SAHABENİN KUR’AN TASAVVURU
SAHABENİN
KUR’AN TASAVVURU
Sahabe neslinin üretkenliği ve bereketi Kur’an’ı hayata geçirmek maksadıyla okumalarıydı. Onlar, kültürlerini ve bilgilerini artırmak, sadece başkalarına anlatmak için Kur’an okumuyorlardı. Seyit Kutub’un tabiriyle aldığı emri yerine getiren bir ordu gibi okuyorlardı. Sahabeler Kur’an’ı gerektiği gibi okuyup içselleştirdiklerinden dolayı “Yürüyen Kur’an” lar vasfını almışlardı.
Hz. Peygamberin yakın çevresindeki sahabe, bizim gibi Kur’an metnini inceleyerek değil bizatihi yaşayarak anlamaktadır.
Kur'ân'ın ilk muhatabı ve onun inişine şahit olan ashabın, Kur'ân karşısındaki duruşları, onu okuyup anlamaları ve Kur’an tasavvurları bizler için çok önemlidir. Çünkü yeniden bir Kur’an neslinin inşası için bu gereklidir. Kur'ân, öncelikle onların problemlerine çözüm üretmek, sorularına cevap vermek üzere onlara inmiştir. Kur'ân'ın pratiği olan Hz. Peygamberi izlemişler.
Allah'ın, Kur'ân’la kendilerinden istediğini
yerine getirebilmek için Kur'ân'ı anlamaya yönelen sahabe, Kur'ân'ın ruhuna
uygun bir şekilde, gereksiz detayların içerisinde asıl manayı/maksadı
kaybetmemeye özen gösteriyorlardı.
Sahabeler Kur’an’a hem iman etti
hem de güvendi. Sonrakiler ise sadece inandı.
Bu gerçek Kur’an’da şu şekilde ifadesini bulmuştur: “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman
ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman
ettiler… ve şöyle dediler: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden
bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.” (Bakara/286). Ayetin
beyan ettiği gibi sahabe, Kur’an’ı herhangi bir kitap olarak okumamış ve
değerlendirmesini de öyle yapmamıştır.
İbn Mes'ud, Müslüman olduğu
sıralarda Müslümanlar, Hz. Peygamber ile açıktan açığa ibâdet edemiyor,
istedikleri yerde yüksek sesle Kur'an okuyamıyorlardı. Müslümanların böyle bir
hareketi, müşriklerin bütün câhilî duygularını kabartır, onları Müslümanlara
karşı şiddetli ve canice saldırılarda bulunmaya sürüklerdi. Bunun içindir ki Müslümanlar,
bu gibi tehlikelerden sakınmak isterler, müşrikleri aleyhlerinde harekete
teşvik ve tahrik edecek hareketlerden kaçınırlardı. İşte bu zor günlerde
Abdullah İbn Mes'ud, Kâbe'de Kur'ân okumak istemişti. Hz. Peygamber ve Ashâbı
bunun tehlikeli bir hareket olduğunu, özellikle Mekke'de kendisini himaye
edecek büyük bir âilenin bulunmadığını, müşriklerin ona karşı pervasızca
hareket ederek kendisini işkenceye uğratacaklarını söylemişler, fakat İbn
Mes'ud'un iman coşkunluğu bütün bunları geçmiş: "Beni, onların şerrinden
Allah korur!" diyerek kalkmış ve Kâbe'ye gitmişti.
Bu sırada Kureyş müşriklerinin
büyükleri toplanmış, Harem'de bir meseleyi görüşüyorlardı. Onlar konuşurlarken,
yüksek ve güzel bir ses besmele çekmiş ve Rahman sûresini okumaya başlamıştı.
Herkes hayret etmiş ve bu cesur adamın kim olduğunu öğrenmek üzere ona
yöneldiklerinde İbn Mes'ud olduğunu görmüşlerdi. Kureyşliler kızmış, bu
hareketi en şiddetli cezalarla karşılamak istemişlerdi. İbn Mes'ud'u kızgın
kumlara yatırıp İslâm'ı terk etmeye davet ettiler. Fakat İbn Mes'ud, bu ezalara
zerre kadar önem vermedi. Müşrikler de işkencelerinin bir fayda vermeyeceğini
anlayarak onu bıraktılar.
Abdullah İbn Mes'ud (ra) Kureyşlilerin
bu haince hareketleri yüzünden hastalandı ama içinde yanan iman ateşi zerre
kadar sönmemiş, maneviyatı asla sarsılmamıştı. İbn Mes'ud, ilk fırsatta aynı
hareketi tekrarlamış; yine Kureyşlilerin toplandıkları yerlerde Allah kelâmını
en yüksek sesle okuyup Hz. Peygamber'den sonra ilk kez Kâbe'de Kur'ân okuyarak
müşriklere İslâm mesajını tebliğ etmişti. (İbnü 'I-Esîr, Üsdü '1-Gâbe, I I I,
256-257).
