KUR’AN’A YABANCILAŞMANIN TARİHSEL SÜRECİ (3)
KUR’AN’A YABANCILAŞMANIN TARİHSEL
SÜRECİ (3)
Tasavvufun Onaylanmasıyla Kur’an’dan
Kopuş (857-1111)
Tasavvufun
tarihî seyri kabaca üç dönemde ele alınır: Zühd Dönemi. Resûlüllah (as)’dan
itibaren ilk 150 yılı içine alır. Miladi 9-12. Asırlar Tasavvuf Dönemidir.
Öteki İslam ilimleri gibi tasavvuf da bu devirlerde sistemleşti, temel
kitapları yazıldı. Bu üç asırda küçük gruplar halinde kendini gösteren sufi ve
dervişlerin sayısı ve yaygınlığı artınca 12. Yüzyıldan itibaren kurumlaşma
gerçekleşmiş ve Tarikatler Dönemi başlamıştır.
Gazzali
İslam arazisinde gecekondu olarak boy gösteren tasavvufa/tarikata imar izni
vererek varlıklarını meşrulaştırmıştır.
Tasavvuf
alanında eser veren pek çok kişi vardır. Ölüm tarihleri verdiğimiz en
önemlileri şunlardır: Haris el-Muhasibi (857), Cüneydi Bağdadi (909), Hallacı Mansur (921), Tirmizi (932), Kuşeyri
(1072), Gazzali (1111).
“Tasavvuf,
Arapların hegemonya döneminde/Abbasiler döneminde teşekkül ettiği halde;
Türklerin hegemonya döneminde/Selçuklu-Osmanlı döneminde kurumlaşmıştır.”
(İlhami Güler). Tasavvuf’un, Türklerin seciyesine uygunluğundan dolayı, onların
dini-politik akıllarını ciddi düzeyde etkilediğini, Gazzali’nin tasavvufu
meşrulaştırma çabalarından sonra Sünniliğe eklemlenen ve o tarihten itibaren
de “Şeriat” karşısında ve dinin içinde, daha doğrusu dinin
üstünde “paralel” bir din muamelesi gören bu yapının bazı zaaflarını
ortaya koymak gerektiğini ifade ediyor.
Hüseyin
ATAY, Cemal BENNA’nın tespitine göre üç neden sofuluğun doğmasını oluşturduğunu
söylemektedir:
Birincisi, yöneticilerin çok bencil, istibdatçı
olmaları, toplumun nefes almasına dek bütün nesnelere ve zenginlere hakim
olmaları, ikincisi halkın arazi işçisi olması ve efendilere hizmetçilik
yapması, üçüncü olarak mukallit fıkıhçıkların güveni sağlama işinde
yöneticilerle birlikte çalışması sofuluğun özelliği olan züht ve dünya
işlerinden uzak kalmasına neden olmuştur.[1]
Tasavvuf,
din anlayışını Kur’ani çizgiden koparıp
birçok tahrifatta bulunmuştur. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Allah inancı,
Peygamber inancı, Din inancı, Kur’an inancı.[2]
Allah
inancı: Vahdet-i
vücut, vahdet-i şühud, fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fillâh anlayışıyla tevhide tümüyle
ters Allah inancını savunmak, tasavvuf büyüklerini ve Peygamberimizi Allah’ın
nice özelliklerine sahip kabul ederek tanrılaştırmak, Allah tecelli ediyor
diyerek Allah’ın gözüktüğünü iddia etmek, aşk kavramını Allah için kullanarak
kirletilmiş ve beşerî ilişkileri çağrıştıran “İlâhî aşk” söylemiyle Allah’ın
şânına yakışmayacak şekilde tevhidden sapmak, kadın şeklinde veya başka şekilde
onun kendilerine tecelli ettiğini iddia etmek.
Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi
demektir. Tasavvufta; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı. Bu
inançta olan mutasavvıflara hulûl ehli adı verilir.[3]
Hulûl; (hâşâ!) Allah Teâlâ’nın, yaratıkla birleşip bütünleşebileceğine, yani
Allah’ın varlığının beşerî varlığa girdiğine ilişkin inançtır. Hulûl inancını
benimseyip yaygınlaştıran Hallâc-ı Mansur, ayrıca dinlerin birliğini de
kabul etmektedir.
