DİNİ TARİKATLARDAN KURTARMAK
DİNİ TARİKATLARDAN KURTARMAK
Din, Allah ile kul arasındaki ilişkiyi belirleyen değerler bütünüdür. Allah’a teslim olmak ve dini gerekleri yerine getirmek isteyen kişi, buna özgür iradesi ile karar verir. Din, ısrar değil tekliftir. Din, insanı tutsak etmek için değil aksine özgürleştirmek için vardır. Maalesef günümüzde müslümanların sergiledikleri din özgür olmayan bir dindir. İnsanı özgürleştirmenin yolu dini özgürleştirmekten geçer.
İslam dünyasında son iki asırdır yaşananlar, Müslümanları varoluşsal bir krize sürüklemiştir. Bu kriz, etnik ve dinsel aidiyetler üzerinden çatışmaya dönüşmektedir. Son iki asra damgasını vuran sömürge ortamı, İslam’ın bir tür kurtuluş ideolojisine (İslamcılık) indirgenmesine ve dinin anlam ve özgürlük üzerinden değil, siyasi egemenlik üzerinden okunmasına yol açmıştır.
Kur’an “Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz?” (Hucurat 49:16) derken birileri kalkıp Allah’ın indirdiği dini yeterli görmemiş ve Kur’an’da olmayan yeni haramlar ve günahlar çıkarmışlar. Allah’ın dünyevi bir ceza koymadığı kimi günahlar için, Allah’ın kurallarını çiğneyerek, sınırlarını aşarak, insanlar üzerinde baskı kurup cezalar uygulamışlar. Demek ki Allah’ın hükmüne razı olmamış ve O’nu fazla merhametli ve yumuşak bulmuşlar!
Müslüman düşünce tarihinde; dinin ne olduğu, nasıl anlaşılacağı, nasıl açıklanacağı, ne şekilde yorumlanacağı, nasıl anlamlandırılacağı ve ne şekilde yaşanacağı konusunda birbirinden farklı siyasi, itikadi, fıkhi, içtimai, ahlaki ve felsefi pek çok söylem ileri sürülmüştür: Bireysel dini söylemler (Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Celaleddin-i Rumi, İbni Arabi vb.), Emevi din söylemi, Sünni din söylemi, Şii din söylemi, Vahhabi din söylemi, Selefi din söylemi, Sufi din söylemi bunlardan bazılarıdır.
Adını zikrettiğimiz veya zikretmediğimiz bu dini söylemlerin pek çoğu Kur’an’dan hareketle değil, İslam dışı kültürler, özel ilgiler, tepkisellik, kavmiyetçilik, mitolojiler vb. etkenler merkeze alınarak, Kur’an’ın bir sos olarak kullanıldığı yapılardır. Müslümanlar günümüzde yüzlerce dini yorumla karşı karşıyadır. Bu oluşumlar birer dini beşerileştirme, köleleştirme girişimleridir. Bu oluşumlar Ed-dinde/Kur’an’da olmayan pek çok unsuru din diye sergilemekte ve dayatmaktadır. Bu oluşumlara din diye kendini bir şekilde kaptırmış birey veya kitleler din noktasında zihnen özgür değillerdir. Dine mesafeli duran veya bu oluşumlar yüzünden dinden kopmuş ateist ve deist kitleler bu oluşumları din telakki etmektedirler. Bundan dolayı dinin özgürleştirilmesi gerekmektedir. Dini özgürleştirmenin yolu da Kur’an’a dönüştür. Bununda hayata geçişi özgürleştirici din öğretimi ve eğitiminden geçmektedir.
