi haline geldi. Bundan dolayı tarih boyu İslamî akıl, lafzın ve aslın (nassın) otoritesi altında sürekli ‘tabi’ (uyan H.Ö) bir akıl olarak kalmıştır.[7]
İmamı Şafiî hadis ve sünneti aynileştirince dini statikleştirmiştir. Hadis statik, sünnet dinamik bir yapıya sahiptir. Aynileştirme anlayışı içtihat kapısının kapanmasını, mutlak otoritenin rivayete dayalı ilimlere geçmesini netice vermiştir. İmamı Şafiî’nin sistem arayışı için ortaya koyduğu çabalara sonraki taklitçi zihniyet İslami düşünceyi mahkûm etmiştir. Nasr Hamid bu Zeyd’in dediği gibi: İmam-ı Şafii’nin usulde yaptığı, aklı kullanarak aklı ilga etmektir.[8] Günümüz insanının ürettiği teknolojiye mahkûm olduğu gibi.
Kurtarıcı bekleme hastalığı Müslümanlara hadislerle bulaşmıştır. Kurtarıcı beklentisi bireysel ve toplumda “cehd ve gayreti” değersizleştiren, direnme gücünü kıran, yap(a)madıklarını dini kılıflara(!) sığınarak örten/erteleyen bir kitle ortaya çıkarmıştır. Kurtarıcı bekleme hali sığınma psikozu içerisinde başvurulan bir yoldur. Konjonktürel şartların, siyasi başarı ve başarısızlıkların savunulması veya oluşması umuduyla yönelinen bir motivasyon yöntemidir. Bu olgu, tarih boyu hemen her inanç ve toplumda görülmüştür. Bir olgunun kabul ve reddinin asıl gerekçesi öncelikle onun hakikat olup olmamasıyla ilgilidir. "Kurtarıcı beklentisi!” zihinsel bir olgudur. Somut dünyada bilimsel veya vahyi bir dayanağı yoktur. Mehdi beklentisi birçok Müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevketmiştir. Öyle ya mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal, nicelerini boş beklentilere sevketmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücadele etmeyi terketmiş, zalimlere karşı çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.
Tasavvuf
Hadis, kelam ve fıkıh ilimleri dinin düşünce, duygu ve davranış boyutunu ortaya koyamadıkları için dinin maneviyat boyutu sahipsiz kalmıştır. Tabiat boşluk kabul etmez gereğince Hz. Peygamber sonrası iç savaşlar, Emevilerin iktidardaki seküler uygulamaları yüzünden Müslümanlarda inzivaya çekilme düşüncesi baş gösterdi.
Doğuş aşamasında Kur’anî anlamda takva, istikamet ve amel-i salih kaygısıyla başlayan hareket, zamanla dinle bağdaşmayan ve toplumdan kopuk; inziva, züht, uzlet, çile, keramet avcılığı, sezgi, gaybı taşlama (misal alemi) ve ilham kovalamaya dönüştü. Alimler[9] bu gidişe dur demeye çalışsalar da başarılı olamadılar. Bu yapı islam toplumunun bünyesini zehirli sarmaşık gibi sardı.
Tasavvuf misal alemi diye bir inaç ortaya attı. Bu inanç iyice güçlendi –o derece ki- Müslüman zihinler 13-18. Yüzyıllarda bu rüya ile yatıp kalktılar. Sonunda tasavvuf hareketi Kur’an’ın eleştirdiği ruhbanlığa dönüştü.
“Sonra onların izinden art arda resullerimizi gönderdik. Arkalarından da Meryem oğlu İsa'yı gönderdik; ona İncil'i verdik ve onu izleyenlerin kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Ruhbanlığı onlara biz yazmadık. Bunu Allah'ın rızasını aramak için kendileri icat ettiler. Ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik ama onların çoğu fâsıktır.” (Hadid/27)
Tasavvuf alanında eser veren pek çok kişi vardır. Ölüm tarihleri verdiğimiz en önemlileri şunlardır: Haris el-Muhasibi (857), Cüneydi Bağdadi (909), Hallacı Mansur (921), Tirmizi (932), Kuşeyri (1072), Gazzali (1111). Tasavvuf konusunda en son kişilerden olan Gazzali İslam arazisinde gecekondu olarak boy gösteren tasavvufa/tarikata imar izni vererek varlıklarını meşrulaştırmıştır.