Peygamber
İnancı: Tasavvufta;
İbn Arabî, Son peygamber Hz. Muhammed’in getirdiği şeriat çerçevesinde
evliyanın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfana ve bilgilere umumi
ve mutlak nübüvvet adını vermektedir.[4]
Hadis rivayetini ilmî yöntemlerle değil de rüyada, keşifte Peygamber’den
kendilerinin rivayet ettiğini iddia etmek; kendi tezleri için gerektiğinde
hadis uydurmaktan çekinmemek, nûr-ı Muhammedî diye uydurma bir terim icat
ederek Peygamberimizi yarı tanrı seviyesine çıkarmak; aynı zamanda tam tersine
bir anlayışla peygamberleri evliya seviyesine düşürmek…
Din
İnancı: Tasavvufta;
dinlerin birliği (vahdet-i edyân). Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi,
bütün dinlerin aslı da bir ve aynıdır. Bu anlayışa “bî-reng”, yani renksiz(lik)
denir. Bu da bütün insanların “elest bezmi”nde kendilerinin kul, Allah’ın Rab
olmasını kabul etmelerinden ibaret olan tek ve bir dindir. Belli bir mertebeye
ulaşan mutasavvıf, bütün din mensuplarına aynı gözle bakar. Çünkü hepsinin aslı
birdir. Bütün dinler ve mezheplerde esas olan söz konusu dinin renkleridir.
Hallâc’a göre insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil;
kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar. İbn Arabî’ye göre Allah,
kendisinden başkasına ibadet edilmemesine ferman buyurduğundan, esasen O’ndan
başkasına ibadet etmek mümkün değildir, başka şeylere ibadet edenler farkında
olmadan Ona ibadet ederler. O yüzden put da birdir, Allah da.[5]
Kur’an
İnancı: Dört kitabı,
tümüyle olumlayarak muharref kitaplarla Kur’an arasında her yönüyle birlik
olduğunu kabul etmek, Kur’an meali okunacağına Mektubat gibi mutasavvıfların
kitaplarının okunmasını tavsiye etmek; Kur’an’ın mealini ve tefsirini okumayı
müridlere ve çevrelerine yasaklamak, kendi meal ve tefsirleri varsa, ancak ona
müsaade etmek…
Kur’an’ın
şirk sebebi saydığı ataları, örf ve âdeti kutsayıp geleneksel mirası, Kur’an’a
ve İlâhî ölçülere ters olduğu halde ölçü kabul etmek; meselâ Kur’an’a ters nice
görüşleri ve şatahat cinsinden sözleri olduğu halde eski tarikat büyüklerinin
yolunu takip etmeyi gerekli görmek…
Kur’an
ayetlerinin zâhirî anlamlarıyla bağlantısız farklı bâtınî anlamları olduğunu
iddia etmek, nice ayetleri anlam yönüyle hiç alâkası olmadığı halde tasavvufun
uydurma kavramlarına delil gibi sunmak…
Küfür
ehli İslam’dan intikamını tasavvufla almıştır (Ercüment Özkan). Tasavvuf adı altında birçok şeyin İslam’ın
asli kaynağına bulaştığı tespitini yaptıktan sonra, bu intikam
felsefesinin altını şöyle doldurur: Kurdun kuzu postuna bürünmesi gibi,
tasavvuf da şirk olan anlayışını İslam postuna bürüyerek halka
sunmuştur. Tasavvufun tevhid anlayışına verdiği zararı başka hiç bir küfür, hiç
bir batıl verememiştir. İslâm’a savaş meydanında karşılık veremeyenler, onu bu
şekilde içerden çürütüp yıkma yolunu seçmişlerdir. Bu bağlamda Dr. Hamdi
Kalyoncu’nun; “Anadolu insanının inanç denizinde şirkten yana ne pislik
varsa hemen hemen tamamı bu ırmaktan gelir.” şeklindeki teşhisi de
merhumun ne kadar isabet ettiğini gösterir.
İbn
Arabî (1165-1240) Endülüs Hıristiyanlığından ve felsefesinden bir şeyler
alır. Sonra Kuzey Afrika kavimlerinin paganik
özelliklerinden, Mısır dinindeki sihir, büyü, harf ve sayıların tılsımları,
Anadolu ve İran Şamanizmi, Zerdüşlüğü ve Maniheizminden, Suriye’nin İsmaililiğinden
de çok şeyleri alır. Sonra oluşturduğu
tasavvuf düşüncesine Yahudiliğin batınî yorum sosunu ekleyerek bir inanç ve
yaşantı sistemi/din oluşturmuştur.
