BİLİNÇ KUŞANMAK

  

BİLİNÇ KUŞANMAK

 

Müslümanlar olarak, durduğumuz yer ile durmamız gereken yer arasında büyük tezatlar/uçu­rumlar var. İnançlarımız var, ancak bu inançları toplumsallaştırabilecek ve tarihin içerisinde gerçek kılabilecek yeteneklerimiz, aşkımız ve irademiz yok. Sahip olduğumuz bilgi, kültür, birikim, bilinç, karşı karşıya bulunduğumuz sorunları çözümleyebilmemiz için yeterli değil. Ne yapacağı­mızı bilmekle, bunları hangi kadrolarla gerçekleştire­bileceğimizi bilmek çok farklı şeylerdir.

 

Bir toplum bulanık, bir ortamda tam olarak ne yapması gerektiğini kestiremez. Her belirsizlik bireyleri de, toplumları da bilinçli bir şekilde hareket etmekten alıkoyar. Çıkar ve propaganda savaşları insani değerlerin bütünüyle kokuşmuş oldu­ğunu gösteriyor.

 

Müslümanlar bilinç yetersizliğinden dini söy­lem aracılığıyla, sorgulamaya izin vermeyen, itaat üzerine yapılandırılan cemaatlerin kuşatması altındadır. Kitlelerin kolaylıkla kandırıldığı, sömü-rüldüğü, liderleri aracılığıyla nesneleştirildiği açıkça görülmekte ve bu süreç günden güne hızlanmaktadır. İdeolojik ve politik mülahazalarla, çıkar mülahazalarıy­la bir korku iklimi oluşturuluyor. 

 

Müslümanlar olarak, tevhit-şirk, yeryüzünün halifeliği, liderlik, kurumlar, yerel ve küresel toplum mühendisliği, genetiği değiştirilmiş dindarlık, Kur’an ve peygamber tasavvuru, şirk sistemlerinin payandası olma meseleleri noktasında bilincimizi vahye ve Hz. Peygamberin örnekliğinde güncellememiz gerek-mektedir.

 

Yeryüzünde tevhit ve adaletin tesisi, şirkin iktidarına son vermekle olur. Şirk iktidarının sacayağı ise Firavun, Karun ve Belam’dır. Tarih boyunca şirkin sacayağı olan bu üç alandan birinin terk edilmesi mücadelenin daha baştan kaybedilmesi demektir.

Müslüman kendisine misyon olarak yeryüzünün halifeliğini seçmelidir. 28 Şubat sonrasında Müslümanlara mikro iyileştirme çabaları olan insanı yardım faaliyetleri, eğitim seminerleri, sendikalar, STK’lar vb. alanlar gösterilmiştir. Müslümanlar bu alanları kabul etmekle edilgenliğe düşmüşlerdir. Böylece kapitalizm de yükünü hafifletmiştir. Müslümanların bu gayretlerini kapitalizm kendi vicdanı olarak lanse ediyor. Bu faaliyetler ancak İslami yapılanmanın ekseni olan tevhit çerçevesinde anlamlı olabilirler.

Tevhit Allah’tan bağımsız hiçbir alan tasavvur etmemektir. İslam’ı ideolojik formlarla kirletmeden toplumlara ulaştırmakla sorumluyuz. Toplumsal ve siyasal pratiklerimiz İslam’a özgü formlar içinde olmalıdır. Laiklik, demokrasi, sosyalizm, kapitalizm, liberalizm hâsılı bütün izimler alkol gibidir. Şişede durdukları gibi durmazlar. İslamcılık iddiasında bulunanların çoğu bugün bu izmlerle hem kendileri sarhoş olmakta hem de peşinden gidenleri sarhoş etmektedirler.

