İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER:

  


İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER:KUR’AN VE AKIL


“Önyargı, aklın kör kuyusudur.” (Mustafa İSLAMOĞLU)


Kur’an’ın en temel gayelerinden birisi insanın anlam arayışında ona yardımcı olmaktır. Büyük bir çaba gösterilerek bilinçsizce tekdüzeleştirilen modern hayat tarzları, anlamı insanın gündeminden sürüp çıkardı. Anlamdan oluşan boşluk ise, para, mevki, dünyevî idealler, fani ilgiler, fani sevgiler vs. insanı nesne konumuna indiren şeylerle dolduruldu. Artık miras olarak alınan din yetmemeye başladı. Çünkü miras olarak alınan din “dondurulmuş din”di, yüzyıllar öncesinin insanına hitap ediyordu. Diğer bir tabirle bu dinin son kullanma tarihi geçmişti. Sorgulama süreci, İslâm ümmeti Kur'an'ı okumayla anlamayı birbirinden ayırmasıyla başladı. Kur'anî anlamda "Oku/ikra’" emri, aynı zamanda "anla, kavra ve anlat" demektir. Birine "Oku" dedikten sonra ayrıca bir de "anla, kavra, anlat" demeye gerek yoktur.


Anlam arayışı sorular üzerine bina edilir. Yani anlam arayışı bir tür cevap arayışıdır, fıtratı arayıştır, öze dönüştür. İnsan aklı; varlık, kâinat, yaratıcı, hayat, ölüm, ölüm sonrası gibi gizemini koruyan konular etrafında dönüp dolaşır. Modern insan “soru”suz bir şekilde hayatını sürdürüyor, ama “sorun”suz bir hayata ulaşamıyor. Sorularını yitiren insan, anlamı da yitiriyor. Anlam arayışı, yaratılış gayesinin farkında olan her insanın içinde vardır. Kur’an böyleleri için anlam arayışına bir cevaptır. İslam dünyası birleştirilmesi istenen iki şeyi ayırdığı için bugünkü trajik durumdadır. Kur’an’ın anlam dünyasıyla, insanın buluşması; vahiy ile aklın kesişmedir. İki denizin birleştiği yerle vahiy ve aklın sembolize edildiğini düşünüyorum (Allahua’lem). Bu anlamda iki âyeti yorumlamaya çalışacağım.


Kur’an’da imgesel ve simgesel anlatım, en yoğun şekilde Adem kıssasında görülür. “Âdem” biz insanları, “şeytan” içimizdeki Allah’tan uzaklaştırıcı kötülük dürtülerini, “ateş” hırs, şehvet, haset gibi dürtüleri, “iblis” Allah’a güvenemeyen yanımızı, “mülk-i la yeblâ” (yıkılmayacak servet ve iktidar) sahip olma hırsımızı, “şecere-i huld” (sonsuzluk ağacı) bunun için son sınırına kadar (bilgiyi, serveti ve iktidarı) toplamayı, biriktirmeyi ifade eder.[1]


1. ÂYET: RAHMAN 55/19-20:


“İki denizi (akıl ve vahiy) birbiriyle kavuşsun diye salıvermiştir. Birbirine kavuşmasını önleyen aralarında bir engel (benlik, yetersizlik, hat) vardır.”


Said Nursi’nin “Mecaz avama inince hakikate dönüşür.” sözünden de anlaşılacağı gibi Kur’an’da imgeler, simgeler ve semboller konusuna Fransız kalan kimileri Kitab’ı hurafeler, mucizeler ve harikalar diyarına çevirmiş durumda… Kur’an’da sembolizm vardır, evet, ama bu helallerde ve haramlarda değil; daha çok metafizikî konuları kavratmada, kimi kıssalarda ve hattâ kıssaların kimi tabir, kelime ve deyimlerindedir. Bu konular tefsir usulü kitaplarının mecaz-hakikat, muhkem-müteşabih bölümlerinde uzun uzun ele alınır.[2]