“Mistik
dini akımlar olan Hinduizm, Maniheizm, Hermescilik, Yeni Platonculuk ve bunun
İlahi dinlerdeki tezahürleri olan
Yahudilikteki “Kabbalizm”, Hristiyanlıktaki “Ruhbanlık/Manastır
Hayatı” ve İslam’daki “Tasavvuf”, dinin hem Tanrı(aşk-kader) hem de Ahiret
(zühd) ile insanın kendine ve dünyaya yabancılaşmasının teolojik
versiyonlarıdır; pasif nihilizmlerdir.” Şu halde Hz Peygamberin vefatından çok
sonralara rastlayan tasavvufun etkilenme alanı eski İran ve Hint dinleriyle,
Hıristiyan mistizmine dayanır. Orta Asya başta olmak üzere fütuhatlar
neticesinde müslüman olan unsurlar, eski kültürlerine ait inançlarını,
adetlerini, yaşam biçimlerini ve bu dinlere ait kurum ve kavramları tamamen
terk etmek yerine İslam döneminde “İslamileştirme” yolunu
benimsemişlerdir. Bu yeni bir form için tasavvuf bulunmaz bir imkân olmuştur.
Günümüzde
tarikatlar, din üzerinden din ticareti yapan, kazandıkları ile dünyaya yatırım
yapan, “yanmaz kefen” üreten ekonomi ağırlıklı şirketler
gibidirler. Siyasi manevraları önemseyen ve siyasetin göbeğinde yer
almaya özen gösteren seküler oluşumlardır. Âhiretteki akıbeti hakkında sürekli
korkutulan ve kendini ağır bir tehdit altında hisseden insanların sığınağı
haline gelen tarikatları bu halleriyle “İslam düşüncesinin ve ahlakının
temsilcisi saymak İslam’a haksızlıktır” diyor Por. Dr. Ali Bardakoğlu ve
şöyle devam ediyor. “Tarikat örgütlenmeleri; İslâm’ın ana ilkeleriyle ve
akidevî esaslarıyla uyuştuğunu söylemenin kolay, hatta bazen mümkün olmadığı
bir anlayış, bağlılık ve inanışlar üreterek yoluna devam ediyor, varlığını
güçlendiriyor. Kısa yoldan, zahmetsiz bir şekilde kurtuluş vaad eden
diğer dinî gelenekler gibi tasavvuf ta İslâm muhitinde geniş halk kitleleri
nezdinde etkili ve kabul görüyor. Tarikat örgütlenmesinin ve dinî cemaatçiliğin
hali hazır söylemi dinin akîde esaslarıyla çatışma halindedir; Kur’an’la
çatışma halindedir.”
Tasavvufun
değişik kültürlerin pagan veya yarı pagan kalıntılarıyla birleşerek Kur’an dışı
bir oluşum olma sürecini açması ve şirk üreten Tarikat kurumlarına dönüşmesi
hakkında son sözü kendisini Celalettin Rumî’nin müridi olarak tanıtacak kadar
tasavvufa saygılı olan şair ve düşünür Muhammed İkbal
söylesin: “Tarikatlar “pirizm”/şeyhperestlik merkezli bir şirk
ocağına dönüştü, bu ocakların Kur’an denetiminde yeniden yapılanması gerekir.
Mevcut halleriyle İslam’a zarardan başka bir şey vermezler. ”
Tasavvufun
islama verdiği zararları bu çalışmada anlatmak imkansız sayılır. Bu alanda eser
vermiş olan İbrahim SARMIŞ, Hamdi KALYONCU, Sadettin MERDİN, Mikail BAYRAM’ın
eserlerine müracaat edilirse sözümüze hak vereceğinizi umuyorum.
[1]
“BEN (Akıl ve
Kur’an Işığında 1400 yıllık Süreçte İslamın Evreni)” s.132
[2]
Bu maddelerin
izahında Ahmet KALKAN’dan istifade edilmiştir.
[3]
Süleyman Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y. 3. Baskı, s. 247
[4]
Süleyman Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y. 3. Baskı, s. 415
[5]
Süleyman Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y. 3. Baskı, s. 102-103
Yorumlar
Yorum Gönder