İSLAM DÜNYASINDA ÜRETME NEDEN YOK?

 

İslam Dünyasında Üretme NEDEN YOK?

Bilim ve teknoloji üretme, insanların yaşam koşulları, merak ve güç istenci ile ilgili bir sorundur. Güç istenci var ama halkı reaya (sürü) görüp koyun gibi gütmek için var. Doğal iklim koşulları ve yaşama müsait olan coğrafyalarda insanlar, bu tür faaliyetlerle fazla ilgilenmez. Akdeniz Kuşağı ve büyük nehirlerin etrafındaki verimli topraklarda yaşayan toplumlar bunun tipik bir örneğidir. Kıta Avrupası ve İngiltere’de ise durum böyle değildir. İklim koşulları, coğrafya ve bitki örtüsü, alternatif kaynakların bulunmasını zorunlu kılmıştır. Bunun için bilim-teknoloji ve bunların ürünü endüstri devriminin Avrupa’da çıkması, tesadüf değildir. Yani ihtiyaçlar, insanları keşfetmeye zorluyor. Konfor insanı tembelliğe sürüklüyor.

Diğer bir hususta, halkların genel seciyesi ve karakterleridir.  İslam dininin tarihi süreç içinde taşıyıcısı ve koruyucusu olan Araplar ve Türklerin karakterleri meselesidir. Araplar deve, hurma ve ticaret yapma ile geçinen, şiddete açık bir toplumdur. İslam’ın gelişinden sonra, fetihlerdeki ganimetlerle -Hz. Peygamber devri hariç- hayatlarına devam etmişlerdir. 19. Yüzyılda petrolün keşfi ile de rahat bir yaşam sürüyorlar. Petrol bittikten sonra durumları nasıl olur Allah bilir.  Yunanlılardan felsefe ve bilime dair eserleri Arapçaya çevirmişler, hatta bazı katkı, keşif ve icatlar da çıkarmışlar. Fakat 3. asırdan sonra kulaklarının üstüne yatmışlar. Geçimlerini temel olarak ticaret ve ganimetten temin etmişlerdir. Felsefi ve bilimsel düşünme aşamasına geçememişlerdir.


Genel anlamda İslam düşüncesinde teolojik olarak “yaratma/üretme” sıfatı, sadece Allah’a has kılınmış; insanın yaratıcı olması, Tanrı’ya “şirk koşma” olarak görülmüştür. İlahiyatta “Nedensellik”in Eş’arilik tarafından reddedilmesi, “pozitif bilgi” merakını zayıflatmıştır. Bazı sanat faaliyetlerinin (Heykel-Resim-Müzik) şirk ve günah kaygısıyla reddedilmesi, merak ve yaratma duygusunu dumura uğratmıştır.  Eş’ariliğin “Kader/Cebr” teorisi, kitleleri pasifleştirmiştir. Osmanlı teoride Maturidi olmasına rağmen pratikte müfredat Eşarilik’ti. Bu da statükoyu destekliyordu. Yeni düşünceler kapalıydı. Emevilerden itibaren Halifeler “zıllullahi fil”ard/Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” kabul ediliyordu. Devlet tanrı gibi kutsanıyordu.

Eş’ariler, Nemrut tarafından mancınıkla ateşin üzerine fırlatılan Hz. İbrahim’i ateş yakmamıştır. Hâlbuki olağan şartlarda onun yanması gerekirdi. O halde diyor Eş’ariler, nedenle sonuç arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Mucize ile nedenselliği karıştırıyorlar. Gerçek  şu ki, mucizeler özel şartlara bağlı bir şekilde gerçekleştikleri için genel nedensellik yasasından bağımsız olgular olarak telakki edilebilirler. Çünkü bugünkü bilimin büyük ölçüde nedensellik ilkesine bağlı olarak gerçekleştiği dikkate alındığında, söz konusu Eş’arî yaklaşımının revize edilmesi gerektiği açıkça görülmektedir.

Anadolu’ya gelen Türkler, asker ve göçebe bir karaktere sahiptiler. Orta Asya’da ve Maveraünnehirde yerleşmişlerdi. Teoloji ve “Pozitif Bilgi” de üretmişlerdir. Selçuklular ve Osmanlılar ise tasavvuf aşamasında kalıp, düşünme aşamasına dahi geçememişlerdir. Nerde kaldı “Felsefî” ve “Bilimsel Düşünme” üretmek? Teknoloji ve Endüstri, bu aşamalardan sonra ortaya çıkar. Dolayısıyla geçimlerini daha ziyade tarım, hayvancılık ve ganimetten temin etmişlerdir. Kendilerinden önce üretilmiş İslami İlimleri, “Medrese”lerde skolastik olarak tekrar etmiş veya kurdukları devletlerin bürokratik ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmışlardır.

