DİN İKTİDARLARIN PAYANDASI DEĞİLDİR

DİN İKTİDARLARIN PAYANDASI DEĞİLDİR

Siyasette din dilini ve dini kullanmak, insanları “öteki”leştirmektir.

Siyasette ve devlet yönetiminde din diline başvurmak totalitarizm, şiddet ve din istismarı doğuracağı için; siyasetin ve kanunların dili adil, ahlaki, akli ve toplum yararına dayanmalıdır. Ancak bu şekilde şiddet ve istismardan kaçınmak mümkün olur. Bu vicdani tutum, özünde dinidir. Çünkü Allah, vahiylerinde insanın sağduyusunu, vicdanını muhatap alarak konuşur.

Din diline başvurarak  “İslamcılık” ideolojisi ile siyaset yapılan modern dönemde, ortaçağda yaratılan dinsel şiddet ve ötekileştirme, aynen geri gelmiş durumdadır (İŞİD, örneği gibi).

İslam’ın erken döneminde (ilk üç asır) Müslümanlar, büyük bir özgüven ile karşılaştıkları medeniyet-kültür havzalarında İslam’a ters olmayan siyasi, kültürel, hukuki, felsefi, mimari ve bilimsel unsurları almada ve onları İslam’ın temel paradigması ile uyumlu hale getirmede bir sakınca görmemişlerdir. Bugünde aynı refleksi göstermelidirler.

Türkiye’deki tarikat, cemaat ve bazı parti örgütlenmeleri, din diline başvurarak siyaset yapmaktadırlar. Bunlar, “Kilise”nin yaptığı gibi, dini “temsil” iddiasında da bulunabilmektedirler.

Türkiye’de son altmış yılda dini siyasete alet eden muhafazakâr, milliyetçi ve mukaddesatçı yapıların siyasetteki yıkıcı sonuçları çok miktarda ortaya çıkmış, ülkemize ve insanımıza büyük acılar yaşatmıştır ve hâlâ yaşatmaktadır.

Kur’an’da yer alan (42/38),  halkı yönetime katmak olan “Şura” pratiğinin, “Hilafet” olarak, (kısmı bir şura olan) otuz senelik meşru bir yönetim arayışını dışarda bırakırsak; bin dört yüz senelik “Saltanat” tarihi Mısır, Mezopotamya ve İran tesiriyle “Çoban-Sürü” geleneğinin etkisinde kalmıştır (Doğu Despotizmi).  Çoban, sürüyü koruyup-kolladığı ve beslediği gibi; onu kurt ile korkutup sonunda koyunları kendisi de boğazlayabilir. Bu, çobanın karakterine bağlıdır. Bu metefor tehlikeye her zaman açıktır. Kur’an “Ey iman edenler! ‘Bizi güt’ demeyin.  ‘Bizi gözet’ deyin ve dinleyin…” (Bakara/104) diyor.

İslam toplumları, içe ve geçmişe kapandıkları tarihten itibaren, gerçek siyasete, gerçek dünyaya, gerçek hayata ve gerçek tarihe yabancılaştıkları için, mistik, muhafazakar ve milliyetçi bir kültür temelinde ütopik bir siyaset ve tarih icat ederek, ütopik varoluşlarla bütünleştiler.

Bu bütünleşme, İslam toplumlarını, düşünsel, kültürel, entelektüel edilginliğe mahkûm etti. Halen aşılamayan bu gerçeklik, Müslümanları, hamaset ve popülizmle siyaset yapılamayacağını öğretemedi. Maruz kaldığımız edilginlikler sebebiyle, bugün, Müslümanlar olarak varoluşsal meseleleri tartışma iradesine sahip değiliz. Bu edilginlik karşı karşıya bulunduğumuz konumu aşma veya sorgulama ihtiyacı duyurmuyoruz.