Bu noktada yapılacak en büyük yanlış, Kur’an kıssalarının tümünü birer tarihsel hakikat veya tümünü kurgusal-fiktif anlatı kapsamında mütalaa etmektir. Kuşkusuz, Kur’an’da tarihsel gerçeklikleri inkâr edilmesi mümkün olmayan çok sayıda kıssanın mevcudiyeti bir mütearifedir. Bunun yanında, Zülkarneyn ve Bilge Kul (Hızır?) gibi tarihin belli bir dönemine yerleştirilemeyen figürlerle ilgili anlatımlar da mevcuttur.[3]


“Âdem-İblis, Bilge Kul-Musa, Süleyman-Belkıs, Zülkarneyn vb. kıssalara demitolojizasyon tekniğini uygulamak Kur’an’ın şânını haleldar eder mi?” sorusuna cevap vermek lüzumu hâsıl oldu gibi. Bize göre Kur’an’daki bazı kıssaları demitolojize etme girişimi, ilâhî vahye inanç ve bağlılık temelinde hiçbir risk içermez. Çünkü Kur’an, sıkça telaffuz edildiği gibi bir tarih kitabı değildir. Tabiatıyla tarihsel malumat aktarma gibi bir hedef de gözetmemektedir. O, baştan sona dinî-ahlâkî bir mesajdır. Muhtevasını oluşturan bilgi malzemesi, tümüyle bu mesajın muhataplara açık ve anlaşılabilir bir şekilde aktarımına hizmet etmektedir.[4]


Geniş bir ilme ya da bilgiye sahip olan veya ilimde ya da bilgide geniş bir sahaya hakim olan kişiye de bahr/derya denir. Ettebahhur fil ilm/geniş bir ilme sahip olmak anlamına gelir. (Müfredât, Râgıb el-Isfahâni). Bu anlamda akıl/fıtrat ve vahiy iki deniz/deryadır. İttihat sırrıyla iki tane 1 yan yana gelse 11 kuvvetinde olur. Fakat geçen İslami süreçte iki tane 1 hep alt alta toplatılarak 2 kuvvetinde bırakılmıştır. Hicri 3. asırdan sonra patinaj yapan İslam düşüncesi bunun en açık şahididir.


Bu iki su kütlesinin nitelikleri Furkan 25/53’te verilir… Bu iki âyet, lafzi delaletin ötesinde mümin ve kâfirin iman ve küfrüyle alakalı olarak okunabilir. Yine, birbirine değen fakat karışmayan iki deniz bilinçaltı ve bilinçüstü olarak da yorumlanabilir.[5]


Âyeti, somut iki denizin birbirine karışmaması şeklinde yorumlayanlar, bilimi âyete doğrulatma çabası içine girmişlerdir. Kur’an’ın indiği dönemde deniz altında hangi incelemeler var ki, bununla işaret edilen denizlerin birinin suyu tatlı, diğerinin suyunun acı olduğu sonucuna varılmıştır. Ya da sebebi nüzul olarak hangi sual üzerine bu âyet nazil olmuştur. Aynı durumda dünyada sadece (biri acı, diğeri tatlı suya sahip) iki deniz mi var? Birden fazla deniz varsa âyeti nasıl anlayacağız? Bilimden Kur’an’a bir seyr her zaman bizi doğru yoruma ulaştırmayabilir fakat, Kur’an’dan bilime bir seyr daha sağlıklı ve Kur’ani bir yaklaşımdır.