Tasavvufun dünyayı lanetlemesi, dünyaya karşı ilgiyi ve merakı zayıflatmıştır. Başta Gazzali olmak üzere tasavvuf kitaplarında dünya hep kötülenmiştir.  İleriye dönük plan yapmak lanetlenmiştir.   Pozitif bilimlerle uğraşmayı ”boş iş” olarak nitelemişlerdir. “Huccetu’l-İslam” payesi ile Gazzali’nin Sünni dünya üzerindeki etkisi, herkesin bildiği bir şeydir. Bu düşüncelerle aklına pranga vurulmuş bir toplum ne yapabilir? Bitkin olan insan ve toplumlar dinlenmek, gevşemek, eskiyi tekrar etmek, huzur, sakinlik, barış ister. Bu, mistik dinlerin ve felsefelerin yaşam tarzıdır. Halkın dini, tasavvuf olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı birer “Derviş Devlet”tirler. Türk, göçebe ve devşirmecidir; üretici ve yaratıcı değil.

Hint alt-kıtasının (Hindistan-Pakistan-Bangladeş) Hinduizm’in etkisinden çıkarak Müslüman olduğu için, oradan üretme beklemek, biraz anlamsızdır. İranlılar, Mecusiliğe öykünen bir din, mistik bir felsefenin karışımından Şiilik üretmişlerdir. Modern dönemde bir de “Devrim” üretmişledir. Kurdukları “teokratik” düzen, halkı hızlı bir şekilde sekülerliğe sürüklemektedir. Dünyaya dönük “fütuhatları” da olmuştur. Ancak dünyayı imar etmeye dönük bir merakları onların da olmamıştır. Kuzey Afrika halkları ise, Arapların istilasıyla asimile olmuş halklardır.

Avrupa’da Felsefenin tekrar çiçeklenmesi, akabinde bilimsel bilgi merakının gelişmesi ve bunun doğurduğu teknoloji ve endüstri devriminin yarattığı ateşli silahlar, emperyalizmi ve ekonomik zenginliği yarattı. Bundan haberi olmayan, Osmanlı, kılıcı (savaş gücü) düştüğü için çökmek zorunda kaldı. Balkan (gece) savaşlarında Bulgar askerlerinin kullandıkları el fenerlerini bizim askerler “cin” sanıyorlardı.

Reform ile birlikte Hristiyanlık (Protestanlık) yeni bir ahlak yarattı. Bu ahlak, Kapitalizm ile uyumlu hale geldi. Yükselen Burjuva sınıfı, din savaşlarına neden olan Kiliseyi siyasal ve toplumsal alanın dışına attı. Kapitalizm, korkunç derecede palazlandı ve dünyanın yarısını kuşattı. Sonunda da kendi içinde iki büyük dünya savaşı yaratıp kendilerinin yarattığı maddi medeniyeti ve 65 milyon insanı yok ettiler. Sonra “Hukuk Devleti”ni, demokrasiyi ve laikliği keşfetti. Amerikan iç savaşının ve I.-II. Dünya savaşlarından sonra ABD ve AB’de kurulan iç barışın temeli budur.

İslam Dünyası, -Osmanlının parçalanmasından sonra- verdiği kurtuluş savaşlarından sonra totaliter tek parti, askeri ve kabile diktatörlükleri kurdu. Dinsel Hukuk (Şeriat), İmparatorluk yapılarında nispeten bir “Hukuk” yaratmıştı. Ancak kurulan yeni “Ulus-Devlet”lerin ihtiyacını karşılayabilecek bir yetkinliğe sahip değildir. Avrupa’daki gibi bir bedel ödemediği için de yeni bir “Hukuk” yaratamadı. Müslümanlar, “Hukuk Devleti” kuracakları yerde; despot krallıklar kurdular. Politik sorumluluklarını da, - kader inancıyla- kendileri üstlenme yerine, Allah’a fatura ettiler.

Dinsel ahlak da çökmüştü. Dinleri var diye ahlaka ihtiyaçları olmadığı inan(dırıl)dılar. Çünkü tarihin yasası şöyle idi: “İman edenlerin, Allah’ı hatırlamaları ve ondan ine hakikate karşı saygılı olmaları gerekmez mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onların çoğu ahlaksız kimselerdir.” (57/16). Müslümanların başına gelen de buydu. Bunun sebebi, Avrupa’da yaratılan endüstri devriminin yarattığı ekonominin, tarım ve hayvancılığı büyük ölçüde devreden çıkarmış olmasıdır.

Kültürel atmosferde de büyük değişiklikler oldu. Descartes, Kant, Marx, Freud, Darwin, Hegel… İnsanlığın yeryüzündeki macerası hakkında büyük teoriler ortaya attılar. İslam dünyası ise kitaplara şerhler yazmakla meşguldü. Ezber bozan fikirler ortaya atanlar (mutezile gibi) ise susturulmuştur.

Özetle toprağın, atmosferin ve iklimin değiştiği “küreselleşmiş” bir dünyada yaşıyoruz. İmanı ve ahlakı tekrar geri getirmek, ciddi ahlaki ve entelektüel bir emek istiyor. İslam Teolojik düşüncesinin, bu sorumluluğu yüklenecek gücü ve yeteneği görünmüyor.  Yaratıcı düşünmeyi diriltmek vahiy ve aklın rehberliğe dayanan bir yol çizmekle mümkündür.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

EZBERE TESLİM OLMAK