Propoganda yoluyla toplumlar, neyin gerçek, neyin yalan olduğunu hiç bir zaman öğrenemezler. Türkiye örneğinde de yaşadığımız üzere, etkin bir düşünce, siyaset kültür ve entelektüel hayatımız olmadığı için; troller toplumu yapay gerçekliklerle yönlendirmeye çalışıyor. Siyasal iktidarlar devleti kişisel mülklerini idare ediyor gibi yönetiyor. İslam ülkelerinde, popülist iktidarlar, hayali tehdit, gündem ve düşmanlar icat ederek halkları baskı ve gözetim altına alarak, insanları kendi gerçekliklerine ve kendi sorumluluklarına karşı körleştirmeye, duyarsızlaştırmaya devam ediyor.

Güç ve yönetme hırsı, toplumda siyasal şiddeti ve saldırganlığı artırıyor. Toplumu kamplaştıran “biz” ve “onlar” söylemi, “ortak iyi”yi imkânsız kılıyor. Edilgin bir zihin, tayin edici bir eylemde bulunamaz, yalnızca duygusal tepkiler gösterir ve her durumda gücün ve güçlünün yanında yer alır.

Din ve din dilini iktidar için kullananlar, günden güne toplumu muhafazakâr bir restorasyona tabi tutuyorlar.

Bir parti, bir siyasetçi, bir yönetici dine, din diline neden ihtiyaç duyar?  Bunun en belirgin nedeni, halk üzerinde din ile hükümranlık kurmak istemeleridir. Güç ve iktidar "din" ile itaat, teslimiyet ve meşruiyet elde etmek için dini araçsallaştırır. Böylece din; sömürü, istismar, iktidar, egemenlik ve itaat aracı olmaktan kurtulamaz. Dinin acilen siyasetçiler ve din tacirlerinin elinden kurtarılması gerekmektedir. Bu ülkeyi yönetenler, dini siyasal bir manivela olarak görmekten vazgeçip, onu rahat ve özgür bırakmayı denemeli.

En büyük hak ihlalleri, servet ve gücün temerküz ettiği alanlarda yapılmaktadır. Özellikle de servetin temerküz ettiği ve paylaştırıldığı alanlar. Kur’an'da "devlet" (dûleten) sözcüğünün geçtiği tek ayetin, servetin kimi ellerde temerküz ederek güç ve iktidara dönüşmesini yasakladığı hatırlanmalı (59.7). Servet ve gücün temerküz ettiği alanlar, ahlaka en çok ihtiyaç duyulan alanlardır. Buralarda görev alanlar adalet, merhamet ve eşitlikten hiçbir zaman ayrılmamalı.

Osmanlı'nın en büyük hatası, kendisinden öncekilerin geleneğini sürdürerek dini devletin vesayeti altına almasıydı. Bu nedenle devletten bağımsız dini kurumlar gelişmedi.

Din ve siyaset insan yaşamının en önemli iki kavramıdır. Bilindiği gibi siyasetin en önemli meselesi “meşruiyet”tir. Din, bu çerçevede çok istismar edilmiş ve çağlar boyunca siyasi meşruiyet için kullanılmıştır hâlâ da kullanılmaktadır. Bu da zulme, sömürüye ve adaletsizliğe neden olmaktadır. Bunun için dinin ve siyasetin kavramsal boyutu tüm yönleriyle açık bir şekilde ortaya konmalı ve siyasetin elinden muzdarip olan din, onun tasallutundan kurtarılmalıdır.

Siyaset, toplumun itibarlı ve iyi yaşamak için girişilmiş bir yarış ve rekabet ortamıdır. Doğu toplumlarında bu yarış ve rekabet pusu, hile, oyun-düzen, dolap çevirmek, kumpas, kurnazlık ve salt güç ile yapılır. Batı toplumlarında ise adalet, eşitlik, ilkeler ve kurallara bağlılık olarak gerçekleşiyor.

Faturası en büyük ahlaki buyrukların gerçekleştiği siyaset alanı ahlaksızlar tarafından gasp edilerek bu alan ne pahasına olursa olsun çıkar-güç elde etmeye dönüştürüldü. Siyaset onursuzlar ve çıkarcıların gaspından kurtarılmalıdır.

Dış yardım alan siyasilerin başarıları(!) köpürtülüp diğer kişilerin başarılarını örtmesine karizma veya lider deniliyor. Buna düşüncesi olmayan, yağcı ve yalaka bireylerden oluşan toplumlarda rastlanır.