İslam toplumlarında, hakikate ihtiyaç duymayan sağ popülizm; dini esir alarak, büyük yozlaşmalar ve bayağılaşmalar sergiliyor. Kölelik ruhu, bir toplumun; yozlaşmalar, yolsuzluklar, yoksunluklar ve iktidar patolojileri karşısında, politik mülahazalarla sessiz ve kayıtsız kalmasını sağlar. Bu sessizlikler ve kayıtsızlıklar, hangi toplumda olursa olsun, çok büyük ve çok derin bir çöküşle karşı karşıya bulunduğumuzu gösterir. Bugün, İslam toplumları, gerçek bilgiden bütünüyle yoksun ve hamasetle aldatılıyor. Hamasetin uyuşturucu etkisi sebebiyle, Müslüman halklar bugünün acı gerçekleriyle hiç bir şekilde yüzleşemiyor.
İslam'ı doğru anlayabilmek için, Kur'an'a Kur'an'ın istediği perspektiften bakmayı öğrenmeliyiz. Kur'an anlaşılmak için indirilmiştir. Kur'an'ı anlamaya çalışmanın hiçbir ön koşulu yoktur. Her insan, yeteneklerine, bilgi birikimine, ilgi yoğunluğuna bağlı olarak Kur'an'ı anlamaya çalışır. Kur'an'ın her türlü yorumu beşeridir. Ebu Hanife'nin ifadesiyle, ''Tenzil"in inkârı söz konusu olmadığı müddetçe, te'vilin inkârı küfrü gerektirmez". Din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan mezhepler, bütünüyle beşeri oluşumlardır. Hiçbir mezhep dinle özdeşleştirilemez.
İşte bu gerçek, din eğitiminin niteliğinin önemine dikkatimizi çekmektedir. Bireyin aldığı din eğitimi, inanmanın/bağlanmanın niteliğini belirleyici rol oynamaktadır. Ezberci, dayatıcı, kalıplayıcı bir din eğitiminden geçen bireyin inanıp bağlanması, elbette edilgen bir bağlanış olacaktır. Onun bağlanışı, sorgusuz sualsiz, körü körüne bir boyun eğiş, bir itaat durumudur. Bu bağlanma hali, onun adına başkaları tarafında seçilip dayatılmıştır; onun kendi özgür iradesiyle seçip kararlaştırdığı bir bağlanma durumu söz konusu değildir. O, otorite olarak gördüklerinin, kendinden beklentilerini yapmaktan başka bir şey düşün(e)memektedir. Yani bu bağlanışın öznesi o değildir.[1]
Dini tek yoruma, tek mezhebe indirgenemez. Din yorumların çoğu bin yıl öncesine dayanmaktadır. Bu durumda bugün ve gelecek, tamamen geçmişin ipoteği altına girmiş olmaktadır. Burada bireyin din özgürlüğünden söz etmek mümkün değildir. Bu yüzdendir ki, belli kurum ve kişilerin kasıtlı olarak yaptıkları dini eğitim-öğretim, bireyi özgürleştirici değil; tam aksine onu esir edicidir; belli sınırlar içine onu hapsetmektedir. Böyle bir dini eğitim-öğretimin bireyin sorun çözme yeteneğini geliştirmesi şöyle dursun, kendisi sorun kaynağıdır.
Kalıplayıcı bir din eğitimi, bireyin insani yeteneklerini geliştirmesini engeller, özgür ve bağımsız kişilik oluşturmasının önünü tıkar. Kalıplanmış dindar, kendisi adına seçilmiş olanı, paket dini düşünce ve yaşamları pasif konumda kabullenmekten başka bir imkâna sahip değildir. Çünkü onun düşünme, sorgulama yeteneği elinden alınmış ve buna bağlı olarak seçme ve karar verme hakkı yoktur. Hatta bu edilgen hale getirilmiş bireylere “sakın düşünme, aklı dine sokma, böyle düşünürsen dinden çıkarsın, büyüklerimiz bizim adımıza düşünmüşler, büyüklerin içtihatları bütün zamanlara yeter vb.” telkinler Demokles’in kılıcı gibi zihinlerini bloke etmektedir.