Ama bence bu âyetlerde daha derin bir şey söyleniyor, daha derin bir ahlaki ve insani karşılığı var. Ne bu karşılık? İman ve küfür. İki deniz, iki ayrı inanç, iki ayrı bakış açısı, iki ayrı hayat tarzı, adeta Mekke’deki Müslümanlar’a bir teselli bu. Siz küfür denizi içindesiniz, fakat karışmıyorsunuz. Allah sanki aranızda bir duvar var gibi sizin imanınızı koruyor. Mekke’deki ortamın bir ifadesi aslında. Karıştırmıyor sizi, sizin imanınızı görünmez duvarlarla koruyor. “..sedden ve min halfihim sedden feağşeynahüm fehüm lâ yubsırûn.” (Yâsin 36/9) adeta Yasin Sûresi’ndeki bu âyete bir gönderme. Önlerinde bir set, arkalarında bir set var, göremezler, göremiyorlar. Dolayısıyla görünmez duvarlarla Allah kendisine iman edenleri koruma altına alıyor. Sanki böyle bir ima var gibi geliyor bana.[6]


Akıl ve vahiy, ikisi de derin bir ilim/bilgi sistemine sahiptir. Fakat akıl bilgi sisteminin doğru çalışması, vahiy bilgi sistemin akıl bilgi sisteminin üzerine kurulmasıyla mümkündür. Akıl altyapı, vahiy üstyapıdır.


İslam düşünce tarihinde aklın vahiy karşısında rakip gibi görülmesi, aklın işlevsel hale gelmesini engellemiştir. Allah’tan gelen vahiy karşısında aklın, böylesi bir otoriteye rakip olabilmesi zaten beklenemezdi. Akıl/kalp vahyin taşıyıcısı idi. Zarf mazrufa nasıl denk düşebilirdi! Üstelik bütün soru(n)ların kitapta cevabının yer aldığı tartışma götürmez bir öngörü haline geldikten sonra, akıl için sadece kitabı okuyup doğru olarak anlamaktan başka bir çıkar yol kalmamaktaydı, öyle de oldu. Aklı rivayetin otoritesine teslim ettiğimiz gün zaten bu makus talihi kendi ellerlimizle meşrulaştırmıştık.


Vahyin vahiy olduğunu değerlendirecek olan akıldır. Akıl sorumluluğun kaynağıdır. Aklın varlığı yeterli değildir, vahye ihtiyaç duyar. “İnsana bilmediğini öğretti. İş, sanıldığı gibi değil! İnsan gerçekten azar. Kendisini her türlü ihtiyacın üstünde görmüştür.” (Alak 96/5-7). Allah’ın niteliklerinin bir kısmını akılla bilebiliriz, bir kısmını bilmeyiz. İnsanlar arası ilişkileri düzenlemek ve adaleti ikame etmek ancak vahyin bilgisiyle mümkündür. Vahiy, insanın doğasının aklı yanıltmasına engel olur. Hevanın saptırmalarına karşı vahyin uyarıları gereklidir.


Aklın iyi çalışması ve vahiyle buluşmasının önünde engeller vardır. Onlar: Aklı küçümseme, eski bilgi, aklı kullanmamayı özendirme, aşırı duygusallık, aklın kiraya verilmesi, dinden çıkma tehdidi gibi.


Kur’an’da aklını kullanarak yanlışa düşmek diye bir kavram olmadığı gibi, Kur’an terminolojisi, yanlışa düşmeyi, akıldan ayrı heva ve hevese tabi oluş olarak nitelendirir. Akıl nitelikleri ve fonksiyonlarıyla tanınır. Kur'an fonksiyonel akla dikkat çeker. Konuyla ilgili âyetler şunlardır:


“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece onların akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları olsun. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.” (Hacc 22/46).[7]


“Hevalarını (arzularını) ilah edinen kimseyi gördün mü? O halde sen mi koruyucu olacaksın? Yoksa onların çoğunun söz dinlediğini veya akıllarını kullandığını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler, hattâ daha da şaşkındırlar.” (Furkan 25/43-44). “… Allah, aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini işte böyle açıklıyor.” Nur 24/61, Bakara 2/242.[8]