Abdullah ibn. Mes'ud'un bu imanı
ve cesareti müşriklerin ona büyük düşman kesilmesine neden olmuştu. Kureyş'in
bu tutumu karşısında İbn Mes'ud (ra) Mekke'yi terk etmeye ve hicrete mecbur
kaldı ve Habeşistan'a gitmek üzere çöllere düştü. Daha sonra Habeşistan'dan
Medine'ye hicret ederek Muaz b. Cebel'e misâfir oldu.
Sahabeler Kur’an’ı hayat kitabı
olarak görürdü: Sahabe nesli
karşılaştığı sorunları Kur’an’a müracaat ederek çözmeyi ilke edinmişti. Ebu
Bekir (ra): "Ben ancak Rasûlullah'a tâbiyim, birtakım esaslar koyucu
değilim." der ve kararlarında çok titiz davranırdı. (Taberî, IV, 1845; İbn
Sa'd, III, 183). O, bir meseleyi hallederken önce Kur'ân'a bakar, bulamazsa
Sünnet'te araştırır, orda da bulamazsa sahabelerle istişâre eder ve ictihad
ederdi.
Abdullah İbn Abbas (ra) kendisine
sorulan sorular için önce Kur'an’a
bakar, cevap bulamazsa Rasûlullah'tan bu konuda bir bilginin olup
olmadığını araştırır, sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in içtihatlarına ve
açıklamalarına bakıp onları esas alır, aksi halde kendi içtihadıyla meseleye
çözüm getirirdi.
Peygamber Efendimiz Muâz b. Cebel’i,
İslâm’ı anlatıp öğretmek ve Kur'an’ı ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu
yılında Yemen'e göndermişti. Yolculuk öncesi Hz. Peygamber'le aralarında geçen
konuşmayı Muâz (ra) şöyle anlatır:
"Allah Rasûlü beni Yemen'e
gönderirken şöyle dedi: "Sana bir mesele sorulduğunda ne ile
hükmedeceksin?" Ben: "Allah'ın kitabındakilerle." diye cevap
verdim. "Eğer Allah'ın kitabında bulamazsan ne ile hükmedeceksin?"
dedi." "Allah Rasûlü'nün hükmettiği ile.” dedim. Eğer onda da
bulamazsan?" dediğinde: "Kendi reyimle içtihat ederim, diye cevap
verdim. " Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Nebisini, râzı olduğu şeyde
başarılı kılan Allah'a hamdolsun" dedi. Ve Yemenlilere, size ashâbımdan
ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum, diye bir de mektup
yazdı (İbn Sâ'd, a.g.e., III, 583-590).
Hatta sahabenin, vahyin
bağlayıcılığına olan inançlarından dolayı zaman zaman peygambere, içtihadi
konularda görüş belirtirlerken; “Eğer konuyla ilgili vahiy varsa başımız
gözümüz üzerine” demeleri de onların Kur’an’a bakışlarıyla ilgili
önemli bir ipucudur
Sahabeler Kur’an’ı yaşardı: Ebu Talha (ra) Medineli Müslümanlar
arasında bağ ve bahçeye en çok sahip olandı. Mescid-i Nebevi'nin karşısında
Beyruha adlı bir bahçesi vardı. Hurma ağaçları, asma ve tatlı suyu ile
meşhurdu. Efendimiz sık sık buraya uğrar, suyundan içerdi. Ebu Talha, "Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda
harcamadıkça en üstün sevabı kazanamazsınız." (Al-i İmran,
92) ayetinin nazil olduğunu işitince Hz. Peygamberin yanına gitti ve bu bahçeyi
Allah rızası için infak ettiğini söyledi. Dilediği şekilde kullanmasını istedi.
Onun bu davranışını takdir eden Efendimiz (as) bahçeyi akrabalarına vermesinin
daha uygun olacağını söyledi. Bunun üzerine o, bu bahçeyi amcazadelerine
bağışladı.
Ebu Talha yaşlanmıştı. Fakat gönlü
hakikaten gençti. O hala cihat aşkıyla yanıyordu. Enes (ra) anlatıyor:
"Bir gün Kur'an-ı Kerim okuyordu. “Gerek
yaya olarak, gerek binek üzerinde Allah yolunda sefere çıkın. Mallarınızla,
canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha
hayırlıdır.” (Tevbe, 41) ayetine gelince durdu ve: "Rabbimiz
bizi, ihtiyar da olsak genç de olsak savaşa gitmeğe çağırıyor." dedi.
Kendisinin harp için teçhiz edilmesini istedi. Oğulları: "Babacığım sen
yaşlısın harp etmek sırası bizimdir. Sen otur biz gidelim." diyerek engel
olmak istediler. Fakat kabul ettiremediler. O günlerde Rum’lara karşı bir savaş
hazırlığı vardı. Ebu Talha bu deniz harbine katıldı. Gemide ağır hastalandı ve
bir müddet sonra vefat etti. (654 m.)
Sahabe Kur’an’ın felsefi, akademik yönüyle
ilgilenmekten çok, onun hayata katılmasıyla ilgilenmiştir. Kur’an’a hep ayna
gibi bakmışlardır. Malum, ayna olanı gösterir. Onlar eylemlerini hep Kur’an
aynasına arz etmişler. Onlar Kur’an’a
imtisal ettikçe Kur’an’da onları yüceltmiş.