Samimi dini tutum, tefekkür içeren teslimiyetten oluşur. Muhafazakârlık ise alışkanlık ve taklitten oluşur. Samimi tutum ilkelere itibar ederken, muhafazakârlık pragmatizme itibar eder.

Kamu kaynaklarını çalma-çırpma ve çarçur etmede siyasiler vana, bürokratlar musluk görevi görmektedir. Batıda devlet adalet, hukuk ve ekonomi ölçütlerine dönüştürülürken; doğu toplumlarında ise ilke ve sistem merkezli değil hâlâ lider, kral ve başbuğda cisimleşir. Mutlak gücün tehlikesinden dolayı islam toplumları sürekli travmalar yaşamaktadır.

Batıda kamu yönetimi Fransız ihtilalinden sonra klise, kral ve parti liderlerinin tahakkümünden kurtarılıp “toplum sözleşmesi” olarak hukuki bir aygıt haline getirilirken; İslam toplumlarında kral, sülale, parti lideri devletin-milletin sahibi olarak görülmektedir.

Türkiye’deki siyasetçi algısı, seçmenin devletle olan işlerini, ilişkilerini illegal yollardan çözen insan demektir. Türkiye’deki siyasetin en iğrenç yönü yanlışlarını örtme ve inkâr için devlet-millet mitinin arkasına saklanmak ve ehliyet liyakat yerine sadakati tercih etmesidir.

Siyasetçi ve bürokrat şimdiyi ve kendini düşünürken, devlet adamı ülkeyi ve geleceği düşünür. Türkiye’de ve islam toplumlarında siyaset insanların vicdanını, dürüstlüğünü ve namusluluğunu öğüten profesyonel bir kurnazlık mekanizmadır.

İnsanların sürü olmaktan çıktıkları toplumlarda karizmatik lidere ihtiyaç yoktur.

Hukuk, sağlık, bilim, ekonomi alanları nispeten herkesin işinde gücünde olduğu alanlarken; siyaset ise kurtların, sırtlanların, çakalların, tilkilerin ve akbabaların cirit attığı bir alandır. Siyaseti ahlaki anlamda zehirleyen temel husus ne pahasına olursa olsun iktidarlarını koruma ve sürdürme çabalarıdır.

İki tür siyaset vardır: Bir, şeytani siyaset ki yakıtı çıkar ve kibir; iki, insani siyaset ki yakıtı merhamet ve sorumluluk.

Siyasal iktidarlar dini otoriteleri (cemaat, tarikat, vb.) sürekli kontrolünde tutarak kitleleri sürüleştirerek itaatlarını sağlarlar.

Siyasal yozlaşmanın ortaya çıkmasında yapısal ve işlevsel nedenler vardır. Bunlar: Devletin görevlerinde artış ve kamu yönetiminin büyümesine karşılık hizmet sunumunda yetersizlik,  aşırı merkeziyetçilik,  yönetimde gizlilik ve dışa kapalılık,  yönetimde siyasallaşma,  kurallara aşırı bağlılık (şekilcilik) ve sorumluluktan kaçma,  özel çıkar sağlama gayreti,  rüşvet ve makamlara gelmek için aracı (torpil) bulma.

Kur’ân siyasetle ilgili olarak genel çerçeveyi çizmiş (adalet, şura, ehliyet, liyakat ve emanet ilkelerini koymuş) ayrıntıya girmemiş, bu alanın doldurulmasını insanoğlunun kendi tercihine bırakmıştır. İnsan günün şartlarına göre genel ilkelere bağlı kalmak şartıyla kendi yöntemini kendisi tespit edecektir. Kur’ân siyasî yapının o dönemde bilinçli bir şekilde belirlenmediği, bu alanın kasıtlı olarak boş bırakıldığı kanaatindeyiz. Kur’ân ve Hz. Peygamber’in uygulamaları ilkesel bazda ele alarak bir bakıma İslâm ümmetinin yolu açılmak istenmiştir. Zaman ve mekân neyi, hangi sistemi ve nasıl yapılmasını gerektiriyorsa ümmet ona göre çözümünü Kur’ân’ın  ilkelerine bağlı kalarak gerçekleştirecektir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

EZBERE TESLİM OLMAK