Sünnilikte “ahlak”ın sponsorluğunu Tasavvuf ve Tarikatlar üstlenmiştir. Tasavvuftaki “ahlak”ın, Kur’an’daki hali ile (Takva-Salih Amel) ilahi- kamusal bir sorumluluk değil; dünyadan bir kaçıştır (Züht). Sabri Ülgener’in ortaya koyduğu gibi, -Selçukilerde olmasa da- Osmanlıda Tasavvuf ve Tarikatlar, toplumun dünyaya (politika-iktisat) karşı mesafe bilincini zayıflatarak-çürüterek onun çökmesine zemin hazırlamışlardır.[10]
Küfür ehli İslam’dan intikamını tasavvufla almıştır (Ercüment Özkan). İbn Arabî (1165-1240) Endülüs Hıristiyanlığından ve felsefesinden bir şeyler alır. Sonra Kuzey Afrika kavimlerinin paganik özelliklerinden, Mısır dinindeki sihir, büyü, harf ve sayıların tılsımları, Anadolu ve İran Şamanizmi, Zerdüşlüğü ve Maniheizminden, Suriye’nin İsmaililiğinden de çok şeyleri alır. Sonra oluşturduğu tasavvuf düşüncesine Yahudiliğin batınî yorum sosunu ekleyerek bir inanç ve yaşantı sistemi/din oluşturmuştur.
Mistik dini akımlar olan Hinduizm, Maniheizm, Hermescilik, Yeni Platonculuk ve bunun İlahi dinlerdeki tezahürleri olan Yahudilikteki Kabbalizm, Hristiyanlıktaki manastır hayatı ve Müslümanlardaki tasavvuf, dünyaya yabancılaşmasının teolojik versiyonlarıdır, pasif nihilizmlerdir. Hz Peygamberin vefatından çok sonralara rastlayan tasavvufun etkilenme alanı eski İran ve Hint dinleriyle, Hıristiyan mistizmine dayanır. Orta Asya başta olmak üzere fütuhatlar neticesinde Müslüman olan unsurlar, eski kültürlerine ait inançlarını, adetlerini, yaşam biçimlerini ve bu dinlere ait kurum ve kavramları tamamen terk etmek yerine İslam döneminde “İslamileştirme(!)” yolunu benimsemişlerdir. Bu yeni bir form için tasavvuf bulunmaz bir imkân olmuştur.
Sonuç: “…Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’a razı oldum…” (Maide 5/3)
Allah dininizi kemale erdirip üzerinizdeki nimetimi tamamladım demişse; bu dini kemale erdirmek için Hz. Peygamber adına sözler uydurmak, mezhepler dini kolaylaştırıyor/tamamlıyor, tarikatlar/cemaatler Müslümanlara yol gösteriyor demek Allah’a iftiradır.
Hz. Peygamber adına uydurulan sözler Müslümanların inançlarını bozmuş, ayrılığa düşürmüş egemenlerin sultasının devamına sebep olmuştur.
Mezhepler dini kolaylaştırıyor demek Allah zor bir din göndermiş demektir. Mezhepler dini tamamlıyor demek Allah eksik din göndermiş demektir.
Tarikatlar/cemaatler Müslümanlara yol gösteriyor demek Kur’ân bir hidayet kitabı değil demektir.
[1] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’ın Yarattığı Mucize Devrimler, 135
[2] MÂTÜRÎDÎ, İmam Muhammed: Kitabu’t-Tevhid, (thk. Fethullah Huleyf), İstanbul 1979, s. 3-4
[3] Talat Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, s.112
[4] İbni Kuteybe, Hadis Müdafaası, s. 77. (Çev. Hayri Kırbaşoğlu)
[5] Ahmet Akbulut, Müslüman Kültürde Kur’an’a Yabancılaşma Süreci, s.12-13
[6] Mehmet GÖRMEZ, Metodoloji Sorunu, 76
[7] İlhami GÜLER, Sabit Din Dinamik Şeriat, 161
[8] İlhami GÜLER, Sabit Din Dinamik Şeriat, 77
[9] Alimler içinde ilk başta Gazali de vardı. Fakat daha sonra kendini onların cazibesine(!) kaptırdı. Gazalinin eserleri, gece kondu bir yapı olan tasavvufa ruhsat niteliğine dönüştü
[10] Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İst, 1981, s. 52)
Yorumlar
Yorum Gönder