Tarihte akıl konusunda iki aşırılık olmuştur: Birincisi aklı mutlaklaştıran ve akla sorgusuz sualsiz teslim olan "akılcı" görüştür. Bu tutum dengesizlik ve ifrattır. Çünkü akıl amaç değil, araçtır. Her araç amaçlaştırıldığında yoldan çıkar. Akıl kendisini taşıyamaz olur. Tanrılaşır, küstahlaşır, haddini aşar, sınır tanımaz. Kur'an böylesi bir aklın faaliyetine fikir diyor. Yani sığ ve hakkı verilmemiş düşünce. Müddessir Sûresi’nin 18. âyet ve devamında anlatılan akıl buna örnek verir. (Kur’an’daki diğer bir tanımlama ise tefekkürdür.. Derin ve hakkı verilmiş düşüncedir). İkincisi aklı atıl bırakan, onu çalıştırmayan ve kullanmayan, ona hep güvensizlik besleyen, hattâ onu yeren dengesiz yaklaşım. Bu da tefrittir. Kur'an'da 800 yerde farklı formlarla akla, tefekküre, öğüt almaya atıf yapılır. Kur'an'ın bu kadar çok atıf yaptığı konu gerçekten azdır. Evet, akletmeden din yaşanmaz. Burada denge altın kural: Aklı dinin süvarisi değil, dinin atı yapmak lazım. Vahiy binici, akıl at, araba hayattır. Atı arabanın arkasına koşmamak lazım. Ama süvarinin sırtına da yüklememek lazım. Bu konuda dengeli tavır İbn Rüşd'ün ifadesiyle "Bir annenin iki memesinden emer gibi." nakil ve aklı hikmet ve hakikatin iki memesi bilip onlardan beslenmektir. Birini kanser edip aldırmamaktır.[9]


2. ÂYET: KEHF 18/60-63:


60- Hani Musa, genç arkadaşına "Hiçbir güç beni durduramaz, ya iki denizin birleştiği yere varırım, ya da yıllarca yol yürürüm" demişti.


61- İki denizin birleştiği yere vardıklarında yanlarındaki balığı bir kenarda unuttular, o da bir yeraltı deliğinden kayarak denize kaçtı.


62- İki denizin birleştiği yeri geçtiklerinde Musa, genç arkadaşına, "Azığımızı getir bakalım, gerçekten bu yolculuğumuzda çok yorgun düştük" dedi.


63- Genç arkadaşı Musa'ya "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum, bana onu hatırlatmayı unutturan mutlaka şeytandır, balık şaşırtıcı bir şekilde canlanarak denize kaçtı" dedi.


Akıl ve vahyin birleştiği zamana ulaşınca akılları vahye teslim oldu. Yola devam ederlerken akıllarını (balık) unuttuklarını hatırladılar. Aklı kullanmaya geri dönelim dediler. Sadece akıllarını kullanmanın yanlış olduğunu hatırlayıp gerisin geriye akıllarıyla vahye döndüler. Orada kendine ilim verilen bir kul buldular.


“…balığı bir kenarda unuttular, o da bir yeraltı deliğinden kayarak denize kaçtı.” Yalnız bırakılan akıl (balık) rehbersiz kalınca hadiseler denizinde kaybolur gider.


