İMANIN İTİKADA DÖNÜŞMESİ
İMANIN İTİKADA DÖNÜŞMESİ
Müslümanda diri, artıp eksilebilen, canlı ve dinamik olması gereken imanın edinilememesi ateşe benzeyen imanın küle benzeyen itikada dönüşmesi bütün sorunların baş sebebidir. Bunun sorumlusu Mürciedir. İman ve amel ikisi birbirine bağlıdır. Yani aralarında sebep-sonuç ilişkisi vardır. İman olmayınca, amel de olmaz. Yani “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz”.
Kur’an imanı tanımlayıp mümini buna göre tanımlamak yerine, mümini tanımlayıp imanı buna göre belirlemektedir.[1] Müminun suresinin ilk ayetleri buna delidir:
Mü'minler gerçekten felah bulmuştur; Onlar salatlarında (:yöneliş ve bağlılıklarında) hûşû içinde olanlardır; Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir; Onlar, zekata(arınmaya) ilişkin (söz ve görevlerini mutlaka) yerine getirenlerdir. Ve onlar ırzlarını koruyanlardır; Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda kınanmış değillerdir. Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir. (Yine) Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir. Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır.[2]
Peşinden gelen 10. ayet ise imanın dünyevi gaye ve hedefine işaret ederken; 11. ayet ise imanın uhrevi hedef ve gayesine işaret etmektedir.
İşte (yeryüzünün hakimiyetine) varis olacak onlardır. (Muminun,10). Ki onlar Firdevs (cennetlerin)e de varis olacaklardır; içinde de ebedi olarak kalacaklardır. (Muminun, 11).
Bakara suresinin ilk ayetlerinde (2-5) müttakîlerin vasıfları açıklanırken, aynı zamanda nelere iman edilmesi gerektiği de topluca açıklanmaktadır. Felaha ermek/kurtulmak isteyen, gayba (Allah, ahiret) kesin iman edecek, salatı (dine, Allah’a destek ve yönelişi) ve infak amelini yerine getirmeye başlayacaktır. Yani iman ve amel edilecek hususlar zikredilerek mümin tanımlanmaktadır. Kur’an, meseleye mümin, kâfir, münafık olarak bütüncül bakmaktadır.
İslam’ın erken döneminde “iman-amel İlişkisi” bir problem olarak ortaya çıkmış ve başlıca üç tarzda teorileştirilmiştir. Hariciler, ameli yani yapılması veya kaçınılması gereken helal ve haramları, emir ve yasakları, imanın parçası olarak görmüş ve ameli ihmal edenleri tekfir etmiştir. Buna karşılık, Mürcie, bu görüşün tam zıddı olarak iman ve ameli birbirinden ayırmış zihinsel tasdik olarak “akaid” e indirgemiştir. Yani hiç ameli olmasa da, tasdiki olan kişi mü’min ve Müslümandır. Müslüman olmak için amel zorunlu değildir; olsa, daha iyi olur. Hariciliğin yaratmış olduğu şiddet ve iç savaştan sonra kuru tasdik Sünniliğin resmi görüşü olmuştur. İslam’ın geniş kitlelere yayılmasını ve iç barışın sağlanmasını temin etmiştir(!). Mu’tezile ise, tasdiki olduğu halde, ameli olmayan kişiyi: “El-menziletü beyne’l menzileteyn =iman ile küfür arasında bir yerde” olarak nitelemiştir. Yani böyle birisi, Mü’min-Müslüman kimliğini hak etmediği gibi; böyle birine “Kâfir” de denemez. Çünkü tasdiki başarmıştır. Bu konumu Türkçeye “İki arada bir derede” olarak çevirebiliriz. Hariciler ve Mu’tezile, böylesi kişilerin, -tövbe etmedikleri takdirde- ahirette kesin olarak azap göreceğini ileri sürerken; Ebu Hanife ve Mürciîlik, bunların ahiretteki durumunu, Allah’a havale etmiştir (İrca).