İnsanı belli bir kalıba sıkıştırmayı amaçlayan din eğitim-öğretimi, eleştirel düşünmeye yer vermez, öğretilenlerin sorgulanmasına istemez. Böyle bir dini eğitim-öğretim sürecinde din adına doğru-yanlış değerler bireye dayatılır, onları anlamlandırmaksızın benimsemesi istenir. Kur’an “Sözleri dinleyip en iyisine uyan kullarımı müjdele. Allah’ın doğru yola eriştirdikleri, işte bunlardır. İşte selim akıl sahipleri bunlardır.” (Zümer 39:18) derken kalıplayıcı dini eğitim-öğretimin başka şeyler düşünemez hâle getirdiği birey, Kur’an’ın istediği sorgulamayı, anlamlandırmayı yapamaz; tercihleri isabetli olamaz.
Kur’an, farklı düzeylerdeki insanların aklına, vicdanına ve ruhuna hitap eder. İmanın baskı ve zorlama ile değil kişinin imana kendisinin hür iradesiyle sahip olmasını hedefler. Vahyi kabul etmeleri için muhataplarını düşünmeye çağırarak ikna metodunu benimser (Nisâ 4:82; Maide 5:104; Sebe 34:46). Yanlışta ısrar edenlerin ve inkâr edenlerin de bulunacağı belirtilir (En’âm 6:7, 11, 124). Ancak bu kimseleri yerer.
Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağrılmasının ve muhataplarla en güzel şekilde mücadele edilmesinin emredilmesi (Nahl 16:125), dini inanç ve değerlerin verilmesinde mükellef olan aile ve kurumların önüne bir metot ortaya koymaktadır. Allah’ın Hz. Peygambere hitaben, “Eğer sen kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi” (Al-i İmran 2:159) şeklinde buyurması sert ve baskıya dayalı bir yaklaşımın yerildiğine bir işarettir. Vahyi insanlara ulaştıran Hz. Peygamberin ilâhî emirleri tebliğ edip açıkladıktan sonra bunları bizzat uygulayarak, insanları var oluşun ve hayatın anlamını düşünmeye çağırıp, bunun yollarını göstermesi dikkat çekicidir. Buna göre baskı ve korkuya dayalı din eğitimi, nebevî metoda da uygun düşmemektedir.
Kur'an, "ataların dini" adı altında, geçmişten intikal eden kültürel mirasın eleştiri dışı tutulmasını şiddetle eleştirmektedir: "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun!' dendiği zaman: 'Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler!"[2]
Kur'an'ın temel amaçlarından birisi olan, insanları "özellikle itikat ve ahlak alanlarında akıllarını doğru kullanmaya teşvik ve doğru davranışa ikna faaliyeti", doğru bilgiyle mümkün olabilir. İnsan, bilmeden de doğru olanı yapabilir; ancak, sorumluluk bilinci, yapılan her şeyin bilerek yapılmasını gerektirmektedir. Israrla, düşünmeyi, akletmeyi, ibret almayı, öğüt almayı, bütün bilgi vasıtalarını etkili kullanmayı emreden Kur' an, "Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu, kulak, göz ve kalp işte bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra 17:36) buyurarak; bilerek inanmayı, bilerek yaşamayı istemektedir.
İnsanın edilgen halden çıkmasını istemeyen sözde dini yapılar ne insanı ne de dini özgür bırakmaktadırlar. Dini özgürleştirmek, din olarak Kur’an’ı kabul etmektir. Allah “…Bugün dininizi kemale erdirdim…” (Maide 3:3), dininizi mükemmel hale getirdim, onda hiçbir eksiklik yoktur, derken birileri Hz. Peygamber adına uydurulan hadisler, fıkıh kitapları, kelam kitapları dini tamamlamaktadır diyorsa dini esir almışlardır.