Hadiselerin görünen ve görünmeyen yüzleri hakkında Kemal SAYAR şöyle der: Görünen her şeyin bir de görünmeyen bir yüzü vardır. İki deniz, akıl/fıtrat ve vahiy, varlık ve yokluk, hayat ve ölüm, yok oluş ve kalıcılık denizleridir. Geçmiş ve gelecek, karanlık ve aydınlık, geçici olan ile ebedi olanın denizleridir. Ruhun yolculuğu zıtların birliğini arar. Bu yolculukta Bir Kul, Musa'ya eşyanın hakikatini gösterir, görünen her şeyin bir de görünmeyen bir anlamı olduğunu gösterir. Yapıp ettiği şeyler bilinen yargılara, ahlaki anlayışlara terstir. Ama sonunda anlarız ki bu eylemlerin derininde bir anlam, farklı ve derin bir görüş vardır. Bu aslında vehimler dünyasından hakikate yolculuktur. Bu yolculukta ego ölürken ruh hayat bulur. Ruhun doğumuna ebelik eden Bir Kul, yanılsamaları yıkar ve ruhun arayışına anlam ve yön verir. Böylece öğrencisi yeni bir görüş kazanır, sıradan görünen eylemlerin altında yatan anlam ve derinlik bu görüşle keşfedilebilecektir.


Anlam arayışı, anlamlı bir hayatı gerektirecektir. Çünkü pratiğe geçmeyen felsefi bir anlam arayışını Kur’an reddeder. “Ey iman sahipleri! Yapmayacağınız şeyi neden söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük bir günahtır.” (Saff 61/2-3). Akıl ve vahyin referanslarıyla hayatın sosyal ve psikolojik unsurlarına çözüm yolları ortaya koyarak hayatı anlamlandırabiliriz. Vahiy akla geniş bir alan açmıştır. Bu alanı tevillerle kapatmaya hiçbir yapının hakkı yoktur. Dogmalar, hurafeler, dine eklemelerin temelinde hep aklı dışlamak veya teslim almak vardır.


Modern hayat tasavvurcuları insanlığı perişan etti, tabiatını bozdu. İnsan anlamını yitirince hayatı, varlığı da anlamsızlaştırdı. Kendisinin olmayanı kendisinin farz ederek dünyayı işgal edip dünyayı mülteci kampına çevirdi. Havayı-suyu zehir, uzayı çöplük etti. Ve şimdi dünyadan kaçmanın yolunu arıyor. Halbuki yüzünü de yanlış yere döndü. Vahye/fıtrata/özüne dönecekti. Allah’tan değil, Allah’a kaçacaktı (fe-firrû ilallâh).


İnsanın en temel eğilimlerinden biri olan "iman/güven" kavramlarını, beşeri ideolojiler; yani aklın kurguladığı sistemler çözememiştir. Beşeri fikir ve ideolojiler, insanın varlık sorularına tatmin edici cevaplar verememektedir. Nereden geldiğini, nereye gideceğini, gideceği insanı nelerin beklediğini ya izah edememekte, ya da izahları kalpleri tatmin edememektedir. Hiçbir beşeri fikir ve ideoloji, ölüm korku ve kaygısından insanı kurtaramamakta, insanı ölümle barıştıramamaktadır. Yalnızca din, şehadet gibi bir kavramı insan hayatına sokarak ölümü insanın gözünde güzelleştirebilmiş, insanın ölümü kabullenmesini kolaylaştırabilmiştir.


İyi anlamlandırılmamış, dayatılmış ezber dinî bilgiler sahibine pek yarar sağlamaz. Çünkü böyle biri körü körüne bağlanmaya, içe kapanıp bağnazlaşmaya, tutuculuğa mahkûm olur. Ezber bilgileri en küçük itiraz rüzgârında savruluverir. Bilgileri sorgulama imkânı bulunca, bunları savunma gücünü kendilerinde bulamazlarsa, kabullenmekte zorluk çekmekte veya kolaylıkla terk edebilmektedirler. İnsan fıtratının tutarlılık arayışı/anlam arayışı, bireyin tabi tutulduğu eğitim ve elde ettiği bilgilerin niteliğiyle doğrudan ilgilidir. Ezberci bir eğitim, bu tutarlılık arayışını yok ederken, anlamlı öğrenmeyi gerçekleştiren eğitim, bunu besleyip geliştirmektedir. Aklın kurgulayıp tanzim ettiği eğitim sistemleri akıl/fıtrat ve vahyi buluşturacak bir format geliştirmelidir.


