İMANI OLUŞTURAN UNSURLAR
İmanı
Oluşturan Unsurlar
İman, "âmene" fiilinin masdarı olup sözlükte bir
şeye tereddütsüz ve kesin olarak inanmak demektir.[1]
İman bir akait terimi olarak da, "Allah'ın varlığını ve birliğini, Hz.
Muhammed'in Allah'dan getirmiş olduğu kesin olarak bilinen hükümleri akıl ile
tasdik ve dil ile ikrar etmek" anlamına gelir.
Kur’an’a göre insan Allah katında sorumlu bir varlıktır. Onun
sorumlu tutulması da kendisine bazı imtiyazların verilmesine sebep olmuştur. Bu
imtiyazların başında akıl gelmektedir. Bundan başka hayrın ve şerrin seçimi
noktasında ihtiyaç duyulan bir olgu daha vardır ki o da, iradedir. İradenin müspet
yönde oluşabilmesi de insanın doğuştan getirmiş olduğu fıtratı kaybetmemesine
bağlıdır. Bu yüzden denilebilir ki, imanın teşekkülünde birkaç unsur aynı anda
söz konusudur. Bunlar: Akıl, irade ve fıtrattır. Yani iman bu üç unsur
üzerine oturur.
a. Akıl
Akıl sözlükte, "yasaklamak, engellemek, devenin ayağım
bağlamak, sığınmak, korunmak, tutmak ve istemek" manalarını ifade etmektedir.[2]
Terim olarak da, "varlığın hakikatini kavrayan, güzeli-çirkini, yararlı ve
zararlı olanı ayırt eden, maddî olmayıp fakat maddeye tesir eden bir cevher;
maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında
ilişki kurarak önermelerde bulunan ve kıyas yapabilen güç olarak
tanımlanmaktadır".[3]
Şurası muhakkak ki, varlığı tasdikte aklın çok önemli bir
yeri vardır. Bu öneminden dolayıdır ki, Allah aklı olmayan insanı muhatap kabul
etmemekte ve ona herhangi bir sorumluluk yüklememektedir. Kur’an aklın söz
konusu bu önemini çeşitli şekillerde dile getirmiştir. Hatta denilebilir ki, Kur’an’ım
yaklaşık üçte birine yakın kısmı, insanın kendi nefsine, biyolojik yapısına,
yerlerde ve göklerde olup bitenlere bakmasını, onların üzerinde düşünmesini
isteyen ayetlerle doludur. Üstelik bu ayetler insandan, körü körüne taklidi
reddederek, aklı ve muhakemesiyle karar vermesini istemektedir. Böylece
anlaşılıyor ki Kur’an, taklit etme yerine insanın, kendi bağımsız şahsiyetini
oluşturmasını hedeflemektedir. Çünkü Kur’an’a göre asıl olan ferdî
sorumluluktur. “Kim hidayete ulaşırsa kendi
lehine hidayete ulaşır. Kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiç kimse bir
başkasının (günah) yükünü yüklenmez. Biz bir resul göndermedikçe azap edici
değiliz.” (İsra/15)
Kur’an insanın sahip olduğu duyuların da ancak akılla bir
anlam kazanabileceğini, aksi halde onların bir değer taşımayacağını belirtmektedir.
“Onlardan seni dinleyenler de var. Sağırlara -üstelik
akıllarını kullanmıyorlarsa- sen mi işittireceksin?” (Yunus/42) Çünkü duyuların sağladığı malzemeleri
birleştirerek ortaya bir hüküm çıkaran akıldır. Demek ki, insanın hem fıtrî temayüllerini
dikkate alarak doğru yolu bulabilmesi hem de çeşitli vesilelerle bilgi elde
etmesi ancak akılla mümkün olabilmektedir. Bu yüzden akıl, iman olayının
gerçekleşmesinde en önemli bir unsurdur.