“Allah’tan başka hüküm koyucu mu arayayım? Oysa O size kitabı ayrıntılı bir şekilde indirmiştir…” (Enam 6:114). Kur’an dinde hüküm koyma yetkisinin sadece Allah’a verirken bazıları Hz. Peygamber de hüküm koyar, hatta alimler de hüküm koyar demeleri dinin genetiğiyle oynamaktır. Dine beşeri unsurlar katmak demektir. Beşeri unsurlar katılan din artık Allah’ın dini olmaktan çıkmıştır.
Peygamberimize nispet edilen hadis ve sünnetlere Kur’an’dan referans bulamayanlar, Allah’a ve resule itaati emreden ayetlerden hareketle hadis ve sünnet rivayetlerine alan açmaya çalışmakta ve çoğu zaman da ayetleri bağlamından ve amacından uzaklaştırmak suretiyle kullanmaya çalışmaktadırlar. Sadece bu ifadelerin yer aldığı ayetleri değil örneğin savaşmadan elde edilen ganimet ve gelirlerin (fey) insanlar arasında adil bir biçimde paylaşılmasına yönelik ayette geçen “Resul size ne verdiyse onu alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan (onu istemekten) vazgeçin.”[3] cümlesi ayetten ve bağlamdan kopartılmak suretiyle peygamberimizin de Allah gibi hüküm koyabileceği iddia edilebilmiştir.[4]
Kur’an’da, Allah’a ve elçisine itaat iki ayrı kavram değildir. Bu yüzden “Allah’a uymak için Kur’an’a, elçiye uymak için ise elçiden geldiği kabul edilen hadislere uymak gerekir” görüşü hatalıdır. Kur’an ayetlerinin gösterdiği gibi, “Allah ve elçisi” tek bir uygulama ve itaat kaynağına karşılık gelmektedir.[5]
Bir ayette Allah ve resulünü incitenlerden bahsedilmektedir: “Allah’ı ve resulünü incitenlere gelince: Allah onları bu dünyada da ahirette de rahmetinden mahrum edecek ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlayacak.” (Ahzab 33:57). Ayette görüldüğü üzere tıpkı elçiye itaatin Allah’a itaat olmasındaki gibi, elçiye yapılacak bir eziyetin, Allah’a yapılmış sayılacağı bildirilir. Çünkü kimsenin Allah’a eziyet edebilmesi mümkün değildir. Başka bir ayette “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Elçisine (çağrısına) cevap verin!” denilmektedir.” (Enfal 8:24). “Allah’a ve Elçisine (çağrısına) cevap verin!” cümlesinin yüklemi ikil formda değil tekil formda gelmiştir. Dolayısıyla “Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman” ifadesinden, çağrının sahibinin Allah, çağrıyı yapanın ise elçisi olduğu anlaşılmaktadır.
Tevbe suresinin ilk ayetinde Allah ve resulünden, kendileriyle antlaşma yapılmış müşriklere bir uyarı verildiği söylenmektedir: “Allah ve Resulü’nden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ayrılış (ihtarı)!” (Tevbe 9:1). Oysa söz konusu bu ihtar Allah ve resulünün ortaklaşa yazdıkları bir bildiri değildir. Hz. Peygamberin, Allah’ın elçilik vazifesiyle Allah’ın mesajının onun ağzından duyurulmuş olması sebebiyle Allah ile birlikte anılmaktadır. Uyarıyı bildiren Allah, geldiği gibi tebliğ eden ise elçisidir.
Tarikat ve cemaat yapılanmalarındaki insanlar kutsadıkları ve “Allah dostu” kabul ettikleri kişileri, Allah ile aralarına sokuyorlar. Onları Yahudi ve Hıristiyanların, din adamlarını rab edinmeleri gibi bir anlamda rab ediniyorlar. Oysa Kur’an kulluğun yalnızca Allah’a yapılacağını,[6] tövbenin yalnızca Allah’a yapılacağını,[7] gerçek duanın birilerinin üzerinden değil doğrudan Allah’a yapılacağını[8] bildirir. Bir insan gerçekten gönülden Allah’a bağlanmış ve kendini Allah yoluna adamış samimi bir inanansa kendini diğer inananlardan farklı görmez, kendini yüceltenlere ve önünde yerlere kapananlara izin vermez, eylemleri, sözleri ve samimiyeti ile insanları kendine değil Allah’a çağırır. Oysa böyle mi? Bu yapılardakiler hep kendilerine çağırmaktadır.
