SÜNNİ SİYASET ANLAYIŞININ OLUŞUMU

 

Sünnİ Sİyaset Anlayışının Oluşumu

 

Sönmez Kutlu, bir makalesinde şu tespitlerde bulunmuştur:

Sünnî siyaset anlayışı, Kur’an ayetlerinden hareketle değil Peygamber sonrasında yaşanan tarihsel siyasî tecrübelerden hareketle oluşturulmuştur.

Ehl-i Sünnet’in siyasal düşüncesinin oluşumunda, adaletin temini ve zulmün ortadan kaldırılmasından ziyade güç, iktidar ve güvenlik merkezî bir rol oynamıştır.

İlk halifeler döneminde, iktidarı elde etmenin meşruiyeti Kureyş kabilesi’ne mensubiyet iken, Emeviler döneminde bu meşruiyet akideyle belirlenme yoluna gidilmiştir.

Ehl-i Sünnet’in siyaset anlayışı, itikadî alanla ilişkilendirdikten sonra genelde Sünnî kelamî yapıyla, özelde Sünnî Tanrı anlayışıyla uyumlu hale getirilmiştir.

Devletin, hak ve adaletin gerçekleşmesinde, toplumsal düzenin sağlanmasında bir araç olarak görüleceği yerde, devletin ve devlet başkanının kutsallaştırılması suretiyle Müslüman toplumun siyasî iradesi ve seçimi hiçe sayılmıştır.

Ehl-i Sünnet’e göre, siyasî anlayışta asıl olan geçmiş tecrübe ve onun devamı durumundaki mevcut durumdur. Mevcut durumun, zulmetse dahi korunması, her tür değişimden daha iyidir.

Ehl-i Sünnet, İmametin Usûlu’d-Din’den olmadığı, siyasi bir kurum olduğunu ve dinin amelî kısmıyla ilgili olduğu konusunda hemfikirdir. Ancak Sünnî siyaset anlayışında, “İmamlar Kureyş’tendir” şeklindeki bir rivayetin kabul edilmesi, imametin dinî olmaktan ziyade dünyevi bir kurum olduğunun kelamî açıdan temellendirilmesinde önemli bir engel olmuştur.[1]

İslam‟da devlet ve siyaset anlayışı, adaletin tesisini ve zulmün kaldırılmasını önceleyen, insan haklarının korunmasını ve yetkinin halktan alınmasını gerekli gören hukûki bir düzenlemeyle ilgilidir. Bunun çerçevesi, adalet, hakkaniyet, şura ve ehliyet (yetkinlik ve yeterlilik) olarak belirlenmiştir. Halbuki Ehl-i Sünnet, bu konuyu hukûki çerçeveden ziyade kelamî çerçevede değerlendirmiş, hukuka dayalı bir devlet ve siyaset anlayışı geliştirememiştir. Başka bir ifadeyle tarihsel siyasi tecrübeyi idealize ederek dini-siyâsi bir doktrine dönüştürmeye çalışmış ve İslam‟da siyaset anlayışının dini naslarda kelami (teolojik) temelleri olmadığı halde, onlarca kelami delil üretmiştir. Böylece dini bir kurum haline dönüştürülen kurumsal siyaset, Mâturidî tarafından, aynı yolla yeniden eski hüviyetine kavuşturulmak istenmiş, toplumsal ve siyaset zemininde insani bir eylem olarak temellendirilmiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnet, siyasi hakimiyetin kaynağını, teoride, halka dayandırmasına rağmen, uygulamada bunu gerçekleştirememiştir. Emevilerden itibaren, Müslüman toplumların yönetimi, halkın onayıyla belirlenmemiş, babadan oğula geçen saltanata dönüşmüştür.

Dört Halife’den sonra, idari sistem önemli değişikliğe uğramıştır. Mevdûdî bu değişiklikleri şöyle maddeleştirir: 1- Seçim usulü değişmiştir. 2- Halifelerin yaşayış tarzı değişmiştir. 3- Beytü‟l-Mâlın kullanım tarzı değişmiştir. 4- Fikir hürriyeti son bulmuştur. 5- Adlî istiklal sona ermiştir. 6- Müşavere usulü kalkmıştır. 7- Kanunun üstünlüğü sona ermiştir. 8- Kavmiyetçilik (aşiretçilik) yeniden başlamıştır.[2]

Emevîler ve Abbasîler kendilerini halka kabul ettirebilmek ve meşruiyyetlerini ispatlamak için dinî izahlar geliştirerek dini siyasetlerine alet etmişlerdir.  Zamanla bu, yanlış olarak hilafetin dinî bir müessese olduğu şeklindeki algılamaya dönüşmüştür.  Oysa Müslüman için hilafet (devlet başkanlığı) dinî bir gereklilik değil, bilakis toplum halinde yaşayabilmek ve bazı dinî pratiklerin ifası için gerekli bir sosyal kurumdur. İslâmda din ve devlet birbirinden ayrı olmakla beraber, birbirinden bağımsız değildir. Müslüman akademisyen ve aydın İslâmî sosyal bilimler metodolojisi ve teorileri üretmeli, Müslüman toplumunda yapılanan sosyal kurumları bu çerçevede ele alıp analize tabi tutmalıdır. Bu bağlamda, son yıllarda yapılan “İslâmî Metodoloji Problemi”, “İslâm Antropolojisi”, “İslâm Sosyolojisi” gibi çalışmaları, bu çabanın ilk meyveleri olarak değerlendirmek gerekir.