Akıl duyuların ( göz, kulak) getirdiği delillerden hareketle
insanı imanın kapısına getirir. Buradan sonra irade devreye girer.
b. İrade
İrade, insanın herhangi bir fiil ve hareketi isteyerek
yapmasını veya yapmamasını emreden bir güçtür. Nasıl tabiat kanunları âlemin
ayrılmaz birer parçası ise, irade hürriyeti de insanın ayrılmaz bir parçasıdır.
Fiillerinde irade sahibi olmayan bir insanın işlerinin ahlakî kıymeti yoktur; onlar
için ceza ve mükâfat da söz konusu değildir. Bundan dolayıdır ki, Allah ile
yapılan ahitleşmenin, ceza ve mükellefiyetin merkezinde insan iradesi yer
almıştır.
Kur’an’a göre insanın dünyaya geliş maksadı imtihandır. “O,
hanginizin amelinin daha güzel olacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı
yaratandır. O Azîz’dir, Gafûr’dur.” (Mülk/2) Eğer Allah, hareket serbestisini
insanın elinden almış olsaydı, o takdirde bu imtihanın bir anlamı kalmazdı. Bu
yüzdendir ki Allah insanları irade
sahibi kılmış, çalışanla çalışmayanı ayırmak ve buna göre ceza ve mükâfat takdir
etmek için onları irade sahibi kılmıştır. İşte insan, söz konusu iradesiyle fıtrî
sermayesini geliştirip, kâmil manada bir insan olabilme imkânını elde edebilir
ki bu, Allah’ın insanlara karşı mutlak kemâl manasında rahmetinin bir
ifadesidir.
İradi bir hareketin, hedef veya amaç, düşünme ve muhakeme
etme, tercih etme ve karar verme, verilen kararı davranışa dönüştürme şeklinde dört
aşaması vardır.[4] Bu
hususlar, belki çok süratli cereyan eden bazı iradi kararlarda görülmeyebilir.
Ancak herhangi bir dine, bir inanca veya bir şahsa bağlanmada süratli hareket
etme durumu söz konusu olmadığı için, o türlü kararlarda insan iradesi bir
fonksiyon icrâ ederken bu aşamalardan geçmektedir.
İrade, bir ideale, bir düşünce ve inanca bağlanmada söz
konusu olduğu gibi, tercih edilen bir dinin veya inanç sisteminin emir ve
nehiyleri doğrultusunda kişinin davranışlarını ayarlamada da aynı şekilde söz
konusudur. Böyle bir iradeye dinî irade demek daha doğru olsa gerektir. Dinî iradenin
gücü, inanç kuvveti ile doğru orantılıdır. Kuvvetli dinî inanca sahip kişilerin
iradeleri, onları dinî kurallara uygun davranışlarda bulunmaya zorlar. Fakat irade
üzerinde başka faktörlerin de etkisi bulunmaktadır. Sözgelimi, bireyin küçük
yaştan itibaren almış olduğu eğitim, içinde bulunduğu çevrenin inanç ve değer
yargıları, çeşitli istek ve arzuları, ayrıca zekâ ve kişilik yapısı gibi
faktörler onun dinî iradesine etki etmektedir.[5]
Kur’an "...De ki: Hakka Allah uşatırır..."
(Yunus/35), "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir nefis iman edemez..."
(Yunus/100), "Allah kime hidayet ederse işte o, doğru yolu bulmuştur; kimi
de şaşırtırsa artık onlar için Allah'tan başka asla yardımcılar bulamazsın..."
(İsra/97), "...Allah'ın
saptırdığını hidayete erdirecek kimdir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur."