Diriler yetmiyormuş gibi, ölmüş, bu dünyadan göçmüş kişilerden medet istiyor, onları aracı kılıyorlar. “Dua evliya üzerinden yapılır, tövbe evliya üzerinden alınırsa daha etkilidir. Sen günahkârsın Allah senin duanı dikkate almaz ki” diyorlar. Kendine çağıranlar –ölmüş ve yaşayan fark etmez- ve onlara uyanlar Kur’an’ın şu uyarısından habersizdirler. Haberdar olup tevil yapıyor veya kıvırıyorlarsa durum daha vahimdir: “Kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek birilerine, Allah’ın peşisıra yalvarıp durandan daha sapık kim vardır? Ve o yalvardıkları, onların yakarışından habersizdirler.” (Ahkaf 46:5).
Ahmed-i Sirhindî’nin[9] (ö.1624), Mektûbât isimli çalışmasında, müridin şeyhi ile rabıta yapmasının, kişiyi Allah’a kavuşturan en kısa yol olduğunu, kendini zorlamadan, uğraşmadan, üstâdın râbıtasının kendiliğinden hâsıl olmasının, üstâd ile talebesi arasında tam bir yakınlık olduğunu açıkça gösterdiğini, bu yakınlığın fayda vermeye ve istifade etmeye yaradığını ve kavuşturucu yollar içinde rabıtadan daha çabuk kavuşturanı olmadığını, alıntıladığı bir söz ile de şeyhin görüntüsünün (hayalinin), Allah’ın zikrinden yani Allah’ın anılıp hatırlanmasından daha efdal yani daha üstün ve faziletli olduğunu, rehberin hayalinin, talebesine Allah’ı zikretmekten daha çok fayda vereceğini çünkü başlangıçta talebenin Allah ile tam yakınlığı olmadığını bu yüzden Allah’ı anıp hatırlamasının kendisine çok fayda sağlamayacağını söylediği görülür. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, tercüme: Hüseyn Hilmi Işık, Hakikat Kitabevi 2008, cilt: 1, s. 225)[10]
Kuran ayetleri incelendiğinde yukarıda ifade edildiği şekilde bir uygulamanın dini açıdan kabul edilmesi mümkün değildir. Kuran’a göre bağlantı doğrudan ve aracısız olarak yalnız Allah ile kurulur. Kul her fırsatta yaratanını zikreder. İsim ve sıfatları ile O’nu yüceltir, hatırlar. Dileyeceğini yalnız Allah’tan diler. Gönül bağını da zihin bağını da yalnız Allah ile kurar.[11]
Tasavvuf müslümanların tevhit inancını bozmuştur: Kur’an’ın tarihin çöplüğüne gömdüğü bütün şirk anlayışlarını, hulul ve ittihad inançlarını tasavvuf tekrar hortlatıp din sosu katarak, müslümanlara tevhidin özü ve zirvesi diye sunmuştur. Bunlar: Vahdeti vücut, vahdeti şuhud, hulul (Allah'ın eşya ile bütünleşmesi) ve ittihad (Allah ile eşyanın bir olması). Hint dinleri, Yahudilik, Hıristiyanlık, zerdüştlük ve yeni eflatunculuk inançları İslami bir boya vurarak müslümanlara tevhidin zirvesi ve mükemmeli olarak takdim edilmiştir. Bu inancın pazarlayıcıları da İbn el-Farıd, İbn Arabi, Hallaç, Ebu Yezid el-Bistami, Abdulkerim el-Cilli ve onların izinden gidenlerdir.