Emevî ve Abbasî devlet reisleri “halife” ünvanını menfaatleri gereği kullanmışlar, ve hatta bu ünvanın dinî mahiyetini daha pekiştirecek eklemeleri yapmakta da bir beis görmemişlerdir. Emevî halifesi Abdulmelik “halifetullah” ünvanını fermanlarında kullanmış, Abbasî halifeleri ise ünvanlarına “zıllullahi fi‟l-arz; fi‟l-berr” gibi ilavelerde bulunmuşlardır. Bu kullanımın arka planındaki zihniyet, cahiliyye dönemi Arab fatalizminin, İslâmî itaat ve tevekkül motifler içinde yeniden canlandırılmasıyla teşekkül etmiş; sosyal karışıklığı önlemek, kanun ve düzeni, ümmetin birliğini korumak arzusuna sahip Mürciî tavır ile pekişmiştir. Bu ünvanlar açıkça ilahî bir monarşi hakkı, doğrudan Tanrı‟dan gelen bir otorite iddiası taşır.

İslâm siyaset gelenğinin ilk dönemlerindeki sosyal belirleyicilerini inceleyen Cabirî, ‘ısırıcı saltanat’ yönetiminin ortaya çıkmasını fitnenin bizzat kendisi olarak değerlendirir. Ona göre Hz. Peygamber’in vefatı sonrasında ortaya çıkan ve Müslümanlar tarafından bir türlü doldurulamayan yasal boşluk, üç maddede toplanabilir. Bunlar;

1. Yöneticinin seçilmesi konusunda genel anlamda benimsenen açık bir yöntemin ortaya konulamaması.

2. Yöneticinin görev süresinin belirlenememesi: Bilindiği gibi ilk dört halifenin üçü görev başındayken öldürülmüşlerdi. Araplarda siyasi bir gelenek vardı.

Yöneticilerine “emîr” unvanını takarlardı. Emîr, savaşları yöneten kişi anlamındaydı. Savaşların yoğun olduğu bir coğrafyada yöneticilerin can güvenliklerinin olmadığı ve sık sık emîr değiştiği bilinmektedir. Görev süresinin tayin edilmemesinin gerisinde böyle bir durumun yattığı görülmektedir. Bu, sonraları yöneticilerin “kayd-ı hayat” şartıyla görevlerine devam etmeleri geleneğini doğurdu. Müslüman siyasal kültüründe yönetici öz olarak savaştaki emîr (komutan) modeline dayalı olarak gelişmiştir. . Bu, o dönemin şartlarının dayattığı bir durumdu; ancak ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeler sonucunda bu model yetersiz kaldı. Sözünü ettiğimiz bu üç yasal boşluk doldurulamadığı için, durum güçlü ve fırsatçı kesimler için bir ruhsata dönüştü. Barışçıl bir fkhî çözüm geliştirilemediği için de, meydan kılıca kaldı.

3. Yöneticinin görev tanımının yapılmaması: Kelam ve Fıkıh kitaplarında halifenin görevlerine dair bilgiler yer almaktadır.[3]

Hem dini hem de evrensel değerlere uygun bir yönetim, yakınların kayırılmadığı, kendisinden olmayanın ötekileştiril­mediği, devlet yetkilerinin kötüye kullanılmadığı, kamu malı­nın zarar ve ziyana uğratılmadığı, yolsuzluk, hırsızlık ve usul­süzlük yapılmadığı, kamu malından servet biriktirilmediği, bürokratik kurumların demokrasinin gereği olarak bağımsız karar alabildiği, yargı üzerinde siyasi baskı oluşturulmadığı, düşünce ve eleştirinin suç sayılmadığı, yöneticilerden korku duyulmadığı, sivil toplum örgütlerinin ve medyanın bağım­sızlığına sınırlama getirilmediği, kaynakların israf edilmediği, eğitime, sağlığa, kültürel etkinliklere, sanata, çevreye, bilim ve teknolojiye fazlasıyla yatırım yapıldığı, her türlü kamu fa­aliyetinden halkın haberdar edildiği, yöneticilere güven duyul­duğu, gerektiğinde yöneticilerin hatalarının sorumluluklarını üstlendikleri, görevlerini erdemli bir şekilde devredebildikleri, gerekirse yargılanabildikleri, yönetenin asıl amacının yönetti­ğine hizmet etmek olduğunun unutulmadığı, çalışanların eko­nomik açıdan geçim durumlarının olabildiğince yüksek ol­duğu, şeffaf ve bağımsız kurumlar tarafından denetlenebilir bir yönetimdir.  Bu değerlerin olmadığı ya da eksik olduğu yönetimler ada­letsizliğe, haksızlık ve hukuksuzluklara yönelir ve ardı arkası kesilmez gerekçe ve bahaneler üretirler. Bir yöneticinin en başta kendisine yapacağı en büyük iyilik adaletli olması, en büyük kötülük ise adaletten sapmasıdır.  İslam dininin hükümleri çok sağlam bir güven ve adalet temeline dayalıdır. Ayetin ifadesi ile: Allah, adaletle hükme­denleri sever. (Maide 42)[4]

