TARİKATLARDA KOŞULSUZ TESLİMİYET SİSTEMİ

 

TARİKATLARDA Koşulsuz Teslİmİyet Sİstemİ

 

Sorgulanamaz bilgi doktrini: Keşf ve İlham

İslamda doğrudan tanrısal otoritesi bulunduğu iddia edilen ruhbanlık gibi dini bir sınıf söz konusu değildir. Müslümanlar, dini konulardaki sorunlarını ulema olarak bilinen bilginler sınıfının yorumları ve içtihatlarıyla çözmektedirler. Bu sınıfın da elbette toplum üzerinde bir otoritesinden bahsedilebilir. Ancak ulemanın herhangi bir konudaki tercihi lafız-mana veya en genel anlamıyla beyânî düşünme sistemine dayanmasından dolayı pozitif bir mahiyete sahiptir.[1] Diğer bir ifadeyle iddiaları çürütülebilir ve yorumları nakzedilebilir niteliktedir. Bu itibarla alimlerin kendilerine her hal ve koşulda itaati sağlama iddiaları olamayacağı gibi onları birer önder olarak gören geniş halk kitleleri de böyle bir hataya çoğunlukla düşmemişlerdir. Esasında bu durum Kuran’ın konu hakkındaki “Her bilenin üzerinde bir bilen vardır” (Yusuf 12:76.) veya “Ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir delille yaşasın.” (Enfâl8:42.) genel ilkelerine dayanmaktadır. Dolayısıyla ulema sınıfının iddiaları öncelikli olarak bir bilgi ve belgeye dayanmalıdır; ikinci olarak da yorumları hata ve yanlıştan masum görülmemelidir.

 

Çevrelerinin ilgisini çekmek, durumlarını meşrulaştırmak, halkın gözünde sevimli ve aynı zamanda güçlü görünmek için çeşitli doğaüstü güçlerin kendilerinde bulunduğunu ifade eden zümrelerin en büyük iddialarından birisi Allah’tan doğrudan bilgi aldıkları şeklindeki sözleridir. İslami ilimlerin neredeyse hepsinin üzerinde ittifak ettiği ortak kabullerden birisi de bilginin elde etme yolları olarak isimlendirebileceğimiz esbâbu’l-ilim konusudur. Beş duyu, akıl ve nakil olarak tasnif edilen bu araçlar insanı doğru bilgiye ulaştıran yollardır. Bunlardan her birisi kendi sahasıyla alakalı hususlarda bir bilgi kaynağıdır. Mesela duyular, insana âlem hakkında bilgi verirken, akıl duyu organlarının sahası dışında kalan soyut varlıklar hakkında bilgi edinilmesini temin eder. Haber olarak da isimlendirilen nakil ise, teknik olarak doğru ve yalan ihtimalini barındıran bilgi türüdür. Doğruluğu gerçeğe uygunluğuyla test edilir. Dini bilgiler doğru haber yoluyla gelen yani Allah’ın mucizelerle teyit ettiği peygamberleri aracılığıyla bize ulaşan bilgilerdir. Peygamber olduğu ispat edilen bir kimsenin verdiği haber bu itibarla kesinlik arz eder.

 

Bütün İslami ilimlerin ortak kabulünü yansıtan bu tasnif sufî zümreler tarafından teoride değilse bile pratikte de baypas edilmiştir. Zira onların bu vasıtalar dışında keşf ve ilham yoluyla gayb ve melekûtâleminin sırlarına vakıf olabildiklerini söylemeleri bunun açık bir göstergesidir. Zaten bu konu hakkında kullandıkları ıstılah, insanın gözündeki perdenin kalkması ve böylelikle gaybe dair hakikatleri görmesini ifade eden “keşf”’dir. Sezgiye dayanan bu bilgi türü sufinin gayb âlemindeki hakikatlere muttali olmasına, şahadet âleminden göç etmiş insanlarla ve varlıklarla konuşabilmelerine, melekût âlemini müşahede edebilmelerine, cennet ve cehennemi seyredebilmelerine, levh-i mahfuzu okumalarına, Allah’la konuşmalarına Hz. Peygamber’le sohbet etmelerine ve bir takım bilgi ve talimatlar almalarına imkan tanımaktadır. Böylelikle de kişinin söylediği söz kutsal bir koruma altına alındığından söz ve sözün sahibi eleştirilemez hale gelmektedir. Geçmişten günümüze birçok sufinin, eserlerini ilhâm-ı rabbânî veya ilkâ-ı rabbânî olarak isimlendirmesi de aynı amaca matuftur. Bunun sonucunda söz konusu eserler de yazarı da yücelik ve masumiyet itibarıyla sorgulanamaz bir noktaya ulaşmış olmaktadır.