Tasavvuf müslümanların peygamber inancını bozmuştur: Bazı mutasavvıflar, Hz. Peygamberin derecesini küçümseyerek yahut vahiy aldığı gibi vahiy ve ilham aldığını söyleyerek Peygamber hakkındaki inancı bozmuştur. Kâinatın işlerini idare ettiğini söyledikleri gavs, kutup, ebdal gibi, hatemu'l-evliya gibi inançlarla müslümanların peygamber inancını bozmuştur.
İbn Arabi, Allah'ın kafir ve cehennemlik olduğunu belirttiği Firavun'ı mümin yapıp cennete göndermek için ayetlerin canına okurken, buzağıya tapanlara engel olmak için çırpınan Hz. Harun'u da geri kafalılık ve anlayışsızlıkla suçlamaktan geri kalmamıştır. Çünkü felsefesine göre Allah bütün varlıklar suretinde görünmüş ve Allah'tan başka tapılan her şeyde aslında Allah'a ibadet edilmiş olur. Ama Hz. Harun bunu kavrayamadığı için İsrail oğullarının buzağıya tapmasına engel olmaya kalkışmıştır. Fakat kavrayışlı Hz. Musa bunu bildiği için engellemesinden dolayı Hz. Harun'u azarlamış ve cezalandırmıştır. Firavun Allah'ı en iyi bilenlerden olduğu ve Hz. Musa da bunu bildiği için Hz. Harun'u bu anlayışsızlığından dolayı uyarmıştır.[12]
Peygamberlere Allah'tan vahiy geldiği gibi kendilerine de meleğin ilham getirdiğini söyleyerek vahiy olgusunu sulandırmıştır. Vahiy adını vermemekle beraber kendilerine gelen bilgilerin vahiy gibi Allah'tan olduğu ve peygamberlere getiren meleğin getirdiğini söyleyerek nübüvvet sistemine rakip bir sistemi ortaya koymuşlardır. Kitaplarının Allah tarafından ve ilham yolu ile yazıldığını iddia ederek Kur'an-ı Kerim'e bir nevi alternatif gibi sunmaya çalışmışlardır.
Celaleddin er-Rumî mesnevisinin başında “Alemlerin Rabbinden indirilmedir.” diyerek Kur'an'ın sahip olduğu özelliklere sahip olduğunu iddia etmektedir. Önce Kur’an’ın nitelikleri bildirilen birkaç ayete bakalım: "Şüphesiz Kur'an, alemlerin rabbinin indirmesidir. Uyaranlardan olman için onu Cebrail apaçık Arap diliyle senin kalbine indirmiştir."(Şuara 26:192-195). "Oysa o, değerli bir kitaptır, önünden ve ardından ona batıl gelmez (batıl şeyler ona hiç bir şekilde karışmaz), Hakim[13] ve Hamîd (:övülen) Allah tarafından indirilmiştir."(Fussilet 41:41-42). "Şüphesiz bu yüce bir Kur'an'dır, korunmuş bir kitaptadır, ona ancak arındırılmış olanlar dokunabilir, alemlerin Rabbinden indirilmiştir."(Vakıa 56:77-80)
Türkiye’deki genç kuşakların deizm, ateizm, agnostisizm gibi düşünce akımlarına karşı gözle görülür bir ilgi ve eğilim göstermektedirler. Genç kuşak kurumsal dinden ve geleneksel din söyleminden yani egemen din anlayışından uzaklaşmaktadır. Genç kuşağın uzaklaştığı din, özgürlüğü elinden alınmış dindir. Din, kendilerini dinin muhafazasıyla görevli sayan kesimlerce farklı dini anlayışları dışlayan bir tutumla temsil edilmektedir. Bu kesimlerin temsil tarzını onaylamayan gençler özgür olabilmek için kurumsal dini yapılardan ve bu yapıların dışlayıcı ve kışkırtıcı tutumlarından nefret edip uzaklaşıyor.