Özetle:

Siyaset ilkçağlardan beri hep farklı şekilde yapılmıştır. Bu farklılık bazen liderden, bazen de egemen görüşlerden kaynaklanmaktadır. Aristo; siyaset pratik ahlaktır, demiştir. Siyaset dinlerin egemen olduğu ortaçağda; tolumun ortak iyiliğini ve adaleti sağlamak, şeklinde tarif edilmiştir. Yeniçağla birlikte menfaatlerin elde edilmesi için kullanılan bir araç olarak algılanıp tanımlanmaya başlamıştır. Siyaset, toplumu yönetme ve güç kullanma diye de tanımlanmıştır.

Toplumdaki çeşitli gruplar ve sermaye siyasal iktidarı elde etmek, onunla kendi görüşlerini ve menfaatlerini gerçekleştirmek amacı güderler. Siyaset; toplumu yönetme ehliyetine sahip ve buna talip olanlarla toplum arasında ekonomik, siyasal, kültürel ve inançla ilgili ilgi bir sözleşmedir. Bu sözleşmelerin yerine getirilip getirilmediğini denetleyen ve yaptırımı olan mekanizmalara sahip olmalıdır.

Hicretten evvel bir cemaat başkanının görevlerini yerine getiren Hz. Peygamber, Medine’de bir devlet başkanının bazı görevlerini üstenmiştir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde müslümanların bir toplumu ve yurtları vardı. 

Ahlak, iman ve ibadetin bireyde davranış olması ve bunların toplumda siyaset, hukuk, ekonomi ve eğitime ilkeler olarak yansıması gerçek din(dar)in ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Hukuk, siyaset, ekonomi ve eğitim; ahlak, iman ve ibadetten koparıldığı zaman şekil/ezber/doğmatik/muhafazakâr dini zuhur eder. Ahlak, iman ve ibadetin ruh ve ilkeler olarak devlet erki olan; hukuk, siyaset, ekonomi ve eğitime sirayet etmesi onu din devleti kılmadığı gibi, ahlak ve imandan siteril bir hale getirilen devlet insana rağmen (robotlara hitap eden) kurgulanmış bir erktir, güçtür. Bu devlet kendine göre insan/toplum inşa eder. Oysa esas olan toplumun kendine göre devlet inşa etmesidir. İnsanın menfaati için tesis ettiği devlet aygıtı artık onu tehdit eden bir unsur olmuştur. “Besle kargayı oysun gözünü” sözü hakikate inkılâp etmiş görünüyor.

Din, tarihi süreçte din adamları(!) tarafından dogmaya dönüştürülmüştür. Allah’ın boyası iken Allah’ın sopası haline getirilmiştir. Annelerin “Allah seni yakar”, “Allah seni taş eder” gibi sözleri bunun delidir. Böylece, şifa zehire, hidayet dalalete, iman itikada inkılâp etmiştir. Bu dönüşümden sonra, dinin üç gayesinde eksen kayması meydana gelmiş; tevhidin yerine şirk, vicdanın yerine heva, adaletin yerine zulüm ikame edilmiştir. Tevhit ulûhiyetin, vicdan ahlakın, adalet siyasetin sigortasıdır. Hâsılı kelam, tedavülde sigortası attırılmış, meta haline getirilmiş bir din tüketime sunulmuştur. Genetiği değiştirilmiş din, genetiği değiştirilmiş meyve ve sebze gibi şifa iken zehir oluyor.

Kötü karakterli, erdemden yoksun kişilerin atandıkları görevleri kişisel çıkarları için ve halkın zararına kullanacaklarını, bunun devlet, toplum ve kendileri için telafisi imkânsız zararlara yol açar. Toplumda adaletin, barışın, güvenin, huzurun ve refahın sağlanması ancak kamu görevlerine yapılacak atamalarda liyakat ve ehliyetin temel alınmasıyla mümkün olabilecektir. Uzmanlık ve deneyime bakılmaksızın işlerin yürütülmeye çalışılması halinde ise, toplumsal düzenin işleyişi zarar görecek, ülkenin gelişmesi ve ilerlemesi mümkün olmayacaktır.

 


[1] Sönmez Kutlu, e-makâlât Mezhep Araştırmaları, I/1 (Bahar 2008), ss. 7-26.

[2] Mevdûdî, Hilafet ve Saltanat, 208-231.

[3] Cabirî, İslâm’da Siyasal Akıl, s. 724-730

[4] Emre Dorman, İslam Ne Değildir, s.528-529

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

KEVSER SURESİNİN İNCELENMESİ