(Rum/29) gibi ayetlerde iman ve küfrün, diğer bir ifade ile inanç konusunda
insanın ihtiyârî fiillerine taalluk eden hususların Allah'ın iradesi dahilinde
gerçekleştiğini ifade ediyor gibi gözüküyorsa da, bunlar hiçbir zaman insan iradesinin
herhangi bir fonksiyon icrâ etmediği manasına alınmamalıdır. Zira insanın
ihtiyârî fiillerinin oluşumunda iki yön vardır. Bunlardan birisi,
yaratmak/halk, diğeri ise tercih etmek/kesptir. Burada sözü edilen ayetler,
yaratma ve takdir etmenin Allah'a ait olduğunu ifade etmektedirler. Tabiatıyla
bu yaratma da, kulun iradesine göre meydana gelmektedir. Başka bir ifade ile, kulların
fiillerini Allah'ın yaratması, bu fiillerin kesp yönünden, onların kudretleri
dahilinde olmasına engel değildir. Yani insan kendisine verilen iradeyi hangi
yöne sarf ederse, külli irade de o yönde tecelli eder ve iradi olarak
isimlendirilen fiiller meydana gelir. Eğer Allah insana irade hürriyeti
vermemiş olsaydı, o takdirde insan, Allah'a itaatten başka yetenekleri olmayan
melekler veya hep aynı istikamette hareket eden içgüdüsünün esiri böcekler,
kuşlar ve hayvanlar gibi aynı hareketleri yapardı. Kısacası, Allah dileseydi
herkes iman ederdi ve O'nun iradesine kimse karşı çıkamazdı.[6]
Kudreti buna yeterdi. Ama mahlûkatı hakkındaki ezeli ilminden dolayı bunu
yapmadı. İnsana irade hürriyeti verdi. Demek ki, imanın olumlu veya olumsuz
şekilde neticelenmesinde insan iradesinin çok önemli bir fonksiyonu vardır. Bu
yüzden denilebilir ki insan, kendisine verilen bu iradeyi kullanarak birtakım amillerin
de etkisiyle iman edebileceği gibi bunun tersini de yapabilmektedir.
Akıl ve irade, insanı fabrika ayarları olan fıtratın
farkındalığına getirir.
c. Fıtrat
Fıtrat, kaynağı vahyin kaynağı ile aynı olan insanın ontolojik
altyapısıdır. Yani, ilahi bir formattır. Bu ilahi format, aynı kaynaktan
beslenen bir üst yapıya kavuşursa beşer "insanlaşır". Çünkü insan,
ancak bu durumda "kişilik kırılması", "kimlik parçalanması"
sorunu yaşamaz. Eğer üst yapı fıtrat altyapısına uymazsa, bu "insanın
kendisine yabancılaşmasını", dolayısıyla eşyaya, çevreye ve Allah'a
yabancılaşmasını getirir.[7]
"Fıtrat: İçimizdeki nizam" der ve ekler Sadık
KILIÇ. Fıtrat, insanın diğer varlıklara
benzemeyen yaratılışıdır. Başlangıcı ve nihayeti itibariyle, insanın
varlığından önce bulunan, onun geleceğini, kendisini, vasıtasıyla
gerçekleştireceği fiillerini yönlendirecek olan "insani kıvam,"
hususiyettir.
Duygusal fıtriyatlar dediğimiz; hakikati aramak, hayra ve
fazilete eğilim, güzelliğe eğilim, yaratıcılık ve yenileştirmeye eğilim ve aşk
ve tapınma eğilimleri insanda yaratılıştan vardır.[8]
Hakikati arama meyline felsefe ve dinler tarihi şahittir. Hayra ve fazilete
eğilime insanın iyiliği plansız olarak, kötülüğü ise planlayarak yapması
delildir. İnsanda güzel olanı sevme ve güzel eserler ortaya koyma
eğilimifıtrata/güzele olan meyline işarettir. İnsandaki bir şeyler icat etme
yenileştirme duygusu ondaki hakikati arama/fıtrat meylindendir. Aşk ve tapınma
eğilimi insanın içsel eşini/fıtratını aramasının tezahürüdür.