Din, Allah tarafından gönderilmiş bir olgu olsa da başta peygamberler olmak üzere din adamları kutsallaştırılmıştır. Dini liderlik, din işleri konusunda topluma önderlik yapmak anlamına gelirken, davranışları eleştirilmeyen bir din adamı sınıfı olarak ruhbanlık meydana gelmiştir. Kur’an Yaratıcı ile bireyler arasındaki tüm aracıları kaldırmış ve bu yüzden İslam’da, dini hiyerarşi ihdas etme anlamında bir ruhban sınıfı oluşmamıştır.[14] Allah’a yakınlaşmak gayesiyle her hangi bir aracı koymak, dinin temel prensibi olan tevhide aykırıdır. Zira bu prensip, kişiyi kula kulluktan (Zümer 39:17) ve kendisi gibi ölümlü varlıklara bağlı olmaktan kurtarır ki, bu da insan özgürlüğünün en güçlü teminatıdır. Zira özgürlük, her hangi bir kişinin, Allah’la iletişime geçtiğini ve gayb bilgilerine sahip olduğunu (Neml 27:65)), ilahi iradenin kendinde tecelli ettiğini ve mutlak hakikatin temsilcisi olduğunu ileri süren beşeri iradelere bağlanmaktan kurtulmaktır. Kutsanmış birtakım dini liderler dini özgürleştirmenin önündeki en büyük engellerdendir.
Tasavvuf müslümanların din anlayışını bozmuştur: Kur’an’da geçerli ve Allah tarafından makbul olan dinin ancak İslam olduğunu, insanların ancak müslüman olmakla Allah'ın azabından kurtulabileceklerini buyurulmuştur: "Allah katında hak din İslam'dır." (Ali İmran 3:19). “Kim İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki aradığı o din kendisinden asla kabul edilmeyecektir ve ahirette zarar edenlerden olacaktır.” (Ali İmran 3:85). Allah'ın yanında makbul ve geçerli olan İslam'ın da bütün temel ve boyutları Kur'an’da belirlenmiştir. Buna rağmen tasavvuf, Allah'ın dinini şeriat, tarikat ve hakikat diye parçalamış Kur’an ahkâmına dinin kabuğu ve zahiri adını vererek kurtuluş için kişinin mutlaka tarikat yolu ile hakikate ulaşabileceğini iddia etmiştir. Onlardaki sapmaları eleştiren âlimleri de sevgiden yoksun kaba softa olarak nitelemiştir. Helal ve haramları tevil ederek Kur’an’ın hükümlerini çığırından çıkarmış ve sonunda İbahiyye[15] mezhebinin ortaya çıkmasına kadar gitmiştir.
Tasavvuf bunlarla kalmayıp, müslümanların ahlakını, Kur’an anlayışını, dine bakışını, ibadet anlayışını ve ahiret inancını da tahrif etmiştir. ‘İslamda tasavvuf’ adı altında yapılan çalışmaların hepsi yanlış çalışmalardır. Boşuna harcanmış emektir. Asıl yapılması gereken “tasavvufta islam var mı” yı araştırmak gerekir. Tasavvuf dinin genetiği ile oynamıştır. Din tasavvuf tutulmasına maruz kalmıştır. Tasavvuf tutulması Kur’an’ın ve aklın dinden çıkartılması demektir. Dini teslim almaktır.
Dini Allah’ın iradesinin dışına çekerek insanı sömürme kurumuna dönüştürenler ilk iş olarak Allah’ın kullarını "Bize köle olun sizi cennete götüreceğiz.” diyerek köleleştirirler. Kur’an bu köleleştirme çarkına düşmemenin reçetesi olarak; “Raiyyeleşmeyin yani davar sürüsüne dönüşmeyin!” (Bakara 2:104) buyurmuştur.