Sahabeler, Kur'ân'ı anlama konusunda farklı
seviyelerdeydiler. Tabiundan Mesruk'un dediği gibi, "Bu konuda onlardan
kimi bir kişiyi, kimi iki kişiyi, kimi on kişiyi, kimi yüz kişiyi, kimi de tüm
insanlığı sulayıp kandıracak düzeyde bir anlayış sahibi idiler."[1] İnsanların
seviye farklılıkları Kur'ân'ı anlamada etkili olmuştur. Her insanın aynı
seviyede Kur'ân’ı anlaması mümkün değildir, ama her insanın Kur'ân'dan
anlayacağı pek çok şey vardır. Bu çok
mükemmel bir bahçeye giren birisinin boyunun yettiği her yerdeki meyvelerden
istifade etmesi gibidir. Müslüman "Ben ilim sahibi değilim, Kur'ân'ı anlayamam."
deyip Kur'ân'la arasına duvar örmemelidir. Eğer anlayamasaydık Rabbimiz
indirmezdi.
Onlar Kur’an ayetlerine şunlar Yahudilere,
bunlar Hıristiyanlara indi diye ayırım yapmıyorlardı. “Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyenler kâfir/zalim/fasıklardır.”[2]
ayetini Kitap ehline hasretmek isteyenleri İbn Abbas şöyle uyarıyordu: “Siz ne
iyi adamlarsınız! İyi/tatlı olanlar size, kötü/acı olanlar Kitap ehline öyle
mi? Hayır hiç de öyle değil! Allah'ın hükmünü inkar eden, onun gereğini yerine
getirmeyen herkes bu ayetin içerisine girer!”[3]
Bizler, Kur'ân ayetlerini seçici/parçacı
olarak okuyor, onları kendimize göre taksim ederek, bizi ilgilendirenler,
başkalarını ilgilendirenler diye ikiye ayırarak okuyoruz. Oysa Kur'ân bütünüyle
bize inmiştir. İman, İslam ile ilgili olanları kendimiz için; küfür, şirk,
nifakla ilgili ayetleri başkaları için okuyoruz. Cennetliklerle ilgili ayetler
kendimize, cehennemliklerle ilgili ayetler başkalarına layık görüyoruz. Yani
imam başkası için anlatıyor, cemaat başkası için dinliyor. Kimsenin üstüne
alındığı yok. Bütüncül Kur'ân okuyup anlama yerine, seçici/parçacı okumaları
tercih ediyoruz. İşimize gelen yerleri alıyor, fikirlerimizi destekleyen
yönleri öne çıkarıyor, bazı ayetleri bayraklaştırmayı seviyoruz. Böylece
Kur’an’ı üretmiyor tüketiyoruz.
Kur'ân'ın lafzına, Mushafına, yazısına, güzel
okumaya verdiğimiz değeri, onu anlamaya ve onunla amel etmeye vermiyoruz.
Kur’an’ı güzel okuma yarışmalarına ve hafızlığa verdiğimiz önem bunun
göstergesidir. Artık Kur’an bizi değil, biz Kur’an’ı inşa etmeye çalışıyoruz.
Kur’an’ın sahabelerin hayatlarındaki
belirleyiciliği, bizim hayatımızda yok. Zira Kur'ân onların hayatlarının
merkezindeydi. Kur’an, bizlerin hayat halkasının nerdeyse sonlarına tekabül
etmektedir. Aklımıza esince, sıkışınca, ibadet ve cenaze merasimlerinde
Kur'ân'ı hatırlıyor ve okuyoruz. Kur’an hayatımızda bir garnitür gibi.
Kur’an’la doymuyoruz. Onunla atıştırıyoruz. O’na olsa da olur, olmasa da olur
muamelesi yapıyoruz. Hayatı Kur’an ve sünnet merkezli yaşamak, bir eylemden çok
söyleme dönüşmüş durumdadır. Bunu sanki insanları avlamak için kullanıyoruz
gibi geliyor.
Bizler cins kafalarımızı para kazandıran
mesleklere yönlendiriyoruz. Vasat zihinleri de imam hatiplere, ilahiyat
fakültelerine gönderiyoruz. Bir de ekliyoruz, “Hiç olmazsa imam olsun” diye.
Yanlış anlaşılmasın cins kafalar her yere lazım.
O halde, Kur'ân'ın ilk muhataplarının Kur'ân
tasavvurlarıyla bizlerin Kur’an tasavvurunu bir karşılaştıralım. Eğer Allah’ın
rızasına talip isek ve tevhidi dünyanın her yerine götürme iddiamız varsa bunu
yapmak zorundayız. Hayatın her alanında yenilikler, güzellikler yaşamak
istiyorsak ve İslam’ın ciddiye alınmasını arzuluyorsak bunu yapmak zorundayız.
Garaudy’nin deyimiyle, “İslam’ın her
Rönesansı Kur’an’ın yeni bir okunuşuyla başlar.”
Yorumlar
Yorum Gönder