Kur'an işlevsel akıl istediği için, akla atıf yaptığı her yerde, akıl kelimesini değil de taakkul (aklı işletmek) tâbirini kullanır. Kur'an bu konudaki uyarısını çok açık ve sert yapmaktadır: "Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik atar." (Yûnus Sûresi 10/100).


İşlevsel aklın devrede olması için yaşadığı toplum tarafından üreten aklın önünün açılması gerekir. Ancak içinde olduğumuz durum değerlendirildiğinde, üreten akılların söyledikleri, yazdıkları, adresine ulaşmamış, açılıp okunmamış mektuplar gibidir. Velev ki ölüme çare içersin!


Hülasa: Kur’an anlaşılmak için aklın arzına nazil olmuştur. Mustafa İslâmoğlu’nun dediği gibi akıllar da anlamak için sözün arşına miraç etmelidir. Maksadımız mevcut meal ve tefsirlerle ve kendi yorumumuzla Kur’an’ın anlamlarının dondurulması değil, yeni anlamlara kapı aralamaktır. Rahman 19 ve açılımı olarak yorumlanan Kehf Sûresi’nde geçen iki deniz ifadesinde suyu (mâuhu) ifadesi geçmediğinden âyet illa zahiri anlamına yorumlanacak diye bir şart yoktur. Kehf Sûresi’nin 53. âyetinin 52. âyetiyle olan bağlamına baktığımızda da iki denizden biriyle kâfir (tuzlu ve acı) kastediliyor diyebiliriz. Rahman Sûresi’nin 19. âyetinden önce de insan anlatıldığına göre insanda bu anlamı aradığımızda da bunun can ve beden olarak anlamak mümkün görünüyor. Çünkü can ve beden iki deniz gibi birbirine geçiyorlar. Can bedene girince ikisi birlikte inci gibi hakikatler çıkıyor. Anne yumurtası ve baba spermine de işaret olabilir. Doğan çocuklar inciden değersiz mi? Bunlar inciden daha büyük nimetler değil mi? “el-bahreyn” kelimesinin başındaki “el” takısı marife/belirlilik için gelir. Bu her insanın farkına varsın veya varmasın kedisine işaret ettiği anlamına gelir. Bu anlamlar metne daha uygundur. Çünkü ontolojik varlık oluşları kesin olamayan cinlerin bu iki deniz nimetinden –inci, mercanla- istifadelerini açıklamak mümkün olmayacaktır. Ezberin tekrarından ibaret kalacaktır.


İmam Cafer’e nispet edilen “Akıl içteki peygamber, peygamber dıştaki akıl.” sözü; akıl-vahiy bağlamını anlatan harika bir tespittir. İçteki peygamber olan akıldan nasibi olmayanların, vahiyden bir hayır görmeleri mümkün değildir. Hayatın ve insanın komuta merkezi akıldır. Vahiy ve aklın birleşip kucaklaşması nûr üstüne nûrdur. Nûr Sûresi'ndeki 'nûr üstüne nûr' (24/35) ifadesi işte bunu göstermektedir. Acı bir tespitle aklı yeniden dirilteceklere selam olsun!


[1] İhsan ELİAÇIK

[2] İhsan ELİAÇIK

[3] Mustafa ÖZTÜRK, Kıssaların Dili, 99

[4] Mustafa ÖZTÜRK, Kıssaların Dili, 98

[5] Mustafa İSLÂMOĞLU, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal Tefsir, 1070

[6] Mustafa İSLÂMOĞLU, Tefsir Dersleri

[7] Bakınız Hucurat 49/3-5, Yunus 10/15-16, Yusuf 12/7-10, 109, Araf 7/169, En’am 6/32, , Bakara 2/44-46, 75

[8] Hadid 57/17, Âl-i İmran 3/118

[9] http://www.mustafaislamoglu.com/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

EZBERE TESLİM OLMAK