Kur’an anlaşılmaz, meal okumak insanı saptırır, hadisler olmadan Kur’an anlaşılmaz, Kur’an’ı ancak âlimler anlar, Kur’an’ı anlamak için mutlaka tefsirlere müracaat etmek gerekir, mezhepler dini kolaylaştırmıştır, Kur’an’ı anlamak için mezheplere uymalıyız, vb. asılsız söz ve anlayışlar dini/Kur’an’ı esir almaktır. Dini bu anlayışlardan kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmak gerekir. Özgürleşmemiş din müntesiplerini de özgürleştiremez.
Din adına uydurulan şeyleri ortaya çıkarıp dini sadece Kuran’ın denetimine teslim ederken, tartışılmaz olduğu sanılan kişilerin hegemonyasından dini kurtarmak, özgürleştirmek gerekir. Bu sağlanmadan Sünni ile Şii, Alevi ile Hanefi, Şafi ile Caferi kucaklaşamaz. Daha doğrusu herkes tartışılmaz gördüğü insanlardan dinini kurtarıp, tek tartışılmaz olarak Kuran’ı ilan edecektir ki; herkes Sünnilik, Alevilik, Şiilik, Hanefilik etiketlerinden kurtulup, etikete ihtiyaç duymayan Müslüman olabilsin.
Son sözü Kur’an söylesin: Ve derler ki: “Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzab 33:67)
[1] M. Şevki Aydın, “Din Eğitimi Bireyi Kalıplamamalı”, Diyanet Aylık Dergi, Ağustos, 2008.
[2] Bakara 2: 170; Ayrıca Bkz. Maide 5:104; Zuhruf 43: 22; Lokman 31: 21.
[3] Allah’ın, beldeler halkından, Resul’üne verdiği feyler; aranızda zenginliğe neden olan, elden ele dolaşan bir zenginlik olmasın diye; Allah, Resul, yakınlık sahipleri (Allah için malını ve mülkünü kaybetmiş olanlar), yetimler, miskinler ve yol oğlu (Allah için mücadele etmeyi seçtiği için muhtaç duruma düşenler) içindir. Resul size ne verdiyse onu alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan (onu istemekten) vazgeçin. Allah’a karşı takva sahibi (duyarlı) olun. Kuşkusuz Allah, cezalandırması çok şiddetli olandır. (Haşr 59:7)
[4] Emre Dorman 101 Soruda Kur’an, s.254
[5] Emre Dorman 101 Soruda Kur’an, s.256
[6] “İyyake na’büdü ve iyyake nesteîn/yalnızca sana kulluk eder ve yalnızca senden yardım dileriz.” (Fatiha 1:4)
[7] Araf 7:143
[8] Araf 7:55; Mümin 40:60
[9] Gerçek ismi Ahmed-i Sirhindî. Bazı kişi ve çevreler tarafından kendisine İmâm-ı Rabbânî (ilâhî bilgilere sahip âlim) ve “müceddid-i elf-i sânî” (hicrî II. binyılın müceddidi) şeklinde isim ve unvanlar verilmiştir.
[10] Emre Dorman 101 Soruda Kur’an, s.312
[11] Emre Dorman 101 Soruda Kur’an, s.312
[12] Geniş bilgi için bkz.: İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 1/191-196, Harun Fassı, Dr. Afifi neşri.
[13] Her hükmünde tam isabet eden.
[14] “Sonra onların izinden resullerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da gönderdik; ona İncil'i verdik ve izleyenlerin kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Ruhbanlığı biz onlara yazmadık. Bunu Allah'ın rızasını aramak için kendileri icat ettiler. Ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik, ama onlardan çoğu fâsıklardır.” (Hadid 57:27)
[15] Kelime terim olarak “kanunların, dinî emirlerin ve ahlâk kurallarının bağlayıcılığını kabul etmeyip her şeyi mubah gören kimseler” diye tanımlanabilir.
Yorumlar
Yorum Gönder