 

Kurtarıcı doktirini: Şefaat 

Tarikatlarda tedavülde olan şefaat inancı, halk arasında mutlak kurtarıcı seviyesinde bir evliya tasavvuruna yol açmıştır. Bu  zümreler hesap gününde Allah katında şefaatçi olacakları konusunda o kadar kesin ve mübalağalı ifadeler kullanmışlardır. Mesela Bestâmî, “Kıyamet günü, cehennemliklere şefaat edip onları cennete sokmayan kimse müridimiz değildir.” diyebilmiştir. Şiblî, Hz. Peygamber’in kıyamet günü sadece ümmetine şefaat ederken kendisinin cehennemde kimse kalmayıncaya kadar ehl-i nara şefaat edeceğini iddia etmiştir.[2]  “Onlar cehennemde ebedi olarak kalacaklardır.” (Ahzab33:65) ayetiyle bu düşünce nasıl uyuşabilir? Bugün dahi bir takım tarikatların müridlerini azaptan kurtarma konusunda verdikleri açık garanti, dini sorumluluktan kaçınmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Yapılar Kuran’dan habersiz olduğu için hiç kimse de ne oluyoruz dememektedir.  Bu ise dini kaygı ve endişe duyan insanların dini cemaat ve tarikatlara olan ilgisinin artmasını kolaylaştıran bir unsur olmaktadır.

 

Kuran’ın inşa ettiği insan anlayışının sınırlarını aşarak neredeyse lahuti bir karaktere dönüşen dini figürün İslamla ilgisi yoktur. Kendisi mutlak kurtuluşu elde ettiği gibi tabiilerinin de ebedi mutluluğunu teminat altına alan karizmatik dini figür, böylelikle insanların sorumluktan kaçmalarına yol açan psikolojik bir tatmin duygusu yaratmaktadır.

 

Mezheplerin kabullerine uymayan ayetleri tevil eden veya mensuh (hükümden düşmüş) sayan ekoller ve fırkalar vardır. Ubeydullah el-Kerhî (Ö. 340/951) denen mezhepperest Hanefi fakih bunun tipik örneklerinden biridir. Sözlerine buram buram şirk tüten bu adama göre, mezhebin kabullerine uymayan ayetler ve hadisler ya tevil edilip yahut da mensuh sayılır. Aynen şöyle diyor: “Mezhebimizin hükümlerine uymayan her ayet ya tevil edilmiştir yahut mensuhtur. Her hadis de böyledir.” (Bk. Kerhî’nin er-Risalesi’nden naklen Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.251)[3]

Tarikat yapılanmaları, etraflarına insan toplayabilmek ve insanları kayıtsız ve şartsız bir şekilde Allah’a teslim olur gibi şeyhlerine teslimiyet göstertmek uğruna birçok asılsız iddialarda bulunmaktalar. Meşhur Şeyh Abdülkâdir Geylânî (ö.1166), müridlerin ve tarikatın adabına dair şunları söylemektedir: “Mürid şunları yapmalıdır: Sürekli zillet halinde ve nasipsizlikten razı olmalı. Daima aç kalmaya, şöhretsiz yaşamaya, insanların kınamasına razı olmalıdır. Kendi arkadaşlarını, yakınlarını, iyilik ve ikramda kendisinden önde görmelidir. Büyük zatların âlimlerin meclislerine yakın olma­lıdır. Kendisinin aç kalmasına, kendisinin onlardan düşük se­viyede olmasına razı olmalıdır. Bir kimse, bunlara baştan razı olmazsa, ona mana kapıları açılmaz ve ona mana âleminden hiçbir şey gelmez. Kurtuluş ve felaha ermek, anlattığımız bu şeylere riayet etmekle olur… Bir müride ilk önce gerekli olan, açıktan şeyhinin sohbetine karşı gelmeme, içten de ona itiraz etmemektir. Dıştan şeyhine karşı gelen kişi edebini terk et­miştir. İçten itiraz eden de kendini ölüme atmış olur. Bunların aksine müridin yapması gereken, ebedi olarak gizli ve aşikâr, şeyhinin emirlerine karşı gelmekten nefsini korumalıdır.”[4]

 