İslamın vizyonu, kişilerin liderliği değil, ilkelerin liderliğidir. İslamın öngördüğü örgütlenme yatay örgütlenmedir. Oysa Müslümanlara musallat olmuş örgütlenme pramit örgütlenmedir. Lider ve dar kadronun mutlak belirleyici olduğu bu örgütlenme biçiminde lider ve lider kadro ne tarafa dümen kırarsa takipçileri (:liderlerin sürüleri) sorgusuz sualsiz o tarafa dümen kırmak zorundalar. Aksi halde bir şekilde kendilerini dışarda bulurlar. Oysa yatay örgütlenmede liderler ölçü ve ilkelere uymaya davet edilir.

Kurumlar araç olmalıdır. Ölçü, ilke ve sınırları baştan çok iyi belirlenmeyen kurumlaşma çabalarının bir noktadan sonra Müslümanları ve İslami mücâdeleyi kuşatmaya başladığını, araç olma vasfını yitirip amaç haline geldiği, Müslümanların şahitlik misyonunu engelleyen, bâtıla, tağuta karşı açık ve net muhalefet noktasında onlara ayak bağı olan bir yük hâline geldiği acı tecrübelerle sabittir. İslam’ın hâkim olmadığı mevcut şartlar içerisinde, Müslümanların ancak özgün güçleriyle kuşatabilecekleri sınırlı kurumlaşmalarla yetinmeleri gerekir. Aksi durum eksen kaymasını netice verir.  Müslümanlar “söz”ün/vahyin taraftarları ve taşıyıcılarıdır.  Müs-lümanların meydana getireceği kurumlar da ancak bu çerçevede bir anlama ve meşruiyete sahip olabilirler. Müslümanlar yeryüzünde gücün sözüne karşı “söz”ün gücünü tesisle mükelleftirler.

Yerel ve küresel toplum mühendisliğinin zihin biçimlendirmesinden kendimizi korumalıyız. Toplum mühendisliği bir sosyolojik şekillendirme olarak tasavvur edilebilir. Gözlemlerden, belge ve istatistiklerden yola çıkarak aynı zamanda sosyoloji ve tarih biliminin de katkısıyla toplumu dönüştürmek, toplum mühendisliğinin asıl gayesidir. Bunları gerçekleştirirken televizyon, gazete, internet gibi her türlü medya toplum mühendislerinin işini çok daha kolay hale getiren unsurlardır. Toplum mühendisliği, insanların ne kadar üreyebileceği, ne şekilde inanacağından tutun ne kadar dinleneceğine, hangi kitabı okuyup, seçimlerde hangi partiye oy vereceğine kadar yaşantılara müdahil bir meslektir.

Medya bireylerin bilgi, duygu, düşünce, inanç, tutum ve davranışlarını etkileyebilecek çok büyük bir güce sahiptir. Sadece kişilerin değil, aynı zamanda toplumsal grupların, toplumsal örgüt ve kuruluşların, kısacası bütün toplumun ve kültürün, medyanın biçimlendirici ve belirleyici etkisinden kurtulabilmesi epey zor görünmektedir.

Medyanın bir diğer işlevi toplumu homojen bir yapı olarak şekillendirmeye çalışmak ve onu tek tip bir kitle haline getirmektir. Toplumun kurgulanışı hakim güç tarafından denetlendiği için topluma kazandırılmaya çalışılan mana ve değerlerde egemen güç tarafından belirlenir.

Genetiği değiştirilmiş dindarlık Müslümanların en önemli sorunudur. Küresel güçler tarafından zihinsel genetiği (:paradigması) değiştirilen Müslümanların din algısı baştan sona sorunludur. Allah’ın dini bir hayat nizamı olmaktan çok kişisel arınma meselesine indirgenmiştir. Dine teslim olmak yerine, dini teslim almaya dayalı bir dindarlık anlayışı yaygınlaşmaktadır. İslam’ın ilke ve ölçüleri üzere bir hayatın inşası bilinci yerine, İslam’ı, sekülerizmin belirleyici olduğu mevcut işleyişe iliştirme ve mevcut işleyişi iyileştirme tavrı öne çıkmaktadır. Bu dindarlıkta Allah’ın dini kurucu bir özne ve paradigma olarak değil, kapitalist üretim ve tüketim süreçlerinin belirleyici olduğu mevcut işleyişe ahlaki bir vasıf kazandıran bir aracı bir nesne işlevi gördürmektir.