Fıtrat, "bir şeyi yarmak, kazmak" anlamına gelen
"fatr" kökünden türemiş bir kelimedir. Kısaca "ilk yaratılış"
anlamını ifade etmektedir.[9]
Fıtratı bir terim olarak da, "insanın doğuştan sahip olduğu Allah'a
inanma, bağlanma ve O'na ibâdet etme duygusu ve eğilimi" şeklinde tarif
etmek mümkündür.[10] İbn Manzûr
bu terimi, çocuğun ana rahminde mutluluk ya da şekâvet/mutsuzluk durumunda
yaratıldığı tabiî bünye; aynı zamanda tevhîdî yani Allah'ın birliğini ve Hz.
Muhammed'in nübüvvetini ifade eden şehâdet hakikati olarak tanımlamaktadır.[11]
Buna göre fıtrat, kişinin doğuştan getirdiği bir özelliktir ve insanın inancı,
değer yargısı, hayata bakış açısı ve dünya görüşü üzerinde etkisi
bulunmaktadır. Böyle olduğu içindir ki fıtratı, kişinin aklı, davranışları ve
dış dünyanın kurumlarından ayrı olarak düşünmek mümkün değildir. Bu hakikati
Kur'ân şu şekilde dile getirir: "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak
dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki o, insanları bunun üzerine yaratmıştır.
Allah'ın yaratması değiştirilemez, işte doğru din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler." (Rum/30)
Fıtrat kanunlarına uyulmaması toplumların düzenini de ciddi
anlamda tehlikeye sokuyor. Fıtrata uymak, insanın insan, toplumun toplum olarak
kalmasının sigortasıdır. "Nefse ve onu şekillendirene... Ona bozukluğunu
ve korunmasını ilham edene andolsun ki nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu
kirletip örten ziyana uğramıştır. Semûd, azgınlığından yalanladı... Rableri de
günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti." (91/Şems,
7-14) ayeti, fıtratı kirleten toplumların kötü akıbetlerini beyan ediyor.
Kur'an'da kavimlerin helakının temel sebebinin fıtrata isyan etmek olduğu
bildirilmektedir."Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir
toplumun durumunu değiştirmez." (13/Ra'd, 11) ayeti, Allah'ın koyduğu
"fıtrat yasası"nı veya "toplum/tarih yasası"nı en veciz
şekilde beyan ediyor.
Sonuç olarak şunu söyleyelim ki, İslâm inancına göre her
insan müspet yönde bir bağlanma güdüsüne sahip olarak dünyaya gelmektedir. İnsanda
mevcut olan bu hissi ve biyolojik güdüler, tabiatları itibariyle kötü olmamakla
birlikte kötü dürtülere açıktırlar. Bundan dolayı nefsin, kötü arzulardan, hevâ
ve heveslerden korunması ve manevi olarak yüksek seviyelere ulaşması için ilahi
kanunlara uygun olarak kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi gerekmektedir. Bu
yapılmadığı takdirde fıtrata aykırı hareket kaçınılmaz olacak ve bunun
neticesinde de menfi yönde bir bağlanma ortaya çıkacaktır.
[1] İbn
Manzûr, Lisânu'l-arab, "İmân" md.
[2] İbn
Manzûr, Lisânu'l-arab, "Akl" md; Âsim Efendi, Kamus Tercemesi, III,
291-292.
[3] Bolay,
Süleyman Hayri, "Akıl", DİA, İstanbul 1989, II, 238 vd.
[4] Peker,
Hüseyin, Din Psikolojisi, Ankara 1993, s. 81.
[5] Peker,
Hüseyin, Din Psikolojisi, s. 82-83.
[6] Enam,
6/35; Yûnus, 10/99; Secde, 32/13.
[7]
Mustafa İSLAMOĞLU, Savaş
Kesmeyen Sözler2006, s.99
[8] (Mutahhari,
Fıtrat, 53-61).
[9]İbn
Manzûr, Lisânu’l-arab, "Fatr" md
[10] Peker,
Hüseyin, Din Psikolojisi, s. 66.
[11] İbn
Manzûr, Lisânu'l-arab, "Fatr" md
Yorumlar
Yorum Gönder