Bu görüşleri, Kur’an açısından değerlendirdiğimizde, dünyadaki durumu izah bakımından Mu’tezile’nin görüşü, daha tutarlı iken; ahiretteki durumu izah açısından, Sünniliğinki daha tutarlıdır. Sünniliğin, imanı salt zihinsel “tasdik”e indirgemesi yanlıştır. Kur’an şöyle der: “Müminler, ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığında kalpleri ürperir; onun ayetleri kendilerine okunduğunda, bu, onların imanını artırır; onlar, sadece Rablerine tevekkül ederler.” (8/2). “Onlar, görmedikleri halde Rablerinden ve kıyamet gününden korkarlar” (21/49).
“Bedeviler, iman ettik dediler. De ki: iman etmediniz; fakat Boyun eğdik/teslim olduk/tasdik ettik (eslemna) deyin. Çünkü henüz iman kalplerinize girmedi…” (49/14). Bir sonraki ayette müminler şöyle tanımlanıyor: “Allah’a ve peygambere iman ederler, şüpheye düşmeden Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad ederler. İşte bunlar, imanlarını doğrulayanlardır.” (49/15). Başka bir yerde Kur’an şöyle der: “İnsanlar, inandık diyerek, (amel ile) denenmeden başıboş bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (29/2).
İmanın dört ana öğesi vardır: Marifet, tasdik, ikrar ve amel. Fırkalar iman meselesini incelerken bu dört unsuru ayrı ayrı olarak ele almışlardır. Meselenin sadece bir yönünü görmüşler. Yani, bu; insan gözdür, insan ayaktır, insan koldur diyenin durumu gibidir. Bu durumda resimle insanın farkı kalmaz. Çünkü bu uzuvlar resimde de vardır.
Ehl-i Kitabın tarihi süreç içinde başına gelen imanın zayi etmelerini Kur’an şöyle uyarır: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamak ve kendilerine indirilen hakikatten dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Onlar/mü’minler, daha önce kendilerine kitap verilip de aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar; onlardan birçoğu fâsıktır.” (57/16).
Zamanla müslümanlarda da iman itikat’a dönüşerek amel doğurmaz hale gelmiştir. İman ve ahlak kaybedilerek itikat ve ibadet “din” haline getirilmiştir. Her sene milyonlarca ziyaretçi ile dolan Kâbe’nin etrafında amaç birliği meydana gelemiyor. Bu halin sebebi, İslam’ın temeli ve Kur’an’ın özü olan iman ve ahlakın kaybedilmiş olmasıdır. Haccın manası, ruhsuz bedenlerin sırf mekân değiştirme şeklinde muayyen bir beldeye gitmiş olmaları değildir. Hac bir İslam Kongresi, ahlaki ve içtimai gayeleri yanın da manevi değerleri olan bir ibadettir. Bunun farkındalığına varamayan insanlar, kitleler halinde birtakım ritüelleri -anlam yüklü arka planından habersiz -tamamlayıp gelmekteler. İbadetler zamanla yıpratıldı otomatikleştirildi. Manasından sıyrılıp şekilperestliğe dönüşen dindarlığa zühd (Kur’ani olmayan) adını verdiler.
Özet olarak: Sünnilik, Kur’an’da varit olan canlı ve artıp eksilen imanı, artıp eksilmeyen ölü itikada/inanca dönüştürmüştür. Vahyin üzerinden asırların geçmesiyle müslümanlar da –Kitap Ehli gibi- iman ve ahlaklarını büyük ölçüde kaybedip imanı itikada, ibadetleri de islamın beş şartına indirgedi. Alışkanlık ve borç ödeme mantığına dayalı olarak yapılan ibadetler, cenneti garantileme alış-verişine dönüşmüştür. Sünniliğin Müslüman tanımı, çoğunlukla toplumdan miras yolu ile elde edilen; amel ve ahlak içermek zorunda olmayan bir kimliktir. Kur’an’daki mü’min ve müslüman kimlik tanımı, ameli-ahlakı içermektedir. Kur’an’da iman ve ameli salih kavramları peşpeşe geçmelerinden dolayı ikisi birbirine zorunlu olarak bağlı şeylerdir.
[1] Murat SÜLÜN, Kur’an-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, s.304
[2] Mu’minun, 1-9
Yorumlar
Yorum Gönder