Kur’an tasavvurumuz: Kur’an’ı hayata taşıma konusunda en önemli nokta, Kur’an’a bakış açımızdır. Kur’an bizim için nedir, nasıl bir kitaptır? Tarihî bir miras mı? Arap dilinin harika bir edebî ürünü mü? Tılsım, üfürük, muska malzemesi mi? Fizikî hastalıkların ilacı, ölülerin ruhlarını sakinleştiren bir terapi aracı mı? Bilimsel araştırma kaynağı mı? Gönlümüzü dinlendiren bir mûsîki mi? Bir geçim aracı mı? Yoksa hayat kitabı mı?

İnsanın okuduğu kitap/metin konusundaki tasavvuru söz konusu metnin anlaşılmasında son derece belirleyici bir etkiye sahiptir. Bu sebeple Kur’an’ın anlaşılmasında ve yorumlanmasında Müslüman birey ve toplumların tasavvurları çok çeşitlidir. Bu tasavvurlardan fazlaca yaygın olarak şunlar göze çarpmaktadır. Kur’an, geçmişle ilgili haberler taşıyan en doğru tarih kitabı, gelecekte olacak hadiseleri haber veren “kehanet” kitabı, yüksek edebiyat ve belagat özelliği taşıyan edebi şaheser, bütün bilimsel verileri içeren kitap, insanla ve tabiatla ilgili yaş kuru ne varsa her şeyi içeren kitap.

Kur’an’ın geçmişle ilgili en doğru bilgileri içerdiği şeklindeki tasavvur, Kur’an’ın kıssa tekniği ile hedeflenen mesaj verme amacını aşmakta ve Kur’an’ı tarih kitabı haline getirmektedir. Kur’an’ın gelecekle ilgili haberleri veren bir kitap tasavvuru, bütün bilimsel verileri içeren kitap ve insanla ve tabiatla ilgili yaş kuru ne varsa her şeyi içeren kitap tasavvuru, Kur’an’ı bilimin payandası olarak görmedir.

Kur’an’la ilgili yüksek belagat özelliği taşıyan edebi şaheser tasavvuru, belki de en fazla Kur’an’ın canlı muhatabını yani cahiliye Arapları ilgilendiren şekilsel edebi özelliği ön plana çıkarmakta ve mucizeliği bu noktada aramaktadır. Bu tasavvurla Kur’an’ın asıl hedefi olan mesajının her dönemdeki genel geçerliği, evrenselliği, tüketilemezliği ve çelişmezliğini içeren bir muhtevaya sahip olması geri plana atılmaktadır.

Yukarıdaki tasavvurlardan sonra karşımıza, Kur’an’ın rehberlik ettiği konuların ne olduğu, Müslümanların onda ne araması gerektiği, Kur’an’ın temel amaçlarının sağlıklı bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlayabilecek şu Kur’an tasavvuru ortaya çıkmaktadır: Kur’an, insanın itikadi, ahlaki, ameli, ibadi, hukuki, iktisadi ve ictimai hüküm ve ilkeler koyup hayata rehberlik eden bir kitaptır. Kur’an’a böyle bir tasavvurla yaklaşılırsa Kur’an öğretilerinin her çağda hayata geçirilmesi mümkün olur ve herhangi bir tarihsel dönemde tüketilemeyen model çözümler onda bulunabilir.

Peygamber tasavvurumuz: İslami düşüncenin merkezi kavramlarından biri de Peygamber tasavvurudur. Doğru bir İslam anlayışının oluşabilmesi için Hz. Peygamberin konumunun doğru anlaşılması gerekir. Her fırka her anlayış, her grup kendine ait bir peygamber tasavvuru kurgulamıştır. Farklı peygamber tasavvurlarının oluşmasındaki temel amaç, kendi görüşünü ve eylemini onaylatacağı bir peygamber tasavvuru oluşturmaktır. Bu yanlış tasavvurlar aşırı yüceltmeci ve indirgemeci tasavvurlardır. Yanlış peygamber tasavvurlarından arınmak Kur'an'ın Hz. Peygamberi hangi sınırlar içinde tanımladığının belirlenmesiyle mümkün olur.