Şeyh ve mürid arasındaki ilişki konusunda İbn Arabî de or­tak bir inancı paylaşmakta ve şöyle söylemektedir: “Bu itaat üstünkörü ve ihlasla olması lazımdır. Şartsız ve tam olmalıdır. Mürid, tevilsiz, cevapsız, özürsüz ve tepkisiz şeyhin emirle­rine harfiyen bağlı kalır. Şeyhin emri akıldışı, hatta haram iş­lemeyi de emretse, harfiyen bu emirlere itaat etmesi lazımdır. Şeriata muhalefet ettiğini görsen bile, ona itiraz etmeyi aklına bile getirmemelisin. Çünkü insan masum değildir.”[5]

 

İhlasın  en güzelinin şeyhe teslimi­yet olduğu şu sözler ile ifade edilmiştir: “Gavs-ı Hizânî hazret­leri, bir sohbetinde, ihlâs’ın en güzeli, kendini zorlayarak değil zevk ve rızasıyla teslimiyet göstermektir, dedikten sonra sözle­rine şöyle devam etti: “Bir gün şeyhim Seyyid Tâhâ’nın mü­ridlerinden iki âlim kendi aralarında konuşuyorlardı. Biri di­ğerine: “Şayet, şeyhin sana, o an için, ‘Namazı terk et!’ diye bir emir verse ne yapardın?” diye sordu. Öteki, “Kerhen (gö­nülsüz) de olsa emrini yerine getirirdim” diye cevap verdi. So­ruyu soran âlim ise: “Hayır, ben isteyerek ve severek şeyhimin bu emrini yerine getirirdim” dedi.”[6]

 

Bu konularda yazılmış ya da şeyhlerin sohbetlerinden der­lenmiş kitaplarda, İslam’ın en temel değerleri ile doğrudan ça­tışacak ve bir Müslüman’a yakışmayacak türden diyaloglar görmek mümkündür. Örneğin Sıbgatullah Arvâsî’nin (ö.1876) sohbetlerinden derlenen bir kitapta “İhlas nedir?” şeklindeki so­ruya şu şekilde bir cevap verilmiştir: “Bir gün şeyhim Seyyid Tâhâ’ya “İhlas Nedir?” diye sormuştum. O da bana Şeyh Ah­med-i Cezerî’nin (ö.1640) şu meşhur dörtlüğünü okuyarak ce­vap vermişti: “Kuran ve ayetlere yemin ederim ki, şayet mey­hanenin (tarikatın) pîri (pîr-i harabât), Lât’a (puta) secde edin dese, müridler hemen itaat ederlerdi.” Bunun üzerine ben de şeyhim Gavs-ı Hizânî’ye “İhlâsın hepsi bu mudur?” diye sor­dum. “Bu kadar yetmez mi?” diye cevap verdi ve devamla, “Peki, ihlâs hakkında sen ne diyorsun?” diye sordu. Şöyle de­dim: “Bana göre ihlâs, müridin kesin bir inançla, mürşidinden sâdır olan her fiilin, sözün, halin, hareketin ve sükûnun Allah Teâlâ’nın emir ve rızasıyla olduğuna inanmasıdır.”[7]

 

Oysa Kuran’a göre ihlas, herhangi bir insana teslim olmak değil; eşsiz ve benzersiz kudret sahibi olan Allah’a teslim ol­maktır. Sahabeler Hz. Peygambere zaman zaman “Ey Allah’ın resulü bu vahiy mi yoksa senin görüşün mü diye sorup  kendi görüşüyse şöyle olsa daha iyi olur.” diye fikir beyan ediyorlardı.

 

Din adamları sınıfı Allah haram etmediği halde dinde o kadar çok haram ürettiler ki dini mayın tarlasına dönüştürdüler. Din; güç yetirilemez, yaşanamaz ve içinden çıkılamaz bir hal aldı. Bunun sonucunda kişilikleri bozulmuş bir toplum ortaya çıktı.

 

 



[1] Beyan bilgi sisteminin temel vasıfları için bkz. Câbirî, 2000.

[2] İbnü’l-Cevzî, Telbisü’l-iblis, 348

[3] Yaşar Nuri Öztürk,  İslam Nasıl Yozlaştırıldı, s.448; Yaşar Nuri Öztürk,  İslam Nasıl Yozlaştırıldı, s.450

[4] Abdülkâdir Geylânî, (Âdâbu’l-Müridin) Tarikatın Esasları, s. 36-37.  

[5] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 426.

[6] Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Minah, s. 200.

[7] Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Minah, s. 66-67.  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKKİ SURELERDE SALÂT KAVRAMININ SEMANTİĞİ

SALAT’IN NAMAZ ANLAMI ÜZERİNE

EZBERE TESLİM OLMAK