Aşırı yüceltmeci tasavvurun temelinde cahiliye aklından kaynaklanan peygamber tasavvuru, Hıristiyanlık etrafında üretilen Hz. İsa anlayışının İslam’a transferi, Yahudi kaynaklarından taşınan bilgiler ve grupların kendilerine meşruiyet sağlamak için geliştirdikleri kurgulardan kaynaklanır. Hz. Peygamberden sonra her ekolün kendilerinin görüşlerini meşrulaştırmak için ürettikleri uydurma hadis külliyatı da peygamber tasavvurunu oldukça zedelemiştir.

İndirgemeci tasavvur ise Hz. Peygamberi neredeyse bir posta memuru konumuna indirgeyerek tanımlamaya çalışmaktadır. Bu yaklaşım hadis karşıtlığı, Hz. Peygamberi tamamen devre dışı bırakan Peygambersiz bir Kur’an algısı etrafında toplanır.

Siyasi sistemler toplumdan kendine payandalar var etmeden ayakta duramazlar. Birbirinin açıklarını kapatan biri yıprandığında diğerini sahneye sürerek kendi bekasını sağlama yoluna giderler. Aksi halde kolay yıpranır, toplumun tepkilerine muhatap olur, krizlerle maruz kalır siyasi hayattan silinmekle karşı karşıya kalır. Bir sistemin bünyesinde farklı eğilimler barındırması, kendisine manevra alanı kazandırır. Toplum muhafazakârlaştıkça muhafazakâr liderler, sekülerleştikçe de laik liderler sistemi ayakta tutarlar. Yıpranan eğilimin sahneden çekilip yerine imaj tazeleyen diğer eğilimin sahneye sürülmesiyle sistem zaman kazanır, kendini tazeleme imkânına kavuşur.     İşte Batının demokrasiden beklentisi ve sürekli demokrasiye vurgu yapmasının altında yatan sebep şirk sistemlerine manevra alanı oluşturmaktan başka bir şey değildir. Sistem değişmez ama sistemin başına duruma göre Salamon duruma göre Süleyman geçer. Müslümanlar olarak cahili sistemin bekası için tasarlanmış olan bu "demokrasi oyunu"nda rol üstlenmemiz ve yer almamız istenmektedir. Müslümanlar Kur’an’ın ölçüleri ve Hz. Peygamberin örnekliği ışığında kendi siyasetlerini belirlemeli, kendi yollarında yürümelidirler. Cahili sistemle bütünleşen değil ayrışan, davet eksenli, açık, net, şeffaf bir mücadele ile İslami bir toplumun tesisine çalışmalıdırlar.

Bir toplumun kalitesi o toplumu oluşturan bireylerin kalitesiyle doğru orantılıdır. Toplumsal değişmenin yasasını teşkil eden;  “Siz kendi benliklerinizde olanı değiştirmedikçe Allah da toplumunuzu değiştirmez” (Ra’d /11) derken, sosyolojik bir kanuna atıfta bulunmaktadır. Yani,  değer odaklı ve merkezli bir toplum arzuluyorsak, önce kendimiz değeri merkeze koymamız gerekmektedir.

İnsanlığın vahyin ve Hz. Peygamberin örnekliğine ihtiyacı var. Bu kendisini Müslüman olarak niteleyen insanların omuzlarına ağır bir sorumluluk yüklüyor. Bu sorumluluğu da ancak tasavvurunu, aklını, şahsiyetini vahiyle inşa edenler yerine getirebilir. Bugün Müslümanları dünyevileşme ve bunun sonucu olarak da güç zehirlenmesi kuşatmıştır. Bu buhrandan vahiy burhanıyla ve Hz. Peygamberin örnekliğiyle çıkılabilir.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

EZBERE TESLİM OLMAK